TAMARA DREWE

Dün gece ortalık sakinleşip sessizlik çökünce bir süre kitap okudum sonra elime kumandayı alıp seyredecek bir şeyler aradım. Bir sürü dizi film, film, sohbet, magazin derken gözüme Tamara Drewe adı çarptı. 2010 yılı İngiltere yapımı film. Tamam dedim bunu seyrediyorum ve keyif içinde bir buçuk saat geçirdim. 

Tamara gazetecilik yapan çekici bir kızdır. Annesinin ölümü üzerine eskiden yaşadığı kasabaya tekrar döner amacı bir süre orada kalıp evi düzene sokmak hatta müşteri bulduğu takdirde satmak niyetindedir. 

Kasabada roman yazmak için sakin bir yer arayan yazarların konakladığı bir çiftlik vardır. Çiftliği yine bir yazar olan Nicholas ve eşi işletmektedir. Nicholas ufak kulübesinde bütün gün yazılarını yazarken eşi Beth ise sabahtan akşama kadar çiftlik işleri ve mutfak işleri ile uğraşmakta aynı zamanda Nicholas'ın romanlarına yardım etmektedir. En ünlü romanın kahramanın yaratıcısı yine Beth'dir. 

Bu arada kasaba yaşantısından sıkılmış iki ergen kız kendi aralarında ortalığı karıştırarak eğlenmektedirler. (Bu iki karakter çok hoşuma gitti). İnsanları gizli gizli izlemek, resimlerini çekmek, yoldan geçen arabaların camlarına yumurta fırlatmak, kendilerine göre insanların psikolojik çözümlemelerini yapmak ve...devamı yok burada kesiyorum yaptıklarını :)

Tamara'nın kasabaya dönmesi evin eski sahibi ve Tamara'nın gençlik aşkı Andy'yi hem sevindirir hem de rahatsız eder. Tamara'nın istediği üzerine evinin tamir işlerini yüklenir. 

Bir gün kasabaya ünlü bir rock grubunun gelmesiyle işler karışır. Tamara, Andy ve rock grubunun bateristi Ben'in aşk üçgeni bir yandan, çiftlikte ki yazar grubu, Nicholas, Beth üçgeni bir yandan, araya kızların hınzırlıkları da girince film iyice keyifli bir hal alır. 

Bu tür filmlerden hoşlanıyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Muhteşem manzaralar içinde keyifli bir buçuk saat geçirirsiniz. Benden paylaşması:)



DOĞAN HIZLAN'LA YAZARLIK ÜZERİNE...

Doğan Hızlan Hürriyet'teki köşesinde üç gündür yazar olmak isteyenlere yaratıcı yazarlık hakkında bilgiler veriyor. Yaratıcı yazarlık kurslarının bir işe yarayıp yaramadığını, yazmak için neler yapılması gerektiğini, yazarlardan örnekler vererek okumanın yazmaya olan faydalarını anlatıyor yazılarında. Bu konuyla ilgilenip gözden kaçıranlar için paylaşmak istedim Hızlan'ın yazılarını. 

Yazarlığa niyet okurluğa kısmet.

Yaratıcı yazarlık konusunda pek çok kurs açıldı, bir çok kitap yayımlandı. Hiç kuşkusuz bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Çünkü yararlı bir yanı olduğu kadar aldatıcı bir yanı da var. Birinci soru şu olmalı: Yaratıcı yazarlık kursuna giden biri yazar olabilir mi?

Yazının devamını okumak için linke tıklayınız... 

http://ush.re/74uj

Çok yönlü bir çalışma

M.SADIK ASLANKARA, Yaratıcı Yazarlık işliklerinde dramadan yararlanmak (1) yazısında, yaratıcı yazarlığın geldiği yeri özetliyor.

Yazının devamını okumak için linki tıklayınız...

http://ush.re/nque

Ve bugünkü yazısı...

Yazar olabilirsiniz ancak...

Çok bilinen, çok ta yinelenen bir sözle başlayacağım.

Okumadan, iyi bir okur olmadan yazar olunmaz!

Yazının devamını okumak için linke tıklayınız...

http://ush.re/v2md

Tüm yazmak isteyenlere duyurulur...





