MUTLULUK








Bir telefon açmaktır, karşınızdakiyle gülümseyerek konuşmaktır…
Bir çift tatlı sözdür, yumuşacık bir dokunuştur…
Affetmektir, özür dilemektir, sevmektir, sevilmektir…

Çevreye dağıtılan bir tebessümdür, bir kahkahadır mutluluk…
Mut
luluk elimizde olanlara sevinmek, olmayanlar için ise üzülmemektir…
Her zaman bizden daha iyi durumda olanları değil bizden daha zor durumda olanları düşünmektir…
Birazcık işleri ertelemek, hayatın frenine basıp birazcık yavaşlamak kendimize zaman ayırmaktır mutluluk…
Bir çiçeği gördüğünde ona tebessümle yaklaşmak ve onu sevmek ve koklamaktır…
Güneşin doğuş anını seyretmek, seher vaktinde en az seher vakti kadar güzel temiz havayı ciğerlere çekip tutmak ve sonra bırakmaktır mutluluk…

Bahar yağmuru altında yürümek ve ıslanmak, yağmur sonrası toprak kokusunu teneffüs etmektir mutluluk…
Bir bebeğin gülümsemesi, bir bebeğin uyurken yüzündeki ifade, bir bebeğin kokusudur mutluluk…
Eşine veya sevdiğine seni seviyorum demek, bir güzel söz söylemek, bir tatlı bakış kondurmak, bir demet çiçek vermektir mutluluk…
Bir bebeğin ilk adımı, çıkan ilk dişi, bir bebeğin dudağından dökülen ilk sözcüklerdir…
Bir bardak çay, bir sıcak ekmek yarım dilim peynirdir mutluluk…
Hayattaki engelleri aşmak, sıkıntılar karşısında yenilmemek ve planlar oluşturmak hayatın yakasına yapışıp bende varım diyebilmek gücüne sahip olabilmektir…
Mutluluk bir yerde bakış açımızdır pozitif olmak, siyahtan çok beyazı görmek, 

Herhangi bir olaya biçtiğimiz yorumdur…

Her günümüzü son günümüz olarak bilip tüm canlıları sevmek, incitmemek, çevremize güven vermektir.
Dost olmak, kırıcı olmamaktır mutluluk…
Bazen bir kırmızı gülün rengine bakmaktır…
İnsanların gönlüne taht kurabilecek ahlak ve terbiyeye sahip olabilmektir mutluluk…
Parkta dolaşırken oyun oynayan çocuklara gülümsemek onlara el sallamak ve çantanızda bulundurduğunuz şekerli sakızdan dağıtmaktır mutluluk…
Niyesiz ve amasız sevinçlerle yüreğinizi doldurmak, 

Gül tadında gül kokusunda bir ömür yaşamaya yemin etmek, 
Gündelik sıkıntılara takılmamaktır…

Ruhunuza sadece bahar mevsimi yasatmaktır mutluluk…
Kupkuru bir tarlanın ruhunuzda ,kır çiçekleri ile doluymuş gibi yansımasıdır mutluluk….
Yüzümüzün yüreğimizle beraber gülümsediği an’ dır mutluluk.



-Alıntı-




BEN BU ODADAN HİÇ ÇIKMAM:)



Hürriyet'te tam benlik bir haber. Londralılar yağmur odasına akın ediyormuş. Yağmur odası. Hımmm hiç te fena fikir değil. Benim gibi yağmuru kışı sevenler için ideal bir oda olsa gerek. Gerçi Londralılara pek aklım ermedi ama :) Onları da ıslanmadan yağmurda yürümek cezbetmiş anlaşılan. İşte yağmur odası...Yağmur sevenlere duyurulur :)


   İngiltere'nin başkenti Londra'daki 'Yağmur Odası' ziyaretçi akınına uğruyor.




Londralılar 'Yağmur Odası'na akın ediyor










Sanat galerisi Barbican Centre'da kurulan 'Yağmur Odası', hayatı iki sağanak arasında koşuşturmakla geçen Londralıların büyük ilgisini çekiyor.

Haberin devamını okumak için http://ush.re/jj4l tıklayınız...


Yağmur odasını seyretmek için http://ush.re/m2jk tıklayınız...

ŞEYTAN VE ŞAİR

"Bu kitabı mezarımdan yazıyor olduğum gerçeğini asla unutmam. Mezarımdan yazıyorum çünkü bu kitap basıldığında ben çoktan ölmüş olacağım. Hayattan yazmayı tercih etmeminse iyi bir sebebi var: Bu şekilde kendimi özgürce ifade edebiliyorum."


