BÖCEK GİBİYİM BU ARALAR...




Böcek gibiyim bu aralar. Kafka’nın böceği. Sabahları yataktan zorla kalkıyorum. Kalkmak uyanmak istemiyorum. Gözümü bir açıp bir kapıyorum. Saatle büyük bir savaş başlıyor aramda. Ben kapıyorum o başlıyor. Ben kapıyorum o inatla devam ediyor. Uyandıracak illa. Kafamda gün boyu yapılacak işler. Kalkmasam da bütün gün uyusam, çeşit çeşit rüyalar görsem, ara sıra uyanıp kitabımdan birkaç satır okusam sonra yine gözlerim kapansa ve kitabı bir yana koyup tekrar uyumaya devam etsem.

Çalan hiçbir şeye cevap vermesem. Ne telefona ne kapıya hatta cep telefonumu kapasam hiç açmamak üzere. Dünya yansa da umurumda olmasa. Bir elinde ayna bir elinde cımbız umurunda mı dünya misali. Hatta rüyalarımda sadece istediklerimi göreyim. Ben yazayım çizeyim onları. İçlerinde benim seçtiğim insanlar, mekânlar ve konular olsun. İstemediğim yüzler karışmasın rüyalarıma. Sevdiğim filmlerden fragmanlar, sevdiğim kitaplardan satırlar karışsın aralarına.

Mis kokulu çiçeklerle dolu bahçede bir köpekle koşup oynasam, bir kedinin mırıltıları arasında başını okşasam, avaz avaz bir şarkı söyleyip yunuslarla yüzsem hatta biraz daha abartıp Galata Kulesinin üstünden Kadıköy’e uçsam.

Görünmez olsam. Kimseye fark ettirmeden limandaki bir gemiye binip günler, haftalar, aylar boyunca uçsuz bucaksız denizlerde yol alsam. Geceleri pırıl pırıl yıldızları seyretsem güvertede bir köşede. Tuzlu su damlacıkları çarpsa yüzüme. Gemilerin o eşsiz parfümü pas-deniz karışımı kokusu gelse burnuma ve bir deniz feneri kıyıya yaklaştığımız müjdelese yanıp sönen ışığı ile. Ya da uçan bir halının üstünde ülkelerin, şehirlerin üzerinde süzülsem. Kimsenin giremediği kapalı kapılar ardına karışsam. Duyulmaması, görülmemesi gerekenleri görsem duysam. Sır küpü olsam hepsini içimde saklamasam.

Biraz hayal, biraz rüya, biraz gerçek olsun istediklerim. Büyüklerine gerek yok. Ufak ve mutlu hayaller yeter bana saatimin bozulması gibi mesela, fur elise’yi bir daha asla duymamak gibi mesela, bütün gün uyuyabilmek gibi mesela… J



NIVEA yürekleri ağza getiren bir şakayla yeni Stress Protect deodorantı tanıttı

Havaalanında yaşanabilecek en büyük terslik veya en korkutucu deneyim ne olabilir dersiniz? Uçağınızı kaçırmak mı, bavulunuzu kaybetmek mi yoksa hava koşullarından dolayı günlerce havaalanında kalmak mı?

NIVEA, yolcular üzerinde uyguladığı Stres Testi’yle, onlara soğuk terler döktürmüş ve yeni Stress Protect deodorant için eğlenceli bir viral reklam hazırlamış. Videoyu izleyenler, en stresli deneyimlerini #StresTesti etiketiyle Twitter’da paylaşmaya başlamış bile.



 
 Bir bumads advertorial içeriğidir.

Şubat ayında dünya çapında 5 milyondan fazla izlenme ile en çok paylaşılan viral videolardan olan Stres Testi, NIVEA’nın yeni ürünü Stress Protect deodorantı tanıtıyor. Videoda, farklı insanlar havaalanında uçaklarının kalkmasını beklerken, bir anda tehlikeli bir kaçak olarak arandıklarını öğreniyorlar ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar.

Günlük hayatımızda karşılaşabileceğimiz heyecan, korku, stres gibi duygu değişimlerinin neden olduğu terleme ile yeni NIVEA Stress Protect deodorantın ne kadar iyi başa çıktığını, esprili bir dil ile anlatan videoyu izleyince, soğuk terlere karşı önlem almanın önemini kesinlikle hissedeceksiniz.


EDİP CANSEVER'DEN TOMRİS UYAR'A...






Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
ve yaraşırsa ancak monet’nin
kadınlarına yaraşan giysilerinle
gördüm de 
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
öyle kısaydı ki adımların
şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
ölçülür ve denk düşerdi ancak
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
o bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
hani etiler’den hisar’a insek bile
bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
çok yaşında her zamanki çocuksun gene
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
mutfağın mutfak olalı böyle
bir adın vardı senin, tomris uyar’dı
adını yenile bu yıl, ama bak tomris uyar olsun gene
ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
oysa güneş pek batmadı senin evinde
söyle
ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Edip Cansever  

BİTMEYEN BİR GÜN...