İÇİMİZDEN BİRİLERİ...KAĞIT TOPLAYICILARI

Günlük hayatımızın her saatinde karşılaşıyoruz onlarla. Sokaklarda çuvallarını çekerken veya mahalledeki bir çöp kutularını karıştırırken karşımıza çıkıyorlar. İçimizden birileri onlar. Memleketlerinden kilometrelerce uzakta taşı toprağı altın olduğunu duydukları bu şehirde çöplerden kağıt toplayarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Geleceklerini ve hayallerini atık kağıtlar arasından çıkartmaya uğraşıyorlar. Hepsinin ayrı bir öyküsü var. Kimi kardeşimi, çocuğumu okutmak istiyorum ki bana benzemesin diyor, kimi töre cinayetinden kaçıp kurtulmak için bu yolu seçmiş belli ki elini kana bulamadan bir hayat sürmek istiyor, kimi terörden kaçmış gelmiş. 

Bizim evlerimizde tüketip attığımız çöpler onlara ekmek parası olarak geri dönüyor. Ayrıca bir de dernek kurmuşlar. Ve Van depreminde İstanbul, Ankara ve Antalya'dan 12 kamyon yardım göndermişler bölgeye. Çıkarttıkları Katık dergisinde kendi hikayelerini anlatıyorlar. En çok rahatsız oldukları konu ise tinerci, hırsız, evsiz, serseri muamelesi görmek. Bu sıfatlardan o kadar yorulmuşlar ki göz göze gelmekten bile kaçınıyorlar. 

Ali Mendillioğlu...Bu ismi duyanlarınız vardır mutlaka aranızda. O, bu ülkede fark yaratanlardan biri. O da çöplerden katı atık toplayan biri ama yalnızca atık toplamakla kalmamış Ali, geri dönüşüm işçilerini bir çatı altında toplayan Geri Dönüşüm İşçileri Derneğini kurmuş. Bu da yetmemiş seslerini duyurabilmek için kendilerini anlakttıkları bir dergi çıkartmaya başlamışlar : Katık. Ve bir de facebook grubu kurmuşlar. 

"Herkesin bakınca yüzünü çevirdiği, hayatın kenar kulübesinde oturup 90 dakika maça giremeyenler hep bizler oluyoruz. Ama biz maça girmek istiyoruz. Teknik direktör (hayat) bizide fark etsin, biz de maça dahil olalım istiyoruz." diye dile getiriyorlar sıkıntılarını çıkarttıkları Katık'da. 

İşte bizden biri Ali Mendillioğlu'nun bir röportajı...Fatih çöpleri ile Cihangir çöplerini anlatıyor...


ANKET DEFTERİ DESEM...





Diye yazdım kişisel facebook sayfama o kadar çok cevap geldi ki hangisine cevap yazacağımı şaşırdım. Unutulmuş, bir kenarda saklanan bir defteri bekliyormuş herkes...

Lise çağlarım diyen oldu, gençliğim diyen oldu, arkadaşlarım diyen oldu, geçmişim diyen oldu, ama hala saklarım diyenler çoğunluktaydı. Eminim saklayanlar o gece sakladıkları yerden çıkarıp baktılar deftere. Hala devam eden arkadaşlıklar, yıllara karışanlar, uzaklara gidenler, dibimizde olanlar ve artık aramızda olmayanlar hepsi döküldü birer birer. Sorulara yazılan cevaplara gülündü, resimlerle dalga geçildi, hafızalar zorlandı belki...

Neler yoktu ki içlerinde...O zamanın yerli yabancı ünlüleri, çiçek böceklerle süslenmiş sayfalarca yazı. Sayfanın başında veya sonunda da anketi dolduranın en fotojenik fotoğrafı olurdu mutlaka. 

Ya sorular? Herkesin defterinde olan değişmez sorular vardı: En sevdiğiniz arkadaşınız, en sevdiğiniz hayvan, en sevdiğiniz yemek, en sevdiğiniz sanatçı, en sevdiğiniz bölümünden sonra boş zaman kısmına gelinirdi. Boş zamanlarınızda ne yaparsanız ? Halen aynı şekilde cevaplanan tipik cevapları vardı bu sorunun; kitap okurum, sinemaya giderim vs. 