İşte böyle başlıyor Şeytan ve Şair. Her zaman gittiğim kitapçıda yeni çıkanlar bölümünün en alt rafında buldum kitabı. Birçok dergide ve gazetede köşe yazarlığı yapmış asıl ismi Gene Ayres olan John Underwood tarafından yazılmış. Şimdiye kadar altı dile çevrilmiş ve söylendiğine göre kitabı basma cesaretini ilk İtalya göstermiş. Kitabın ilk kez çevirisiyle çok satanlar listesinde yer  alması edebiyat dünyasında bir ilk niteliğini taşımaktaymış.

Orjinal adı The Shakespeare Chronicles olan kitaptaki bütün belgeler, el yazmaları, bulgular gerçek olup İngiliz Milli Arşivi ve  British Library de bulunabilirmiş. Kitap bu güne kadar açıklanmayan bir takım belgelere dayanmaktaymış. Yazar, edebiyat dünyasına damgasını vurmuş bazı yazar ve şairlerin kirli çamaşırlarını ortaya döktüğünü anlatıyor. 

Roman, Prof. Desmond Lewis'in California'da vereceği konferans için yola çıkmasıyla başlıyor. Tüm dünyayı yerinden oynatacak açıklamalar yapacağı konferansa gitmeden önce eski dostu Jack Fleming'i arıyor ve yazdığı bir kitap hakkında fikrini almak istiyor. Ancak Prof. Lewis kalacağı otele varamadan ortadan kayboluyor. Olayı araştıran polis Golden Gate köprüsünde içinde ve üzerinde adı yazılı belgelerin bulunduğu terk edilmiş kiralık bir limuzin buluyor ve olayı intihar olarak değerlendiriyor. 

Jake Fleming ise arkadaşının intihar ettiğine inanmıyor ve olayın peşine düşüyor...Ve macera başlıyor. 

Kolay okunan sürükleyici bir macera romanı. Kitap ilerledikçe neden ilk kendi dilinde değilde başka bir dilde yazıldığı ortaya çıkıyor. Hele ki yazdıkları gerçek bilgilere dayanıyorsa edebiyat dünyasını alt üst edecek bir konu yakalamış Underwood. 

Ben henüz kitabın ortasındayım. Bakalım daha neler olacak? Kimlerin sırları ortaya dökülecek?
Bu aralar macera kitabı okumak isterseniz tavsiye ederim Şeytan ve Şair'i.

Şeytan ve Şair       John Underwood     Arkadya Yayınları    Çağla Dirice çevirisi 

İstanbul Oyuncak Müzesi :)



"Noel Baba Türkiye'de mi yaşadı?"
"Evet oğlum,..."
"Oyuncak dağıtırken ölmüş, değil mi baba?"

Kırdığımız Oyuncaklar
Sunay Akın



Bugün Oyuncak Müzesi günüydü. Benim gitmekten asla bıkmadığım,her gidişimde yeni birşeyler keşfettiğim, çocukluğumu bulduğum, her seferinde beni İstanbul’un bomboş sokaklarında, caddelerinde fütursuzca koştururken ki günlerime geri götüren Türkiye’nin tek Oyuncak Müzesi’ne.

Evimizin en küçük ferdi sabah uyanır uyanmaz ben Oyuncak Müzesi’ni görmedim dedi. Evet, okulla gidecekleri gün bizimki hastalıktan döşek yatak yattığı için gidememişti ve içinde kalmıştı. Bugün uyandığında bu kelimeler döküldü ağzından. Tamam dedim bugün Oyuncak Müzesi günümüz. Gidiyoruz…

Sokağı döner dönmez karşımıza çıkan dinazorlar hoşgeldiniz diyor  minik ziyartçilerine.
İstanbul Oyuncak Müzesi 23 Nisan 2005 yılında şair ve yazar Sunay Akın tarafından hayata geçirildi. Çok anlamlı bir tarihte açılışını yapmış Akın. Bir oyuncak müzesi açmak için seçilebilecek en güzel günü seçmiş. 23 Nisan. Geçmişin ve şimdinin çocuklarına ithafen. Müze geçmişten günümüze dünyanın dört bir yanından toplanmış 5000 adet oyuncağa ev sahipliği yapıyor. Daha çok geçmişten gelen oyuncaklara. Plastik bebeklerden, teneke arabalara, barbilerden, Fatoş oyuncaklara J.



Benim en çok sevdiğim alanlardan biri müzedeki oyuncakçı dükkanıdır. İçinde yaşlı bir adamın tahta oyuncaklar yaptığı yer. Bana "Affan  Dede" yi hatırlattı. Cahit Sıtkı Tarancı'nın Çocuk adlı şiirinin Affan dedesini...

Affan Dede'ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbirşey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.

Bu bahar havası, bu bahçe,
Havuzda su şırılşırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim.