Bir şeylerin gitmediği gündü bugün. Ters gitti demek istemiyorum yapılanlardan sonuç alınmayan, her şeyin havada kaldığı bir gün. İlerlemeyen işler, çıkan engeller, uzadıkça uzayan prosedürler, eksikler vs.

Sakin ol. Ona kadar say. Her şey güzel olacak. Düzelecek. Beklediğin gibi sonuçlanacak. Sabrın sonu selamettir. Beterin beteri var diye diye iç sıkıntısını savuşturmaya çalışarak avunmalarla geçen bir günün ardından tam bitti derken güne damgasını vuran pizzacı :). 

Yine de en kötü günüm böyle olsun diyorum. Tüm eksiklikler ve terslikler böyle olsun. Kabarık hamur yerine kaydırak taşı gibi ince hamur misali...En önemlisi sağlık olsun :).

Erdim galiba ya da.....:))) 



KELEBEĞİN RÜYASI

Dün akşam Kelebeğin Rüyasını seyretmeye karar verdim. Genelde hep sabah ilk seansları tercih ederim. Her zaman boştur. Ben dahil üç kişi film izlediğim olmuştur. Bugün yine her zamanki gibi 11.00 seansına gittim ama ilk kez bu kadar kalabalık bir sabah filmi seyrettim. Kadınlar matinesi gibiydi. Etrafımdaki konuşmaları dinleyince nedeni sonradan ortaya çıktı tabii:).

Film 1940'lı yıllarda Zonguldak'ta yaşayan şiire, edebiyata düşkün iki genç şairin Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hikayesini anlatıyor. Şiir yazmaları, yazdıkları şiirleri yayınlatmak için verdikleri çaba, umutları, hayal kırıklıkları, dostlukları, aşkları ve o dönemde çoğu kişinin başına bela olan hastalıkları : ince hastalık- verem. 

Bir yandan iki şairin zorlu hayatını anlatırken diğer yandan da Zonguldak'taki maden ocaklarında o dönemde yaşananları perdeye yansıtmış Yılmaz Erdoğan.  1940 yıllarda Zonguldak kömür madenlerinde zorla çalıştırılan insanların dramını, mükellefiyet dönemini anlatmış. II. Dünya Savaşının getirdiği güçlüklerin aşılabilmesi için Zonguldak kömür havzasında yaşayan insanlara kömür ocağına girme zorunluluğu getirilmesi konu edilmiş. 

Film Zonguldak Valisinin kızının şehre gelmesi ile başlıyor. Muzaffer Tayyip'in genç güzel aşık olması, kızın da onu karşılıksız bırakmamasıyla devam ediyor ama Muzaffer Tayyip'in hastalanması ile babası araya giriyor ve arkadaşlıklarına son vermesini istiyor. Diğer taraftan arkadaşı Rüştü Onur'un hastalığı gün be gün daha da ilerleyince Behçet Necatigil tarafından Heybeliada Sanatoryumuna gönderiliyor. Orada bir kıza aşık oluyor ve daha sonra evleniyor. Bir süre sonra yanına aynı hastalıktan muzdarip olan arkadaşı Muzaffer Tayyip'te geliyor ve beraber tedavileri sürüyor.

Filmi izlemek isteyenler için anlatmayı burada kesiyorum. Benim filme gitmek istememin sebebi iki şairin hayatı ve Zonguldak'ta geçmiş olması idi. Konusu ilgimi çekti. Yılmaz Erdoğan 1940'ların Zonguldak'ını canlandırmaya çalışmış. Bu konuda fazla bir yorum yapmayacağım ama görüntüler güzeldi. Bir ara filmdeki kısa diyaloglardan çok sıkıldım. Dramın verdiği ağırlıkla bazı sahnelerde içim şişti de diyebilirim ama filmi beğendim.  

Gelelim filmin bu sabah ki seyircilerine. Başta da yazdığım gibi kadınlar matinesi gibiydi. Sabah seansları boş geçtiğinden edebiyata, şiire meraklı kişilerin geldiğini düşündüm ilk başta ama etrafımda konuşulanları duyunca gelenlerin çoğunun Kıvanç Tatlıtuğ'u seyretmek için gelenler olduğunu anladım. Herkesin ağzında Kıvanç Tatlıtuğ'un adı :) Sabah akşam bugün Kıvanç'ı seyredeceğiz ne güzel diyenler, ne güzel oynamış diyenler...Seyircilerin çoğunun filmin konusu filan umurunda değildi. Varsa yoksa Kıvanç Tatlıtuğ. Çıkarken şunu düşündüm bu filmde Kıvanç Tatlıtuğ oynamasaydı bugün bu salon yine bu kadar dolu olur muydu acaba? Cevabım hayır. Bu da Yılmaz Erdoğan'la Kıvanç Tatlıtuğ'un ortak başarısı diyelim. 

Sonuç olarak bana göre iki şairin 1940'larda zorluk içinde Zonguldak'ta geçen dramatik yaşamını seyretmek istiyorsanız gidin derim. Kıvanç Tatlıtuğ hayranıysanız zaten gidecekseniz demektir ama ne dram isterim ne de Kıvanç beni ilgilendiriyor derseniz size göre bir film değil boşuna vaktinizi harcamayın derim.