Okuduğunuz kitaplar sorusuna benim defterime yazanlar Duygu Asena'nın kitaplarını yazmışlardı o zamanlar. Kadının Adı Yok Başı çekiyordu onu Füsun Erbulak'ın Niçin Geç Kaldım'ı takip ediyordu. O zamanın en cesurca yazılmış ve en popüler kitapları idi. Ayrıca Robin Cook ve Harold Robbins'te okunanlar arasındaydı. Birde Jackie Collins çok meşhurdu. Şimdiki pembe diziler gibi romanlar yazardı. Hollywood Kadınları vs. Pembe diziler dedim de birde beyaz dizi kitapları vardı genç kızların ellerinden düşmeyen. Harlequin çevirileri. O zamanın  Barbara Cartland  dizisi gibi birşeydi.

Sıra filmlere gelirdi, en sevdiğiniz film hangisi?  Kramer Kramere Karşı, Şampiyon, Gazap Kuşları herkesin elde mendil salya sümük izlediği filmlerdi. Yazılanlardan biride Gece Yarısının Ötesi idi ve günlerce kapalı gişe oynamıştı.

En çok sevilen müzik grupları içinde benim her zaman yazdığım grup Bee Gees idi ve o meşhur şarkıları Too Much Heaven. 

En sevdiğiniz arkadaşınız sorusunun cevabı ise fiksti, hepsi. Birinin adını yazsa öbürü bozulacak en iyisi yuvarlamak sevmesede hepsi. 

Ahhh bazıları da anketin sonuna tekerleme yazardı:) Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma :)

İçlerinde unutulmayanlar oldu, bakınca hatırlananlar oldu, buna da niye yazdırmışım ki hiç sevmezdim arkadaşım bile değildi denenler de oldu. Ve hepsi anket defterinin sayfalarının arasında o zaman diliminde kaldı. 

Anket defterleri...Naftalinli anılar diyorum ben bunlara. Geçmişten günümüze bir tür zaman tüneli...Neydim ne oldum misali. 

Ben defterimi eski bir parçayı dinleyerek kapıyorum ve sizlere şimdilik iyi geceler diliyorum. 








MURATHAN MUNGAN'LA İKİ SAAT



Bu sabah şehirdeki etkinlik programlarına göz atınca şöyle yazdım kişisel facebook sayfama : Neden izlemek istediğim söyleşiler bugüne toplanmış ? Ben şimdi hangisine yetişeceğim ? Üstelik saatleri de birbirine çok yakın :( 

Eh İstanbul gibi trafik karmaşasının yaşandığı bir metropol de aynı gün içinde saatleri çok yakın iki etkinliğe katılabilmenin hele ki, cumartesi günleri, imkansızlığını göz önüne alarak, ayın başından beri izlemeyi kafama koyduğum Murathan Mungan'la Edebiyat söyleşisine katılmayı tercih ettim. 

Murathan Mungan'la ilk tanışmam 1999 yılında Üç Aynalı Kırk Oda kitabıyla olmuştu. Ne yalan söyleyeyim kitabı okuduğumda bu ne yaaa demiştim. Kitabı hiç beğenmemiştim ama Murathan Mungan'ın yazılarını her zaman okuyordum. Yıllar sonra kitap kütüphanemde durduğu raftan bana tekrar kendini gösterdi. Kitabı tekrar okudum veeee bir Murathan Mungan okuyucusu olup çıktım. Eğer bugüne kadar okumadıysanız Üç Aynalı Kırk Odayı tavsiye ederim. Hele ki Aynalı Pastane öyküsünü. Şimdilik bu kadar günah çıkartmak yeter...Gelelim bugüne...

Hınca hınç dolu salonda kendine yakışır bir edebiyat söyleşisi sundu okuyucularına CKM'de Mungan. 

54 Kitabım var, 67 kitapta da imzam var ama hala hayata yeni başlamış bir çocuk gibi hissediyorum kendimi diyerek başladı konuşmasına ve devam etti;

"Hızlı bir dünyada yaşıyoruz ve bu hız bize çok şey kaybettiriyor. Durup düşünmeyi, anlamayı...Bu hız edebiyata da çok şey kaybettiriyor. Edebiyat eski bir sanat. At arabasının yavaş yavaş gittiğini, ağaçtan bir yaprağın yavaş yavaş düştüğünü yazan bir sanat. Bu hız edebiyata da yansıyınca olmuyor."

"Edebiyatta konular tükenmiştir. Temel bütün konular antik yunanda yazılmıştır. Geri kalanı da Shakespeare halletmiştir. Bize ufak bir konu havuzu kalmıştır."