Müzenin en üst katındaki tavan arasını da unutmamak lazım. Nedense orası bana hep Anna Frank’ı hatırlatır. Bodrum kattaki denizaltı ise Denizler Altında 20000 Fersah'ı.



Ayrıca müzede sergilenen minyatür evlerdeki ve dükkanlardaki ayrıntılar ise kesinlikle görülmeğe değer. Bir evin içindeki en ufacık bir abajur bile yerleştirilmiş masanın üzerine. Şekerci dükkanı, gelinlikci, şapkacı…Hepsi birbirinden güzel ve detaylı ama benim favorim kitapçı idi.



Gülümseten oyuncakların yanında hüzünlendirenlerde var tabikii. Mesela Tosya depreminde bebeği ile enkaz altında kalan küçük kızın enkazdan kurtarıldıktan sonra bebeğinin kırılan kolunu selobantla tedavi etmesi ve büyüyüp yıllar sonra emekli bir öğretmen olarak bu bebeği Oyuncak Müzesi’ne hediye etmesi. Ayrıca atom bombosının atıdığı Hiroşima’da bir okul enkazından çıkarılanlar. Hüzenlenmemek elde değil.

Çocuklar için olur da Harry Potter olmaz mı? Kovboylar, Pembe Panterler, Süpermenler, Star Wars, Uzay Yolu, trenler, uçaklar, bebekler, arabalar…Daha neler neler…Anlatılmaz gezilir diyorum…

Ellerine sağlık Sunay Akın…Ne güzel bir müze kazandırmışsın İstanbul’a J Hem büyüklere, hem çocuklara…




"Her akşamüstü oyuncakçı
camekanından
çocuk ellerinin 
izlerini
siler"

                                                                        

BAHÇIVANIN BİR YILI :)

Son günlerde üstümde bir tembellik bir tembellik. Üzerine bir de boş vermişlik eklendi. Ne bir şey okuyorum ne de yazıyorum. Ara sıra böyle oluyorum ama dün akşamdan beri tekrar fabrika ayarlarıma geri dönüş yaptım. Şöyle bir kendime geldim. Bir de ne göreyim Bir Hikayem Var'ı da boşlamışım. Boynu bükük kalmış. İşte bu hiç olmamış. Neyse şimdi gelelim dün akşama ve Bahçıvanın Bir Yılı'na...

Dün yine kitap sitelerinde gezinirken rastladım bahçıvana. "Bahçıvanın Bir Yılı bir bahçecilik edebiyat klasiğidir. Bahçeciliğin meraklıları, Çapek'in bahçıvanının tutkularını, zayıf yanlarını ve tuhaflıklarını fark edince güleceklerdir." yazıyordu tanıtım yazısında. Her zaman alışveriş ettiğim kitap evine telefon edip ayırttım, bugünde aldım. Okumaya başladığımda bahçe, ekim dikim konusunda yalnız olmadığımı gördüm:) Okudukça koptum :) Bahçıvanın bahçeyle sınavı...Hani çim ekersiniz yemyeşil bir çim çıkmasını beklerken yerine semizotu çıkar ya ve konu komşuya bol bol semizotu dağıtırsınız bizim bahçeden diye işte böyle şeyleri de anlatıyor:))) (Bu arada umarım bu bölümü yazlıktaki komşum okumaz:)))

Bende her yıl lavanta tohumları ekerim ve gözlerinin içine bakarım çıksınlar diye. Sonuç her saksıda ne idüğü belirsiz incecik bir ot çıkar kısa süre sonra da ölür. Bende gider yapılmışını alırım. Ama inat ettim bir gün o cılız otları adam edip lavanta yetiştireceğim. 

Bu aralar güzel bir kitap okumak istiyorsanız tavsiye ederim Bahçıvanın Bir Yılı'nı. Belki sizinde içinizdeki bahçıvanı gün yüzüne çıkarır. 

Kitap Altıkırkbeş yayınlarından çıkmış. İlk sayfayı açtığınızda şöyle yazıyor: Altıkırkbeş Yayın Bir Kaybedenler Kulübü tribidir. 

Yayın Yönetmenleri : Kaan Çaydamlı, Şenol Erdoğan
Kapak Tasarım : Erol Egemen

Ve devam ediyor;

"Kadıköy'ün yağmurlu ve puslu sokaklarında hazırlanan bu kitap sizi uçurumdan aşağı atabilecek güce sahip olabilir. Herhangi bir şekilde ve özellikle izinsiz olarak iktibas edildiğinde  Kadıköy'ün o bilinen, serin ve rutubetli laneti, yıllar boyunca bunu yapanı takip eder, saçları dökülür, rüyasında sürekli olarak Kadıköy sokaklarından akın akın geçerek yıllık intiharını gerçekleştirmeye giden lemur sürüleri görür ve derin bir yalnızlığa gömülür."




