BİTMEYEN BİR GÜN...




Bir şeylerin gitmediği gündü bugün. Ters gitti demek istemiyorum yapılanlardan sonuç alınmayan, her şeyin havada kaldığı bir gün. İlerlemeyen işler, çıkan engeller, uzadıkça uzayan prosedürler, eksikler vs.

Sakin ol. Ona kadar say. Her şey güzel olacak. Düzelecek. Beklediğin gibi sonuçlanacak. Sabrın sonu selamettir. Beterin beteri var diye diye iç sıkıntısını savuşturmaya çalışarak avunmalarla geçen bir günün ardından tam bitti derken güne damgasını vuran pizzacı :). 

Yine de en kötü günüm böyle olsun diyorum. Tüm eksiklikler ve terslikler böyle olsun. Kabarık hamur yerine kaydırak taşı gibi ince hamur misali...En önemlisi sağlık olsun :).

Erdim galiba ya da.....:))) 



KELEBEĞİN RÜYASI

Dün akşam Kelebeğin Rüyasını seyretmeye karar verdim. Genelde hep sabah ilk seansları tercih ederim. Her zaman boştur. Ben dahil üç kişi film izlediğim olmuştur. Bugün yine her zamanki gibi 11.00 seansına gittim ama ilk kez bu kadar kalabalık bir sabah filmi seyrettim. Kadınlar matinesi gibiydi. Etrafımdaki konuşmaları dinleyince nedeni sonradan ortaya çıktı tabii:).

Film 1940'lı yıllarda Zonguldak'ta yaşayan şiire, edebiyata düşkün iki genç şairin Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hikayesini anlatıyor. Şiir yazmaları, yazdıkları şiirleri yayınlatmak için verdikleri çaba, umutları, hayal kırıklıkları, dostlukları, aşkları ve o dönemde çoğu kişinin başına bela olan hastalıkları : ince hastalık- verem. 

Bir yandan iki şairin zorlu hayatını anlatırken diğer yandan da Zonguldak'taki maden ocaklarında o dönemde yaşananları perdeye yansıtmış Yılmaz Erdoğan.  1940 yıllarda Zonguldak kömür madenlerinde zorla çalıştırılan insanların dramını, mükellefiyet dönemini anlatmış. II. Dünya Savaşının getirdiği güçlüklerin aşılabilmesi için Zonguldak kömür havzasında yaşayan insanlara kömür ocağına girme zorunluluğu getirilmesi konu edilmiş. 

Film Zonguldak Valisinin kızının şehre gelmesi ile başlıyor. Muzaffer Tayyip'in genç güzel aşık olması, kızın da onu karşılıksız bırakmamasıyla devam ediyor ama Muzaffer Tayyip'in hastalanması ile babası araya giriyor ve arkadaşlıklarına son vermesini istiyor. Diğer taraftan arkadaşı Rüştü Onur'un hastalığı gün be gün daha da ilerleyince Behçet Necatigil tarafından Heybeliada Sanatoryumuna gönderiliyor. Orada bir kıza aşık oluyor ve daha sonra evleniyor. Bir süre sonra yanına aynı hastalıktan muzdarip olan arkadaşı Muzaffer Tayyip'te geliyor ve beraber tedavileri sürüyor.

Filmi izlemek isteyenler için anlatmayı burada kesiyorum. Benim filme gitmek istememin sebebi iki şairin hayatı ve Zonguldak'ta geçmiş olması idi. Konusu ilgimi çekti. Yılmaz Erdoğan 1940'ların Zonguldak'ını canlandırmaya çalışmış. Bu konuda fazla bir yorum yapmayacağım ama görüntüler güzeldi. Bir ara filmdeki kısa diyaloglardan çok sıkıldım. Dramın verdiği ağırlıkla bazı sahnelerde içim şişti de diyebilirim ama filmi beğendim.  