"Türk edebiyatında sorun konu değildir. Siz nasıl anlatıyorsunuzdur. Yazarın parmak izi gibidir üslubu. Edebiyatın iki temel direği vardır:

1. Yazarın anlatma becerisi, gözleme
2. Okuyucunun hayal gücü, imgeleme gücü

"Edebiyatın yazarla okur arasındaki mahrem güç imgeleme. Bu yüzden hiçbir kitap sinemaya aktarılamaz. Kitabı okurken ki hayalinizle sinemaya yansıması farklıdır."




"Kitap okumaktan özel bir zevk almıyorsanız kitapla doğru ilişki kurmuyorsunuz demektir."

"Yazı edebiyat zahmetli bir iştir. Bir disiplindir. (Hemde nasıl !) Hayatla derdi olanların, daha iyi bir hayatı özleyenlerin işidir. Sevilmekten, beğenilmekten daha önemli bir şey var benim için : anlaşılmak. İnsanlar kendi anlamak istediklerini anlıyorlar kitaplarda ama benim anlatmak istediklerimi anlasınlar istiyorum. Eleştirmenler, ödüller önemli değil benim için, göz bebeklerinden tanıdığım okur önemli benim için."

İşte söyleşinin cep telefonu bölümünde çok güldüm :))

"Gündelik dilde 300 kelimeden fazla konuşamayan bir milletin cep telefonu sevdasını anlayamıyorum. Nasıl saatlerce konuşup mesaj çekebiliyorlar?" 

(Evet kelime dağarcığı bu kadar kıt olan bir millet cep telefonuna gelince döktürmeye başlıyor :)

"Yazı masamın başına oturmadan önce ellerimi yıkarım, fiziki anlamda değil metafor anlamda."

"Sanat söz konusu olduğunda asla olmaz demeyin. Birisi çıkar oldurur."

Söyleşide aldığım küçük notları sizlerle paylaşmak istedim sevgili Bir Hikayem Var okuyucularım. Umarım beğenmiş sinizdir :)



MUTLULUK








Bir telefon açmaktır, karşınızdakiyle gülümseyerek konuşmaktır…
Bir çift tatlı sözdür, yumuşacık bir dokunuştur…
Affetmektir, özür dilemektir, sevmektir, sevilmektir…

Çevreye dağıtılan bir tebessümdür, bir kahkahadır mutluluk…
Mut
luluk elimizde olanlara sevinmek, olmayanlar için ise üzülmemektir…
Her zaman bizden daha iyi durumda olanları değil bizden daha zor durumda olanları düşünmektir…
Birazcık işleri ertelemek, hayatın frenine basıp birazcık yavaşlamak kendimize zaman ayırmaktır mutluluk…
Bir çiçeği gördüğünde ona tebessümle yaklaşmak ve onu sevmek ve koklamaktır…
Güneşin doğuş anını seyretmek, seher vaktinde en az seher vakti kadar güzel temiz havayı ciğerlere çekip tutmak ve sonra bırakmaktır mutluluk…

Bahar yağmuru altında yürümek ve ıslanmak, yağmur sonrası toprak kokusunu teneffüs etmektir mutluluk…
Bir bebeğin gülümsemesi, bir bebeğin uyurken yüzündeki ifade, bir bebeğin kokusudur mutluluk…
Eşine veya sevdiğine seni seviyorum demek, bir güzel söz söylemek, bir tatlı bakış kondurmak, bir demet çiçek vermektir mutluluk…
Bir bebeğin ilk adımı, çıkan ilk dişi, bir bebeğin dudağından dökülen ilk sözcüklerdir…
Bir bardak çay, bir sıcak ekmek yarım dilim peynirdir mutluluk…
Hayattaki engelleri aşmak, sıkıntılar karşısında yenilmemek ve planlar oluşturmak hayatın yakasına yapışıp bende varım diyebilmek gücüne sahip olabilmektir…
Mutluluk bir yerde bakış açımızdır pozitif olmak, siyahtan çok beyazı görmek, 

Herhangi bir olaya biçtiğimiz yorumdur…

Her günümüzü son günümüz olarak bilip tüm canlıları sevmek, incitmemek, çevremize güven vermektir.
Dost olmak, kırıcı olmamaktır mutluluk…
Bazen bir kırmızı gülün rengine bakmaktır…
İnsanların gönlüne taht kurabilecek ahlak ve terbiyeye sahip olabilmektir mutluluk…
Parkta dolaşırken oyun oynayan çocuklara gülümsemek onlara el sallamak ve çantanızda bulundurduğunuz şekerli sakızdan dağıtmaktır mutluluk…
Niyesiz ve amasız sevinçlerle yüreğinizi doldurmak, 

Gül tadında gül kokusunda bir ömür yaşamaya yemin etmek, 
Gündelik sıkıntılara takılmamaktır…

Ruhunuza sadece bahar mevsimi yasatmaktır mutluluk…
Kupkuru bir tarlanın ruhunuzda ,kır çiçekleri ile doluymuş gibi yansımasıdır mutluluk….
Yüzümüzün yüreğimizle beraber gülümsediği an’ dır mutluluk.



-Alıntı-




BEN BU ODADAN HİÇ ÇIKMAM:)



Hürriyet'te tam benlik bir haber. Londralılar yağmur odasına akın ediyormuş. Yağmur odası. Hımmm hiç te fena fikir değil. Benim gibi yağmuru kışı sevenler için ideal bir oda olsa gerek. Gerçi Londralılara pek aklım ermedi ama :) Onları da ıslanmadan yağmurda yürümek cezbetmiş anlaşılan. İşte yağmur odası...Yağmur sevenlere duyurulur :)


   İngiltere'nin başkenti Londra'daki 'Yağmur Odası' ziyaretçi akınına uğruyor.




Londralılar 'Yağmur Odası'na akın ediyor










Sanat galerisi Barbican Centre'da kurulan 'Yağmur Odası', hayatı iki sağanak arasında koşuşturmakla geçen Londralıların büyük ilgisini çekiyor.

Haberin devamını okumak için http://ush.re/jj4l tıklayınız...


Yağmur odasını seyretmek için http://ush.re/m2jk tıklayınız...

ŞEYTAN VE ŞAİR

"Bu kitabı mezarımdan yazıyor olduğum gerçeğini asla unutmam. Mezarımdan yazıyorum çünkü bu kitap basıldığında ben çoktan ölmüş olacağım. Hayattan yazmayı tercih etmeminse iyi bir sebebi var: Bu şekilde kendimi özgürce ifade edebiliyorum."


İşte böyle başlıyor Şeytan ve Şair. Her zaman gittiğim kitapçıda yeni çıkanlar bölümünün en alt rafında buldum kitabı. Birçok dergide ve gazetede köşe yazarlığı yapmış asıl ismi Gene Ayres olan John Underwood tarafından yazılmış. Şimdiye kadar altı dile çevrilmiş ve söylendiğine göre kitabı basma cesaretini ilk İtalya göstermiş. Kitabın ilk kez çevirisiyle çok satanlar listesinde yer  alması edebiyat dünyasında bir ilk niteliğini taşımaktaymış.

Orjinal adı The Shakespeare Chronicles olan kitaptaki bütün belgeler, el yazmaları, bulgular gerçek olup İngiliz Milli Arşivi ve  British Library de bulunabilirmiş. Kitap bu güne kadar açıklanmayan bir takım belgelere dayanmaktaymış. Yazar, edebiyat dünyasına damgasını vurmuş bazı yazar ve şairlerin kirli çamaşırlarını ortaya döktüğünü anlatıyor. 

Roman, Prof. Desmond Lewis'in California'da vereceği konferans için yola çıkmasıyla başlıyor. Tüm dünyayı yerinden oynatacak açıklamalar yapacağı konferansa gitmeden önce eski dostu Jack Fleming'i arıyor ve yazdığı bir kitap hakkında fikrini almak istiyor. Ancak Prof. Lewis kalacağı otele varamadan ortadan kayboluyor. Olayı araştıran polis Golden Gate köprüsünde içinde ve üzerinde adı yazılı belgelerin bulunduğu terk edilmiş kiralık bir limuzin buluyor ve olayı intihar olarak değerlendiriyor. 

Jake Fleming ise arkadaşının intihar ettiğine inanmıyor ve olayın peşine düşüyor...Ve macera başlıyor. 

Kolay okunan sürükleyici bir macera romanı. Kitap ilerledikçe neden ilk kendi dilinde değilde başka bir dilde yazıldığı ortaya çıkıyor. Hele ki yazdıkları gerçek bilgilere dayanıyorsa edebiyat dünyasını alt üst edecek bir konu yakalamış Underwood. 