Gelelim filmin bu sabah ki seyircilerine. Başta da yazdığım gibi kadınlar matinesi gibiydi. Sabah seansları boş geçtiğinden edebiyata, şiire meraklı kişilerin geldiğini düşündüm ilk başta ama etrafımda konuşulanları duyunca gelenlerin çoğunun Kıvanç Tatlıtuğ'u seyretmek için gelenler olduğunu anladım. Herkesin ağzında Kıvanç Tatlıtuğ'un adı :) Sabah akşam bugün Kıvanç'ı seyredeceğiz ne güzel diyenler, ne güzel oynamış diyenler...Seyircilerin çoğunun filmin konusu filan umurunda değildi. Varsa yoksa Kıvanç Tatlıtuğ. Çıkarken şunu düşündüm bu filmde Kıvanç Tatlıtuğ oynamasaydı bugün bu salon yine bu kadar dolu olur muydu acaba? Cevabım hayır. Bu da Yılmaz Erdoğan'la Kıvanç Tatlıtuğ'un ortak başarısı diyelim. 

Sonuç olarak bana göre iki şairin 1940'larda zorluk içinde Zonguldak'ta geçen dramatik yaşamını seyretmek istiyorsanız gidin derim. Kıvanç Tatlıtuğ hayranıysanız zaten gidecekseniz demektir ama ne dram isterim ne de Kıvanç beni ilgilendiriyor derseniz size göre bir film değil boşuna vaktinizi harcamayın derim. 



TAMARA DREWE

Dün gece ortalık sakinleşip sessizlik çökünce bir süre kitap okudum sonra elime kumandayı alıp seyredecek bir şeyler aradım. Bir sürü dizi film, film, sohbet, magazin derken gözüme Tamara Drewe adı çarptı. 2010 yılı İngiltere yapımı film. Tamam dedim bunu seyrediyorum ve keyif içinde bir buçuk saat geçirdim. 

Tamara gazetecilik yapan çekici bir kızdır. Annesinin ölümü üzerine eskiden yaşadığı kasabaya tekrar döner amacı bir süre orada kalıp evi düzene sokmak hatta müşteri bulduğu takdirde satmak niyetindedir. 

Kasabada roman yazmak için sakin bir yer arayan yazarların konakladığı bir çiftlik vardır. Çiftliği yine bir yazar olan Nicholas ve eşi işletmektedir. Nicholas ufak kulübesinde bütün gün yazılarını yazarken eşi Beth ise sabahtan akşama kadar çiftlik işleri ve mutfak işleri ile uğraşmakta aynı zamanda Nicholas'ın romanlarına yardım etmektedir. En ünlü romanın kahramanın yaratıcısı yine Beth'dir. 

Bu arada kasaba yaşantısından sıkılmış iki ergen kız kendi aralarında ortalığı karıştırarak eğlenmektedirler. (Bu iki karakter çok hoşuma gitti). İnsanları gizli gizli izlemek, resimlerini çekmek, yoldan geçen arabaların camlarına yumurta fırlatmak, kendilerine göre insanların psikolojik çözümlemelerini yapmak ve...devamı yok burada kesiyorum yaptıklarını :)

Tamara'nın kasabaya dönmesi evin eski sahibi ve Tamara'nın gençlik aşkı Andy'yi hem sevindirir hem de rahatsız eder. Tamara'nın istediği üzerine evinin tamir işlerini yüklenir. 

Bir gün kasabaya ünlü bir rock grubunun gelmesiyle işler karışır. Tamara, Andy ve rock grubunun bateristi Ben'in aşk üçgeni bir yandan, çiftlikte ki yazar grubu, Nicholas, Beth üçgeni bir yandan, araya kızların hınzırlıkları da girince film iyice keyifli bir hal alır. 

Bu tür filmlerden hoşlanıyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Muhteşem manzaralar içinde keyifli bir buçuk saat geçirirsiniz. Benden paylaşması:)



DOĞAN HIZLAN'LA YAZARLIK ÜZERİNE...

Doğan Hızlan Hürriyet'teki köşesinde üç gündür yazar olmak isteyenlere yaratıcı yazarlık hakkında bilgiler veriyor. Yaratıcı yazarlık kurslarının bir işe yarayıp yaramadığını, yazmak için neler yapılması gerektiğini, yazarlardan örnekler vererek okumanın yazmaya olan faydalarını anlatıyor yazılarında. Bu konuyla ilgilenip gözden kaçıranlar için paylaşmak istedim Hızlan'ın yazılarını. 

Yazarlığa niyet okurluğa kısmet.

Yaratıcı yazarlık konusunda pek çok kurs açıldı, bir çok kitap yayımlandı. Hiç kuşkusuz bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Çünkü yararlı bir yanı olduğu kadar aldatıcı bir yanı da var. Birinci soru şu olmalı: Yaratıcı yazarlık kursuna giden biri yazar olabilir mi?

Yazının devamını okumak için linke tıklayınız... 

http://ush.re/74uj

Çok yönlü bir çalışma

M.SADIK ASLANKARA, Yaratıcı Yazarlık işliklerinde dramadan yararlanmak (1) yazısında, yaratıcı yazarlığın geldiği yeri özetliyor.

Yazının devamını okumak için linki tıklayınız...

http://ush.re/nque

Ve bugünkü yazısı...

Yazar olabilirsiniz ancak...

Çok bilinen, çok ta yinelenen bir sözle başlayacağım.

Okumadan, iyi bir okur olmadan yazar olunmaz!

Yazının devamını okumak için linke tıklayınız...

http://ush.re/v2md

Tüm yazmak isteyenlere duyurulur...





İÇİMİZDEN BİRİLERİ...KAĞIT TOPLAYICILARI

Günlük hayatımızın her saatinde karşılaşıyoruz onlarla. Sokaklarda çuvallarını çekerken veya mahalledeki bir çöp kutularını karıştırırken karşımıza çıkıyorlar. İçimizden birileri onlar. Memleketlerinden kilometrelerce uzakta taşı toprağı altın olduğunu duydukları bu şehirde çöplerden kağıt toplayarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Geleceklerini ve hayallerini atık kağıtlar arasından çıkartmaya uğraşıyorlar. Hepsinin ayrı bir öyküsü var. Kimi kardeşimi, çocuğumu okutmak istiyorum ki bana benzemesin diyor, kimi töre cinayetinden kaçıp kurtulmak için bu yolu seçmiş belli ki elini kana bulamadan bir hayat sürmek istiyor, kimi terörden kaçmış gelmiş. 

Bizim evlerimizde tüketip attığımız çöpler onlara ekmek parası olarak geri dönüyor. Ayrıca bir de dernek kurmuşlar. Ve Van depreminde İstanbul, Ankara ve Antalya'dan 12 kamyon yardım göndermişler bölgeye. Çıkarttıkları Katık dergisinde kendi hikayelerini anlatıyorlar. En çok rahatsız oldukları konu ise tinerci, hırsız, evsiz, serseri muamelesi görmek. Bu sıfatlardan o kadar yorulmuşlar ki göz göze gelmekten bile kaçınıyorlar. 

Ali Mendillioğlu...Bu ismi duyanlarınız vardır mutlaka aranızda. O, bu ülkede fark yaratanlardan biri. O da çöplerden katı atık toplayan biri ama yalnızca atık toplamakla kalmamış Ali, geri dönüşüm işçilerini bir çatı altında toplayan Geri Dönüşüm İşçileri Derneğini kurmuş. Bu da yetmemiş seslerini duyurabilmek için kendilerini anlakttıkları bir dergi çıkartmaya başlamışlar : Katık. Ve bir de facebook grubu kurmuşlar. 

"Herkesin bakınca yüzünü çevirdiği, hayatın kenar kulübesinde oturup 90 dakika maça giremeyenler hep bizler oluyoruz. Ama biz maça girmek istiyoruz. Teknik direktör (hayat) bizide fark etsin, biz de maça dahil olalım istiyoruz." diye dile getiriyorlar sıkıntılarını çıkarttıkları Katık'da. 

İşte bizden biri Ali Mendillioğlu'nun bir röportajı...Fatih çöpleri ile Cihangir çöplerini anlatıyor...