Ben henüz kitabın ortasındayım. Bakalım daha neler olacak? Kimlerin sırları ortaya dökülecek?
Bu aralar macera kitabı okumak isterseniz tavsiye ederim Şeytan ve Şair'i.

Şeytan ve Şair       John Underwood     Arkadya Yayınları    Çağla Dirice çevirisi 

İstanbul Oyuncak Müzesi :)



"Noel Baba Türkiye'de mi yaşadı?"
"Evet oğlum,..."
"Oyuncak dağıtırken ölmüş, değil mi baba?"

Kırdığımız Oyuncaklar
Sunay Akın



Bugün Oyuncak Müzesi günüydü. Benim gitmekten asla bıkmadığım,her gidişimde yeni birşeyler keşfettiğim, çocukluğumu bulduğum, her seferinde beni İstanbul’un bomboş sokaklarında, caddelerinde fütursuzca koştururken ki günlerime geri götüren Türkiye’nin tek Oyuncak Müzesi’ne.

Evimizin en küçük ferdi sabah uyanır uyanmaz ben Oyuncak Müzesi’ni görmedim dedi. Evet, okulla gidecekleri gün bizimki hastalıktan döşek yatak yattığı için gidememişti ve içinde kalmıştı. Bugün uyandığında bu kelimeler döküldü ağzından. Tamam dedim bugün Oyuncak Müzesi günümüz. Gidiyoruz…

Sokağı döner dönmez karşımıza çıkan dinazorlar hoşgeldiniz diyor  minik ziyartçilerine.
İstanbul Oyuncak Müzesi 23 Nisan 2005 yılında şair ve yazar Sunay Akın tarafından hayata geçirildi. Çok anlamlı bir tarihte açılışını yapmış Akın. Bir oyuncak müzesi açmak için seçilebilecek en güzel günü seçmiş. 23 Nisan. Geçmişin ve şimdinin çocuklarına ithafen. Müze geçmişten günümüze dünyanın dört bir yanından toplanmış 5000 adet oyuncağa ev sahipliği yapıyor. Daha çok geçmişten gelen oyuncaklara. Plastik bebeklerden, teneke arabalara, barbilerden, Fatoş oyuncaklara J.



Benim en çok sevdiğim alanlardan biri müzedeki oyuncakçı dükkanıdır. İçinde yaşlı bir adamın tahta oyuncaklar yaptığı yer. Bana "Affan  Dede" yi hatırlattı. Cahit Sıtkı Tarancı'nın Çocuk adlı şiirinin Affan dedesini...

Affan Dede'ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbirşey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.

Bu bahar havası, bu bahçe,
Havuzda su şırılşırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim.



Müzenin en üst katındaki tavan arasını da unutmamak lazım. Nedense orası bana hep Anna Frank’ı hatırlatır. Bodrum kattaki denizaltı ise Denizler Altında 20000 Fersah'ı.



Ayrıca müzede sergilenen minyatür evlerdeki ve dükkanlardaki ayrıntılar ise kesinlikle görülmeğe değer. Bir evin içindeki en ufacık bir abajur bile yerleştirilmiş masanın üzerine. Şekerci dükkanı, gelinlikci, şapkacı…Hepsi birbirinden güzel ve detaylı ama benim favorim kitapçı idi.



Gülümseten oyuncakların yanında hüzünlendirenlerde var tabikii. Mesela Tosya depreminde bebeği ile enkaz altında kalan küçük kızın enkazdan kurtarıldıktan sonra bebeğinin kırılan kolunu selobantla tedavi etmesi ve büyüyüp yıllar sonra emekli bir öğretmen olarak bu bebeği Oyuncak Müzesi’ne hediye etmesi. Ayrıca atom bombosının atıdığı Hiroşima’da bir okul enkazından çıkarılanlar. Hüzenlenmemek elde değil.

Çocuklar için olur da Harry Potter olmaz mı? Kovboylar, Pembe Panterler, Süpermenler, Star Wars, Uzay Yolu, trenler, uçaklar, bebekler, arabalar…Daha neler neler…Anlatılmaz gezilir diyorum…

Ellerine sağlık Sunay Akın…Ne güzel bir müze kazandırmışsın İstanbul’a J Hem büyüklere, hem çocuklara…




"Her akşamüstü oyuncakçı
camekanından
çocuk ellerinin 
izlerini
siler"