İyi okumalar...

BAHÇIVANIN BİR YILI         KAREL ÇAPEK         ALTIKIRKBEŞ YAYIN


Murathan Mungan'dan... Eskidendi, Çok Eskiden











Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden, 

Hani okuldan, işten dönerken, 
Işıklar yanardı evlerde, 
Eskidendi, çok eskiden. 

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençligimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski.
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden,
Geçen geçti.
Geceyi söndür kalbim,
Geceler de gençlik gibi eskidendi.
Şimdi uykusuzluk vakti.

Murathan Mungan

Yine Yine Yeniden Sabit Fikir

Sabit Fikir'i edebiyatla ilgilenen herkes biliyordur sanırım. Benim neredeyse her gün okuduğum bir sayfadır. Edebiyat dünyasında ne var ne yok, yeni kitaplar, yazarlar neler söylemiş, neler yazmış, ufuktaki kitaplar, röportajlar, yayın evleri ne ararsanız var. Mesela bugün gördüm Dan Brown'dan yeni bir kitap geliyormuş yakında. Bekleyelim görelim neler yazmış Dan Brown. Laf aramızda beni biraz sıktı. Aynı konuya sardı gidiyor. Bu sefer belki farklı bir kitap gelir. Neyse konu Dan Brown değil. 

Konumuz Kurt Vonnegut'un yazma sanatı üzerine önerileri. Hikaye yazmanın sırlarını fısıldamış okurlarına ve yazmak isteyenlere. İşte Vonnegut'un yazma önerileri.


Kurt Vonnegut'tan yazmak sanatı üzerine inciler



Kurt Vonnegut hayatı boyunca yazmak sanatı üzerine hep net ve tam isabet tavsiyeler veren biri oldu; bazen iyi bir hikaye yazmanın sırrını özetleyiverdi, bazen de yaratıcı yazarlık üzerineşemalar çizdi. Hangi şekilde olursa olsun, yazar olmak isteyen ve okurluğu "beceremeyenlere" her zaman verecek bir öğüdü olan Vonnegut, yazmak sanatı üzerine olan tavsiyelerini 8 başlıkta toplamış, bize de denemek kalmış!





1. Önemsediğiniz bir konu bulun.


Kalbinizde başkalarının da önemsemesi gerektiğini hissettiğiniz bir konu bulun. Üslubunuzdaki en baştan çıkarıcı ve en etkili element dilde yaptığınız oyunlar değil, bu samimi önemseme olacak.


Bu arada sizi roman yazmaya teşvik etmiyorum — ama samimi bir şekilde bir şeyi önemseyerek yazdıysanız, pek üzülmem. Yoldaki bir çukur hakkında belediye başkanına yazdığınız bir dilekçe ya da komşu kızına yazacağınız bir aşk mektubu da yeterli olur.






2. Abuk sabuk konuşmayın.



Bunun hakkında abuk sabuk konuşmayacağım.

3. Sade olun.


Dili kullanırken: İngilizcenin iki büyük ustası William Shakespeare ve James Joyce'un en derin konularda bir çocuk gibi cümle kurduklarını hatırlayın. "Olmak ya da olmamak?" diye sorar Shakespeare'in Hamlet'i ("To be or not to be.); en uzun kelime üç harten oluşur. Joyce oyunbazlık yaptığı zaman, Cleopatra'nın kolyesi gibi şaşaalı ve çetrefilli cümleler kurar. Benim favorim ise, "Eveline" adlı kısa öyküsündeki şu cümledir: "O yorgundu." Hikayede bu noktada, hiçbir kelime bu iki kelimenin yapacağı kadar okurun kalbini öyle kıramaz.


Dilin sadeliği saygı değer olmasının yanı sıra, belki de kutsaldır da. İncil, 14 yaşındaki bir gencin yazabileceği bir şekilde, şöyle bir cümleyle açılır: "Başlangıçta Tanrı cenneti ve dünyayı yarattı."





4. Kesecek cesaretiniz olsun.


Belki sizin de "Cleopatra'ya kolye yapacak kadar" bir yeteneğiniz vardır. Ancak güzel konuşmanız, kafanızdaki fikirlerin uşağı olmalıdır. Kuralınız bu olabilir: Ne kadar mükemmel olursa olsun, eğer bir cümle konunuzu yeni ve faydalı bir şekilde aydınlatamıyorsa, atın gitsin.


5. Kendiniz olun.
 
Sizin için en doğal olan yazma üslubu, çocukken duyduğunuz dili taklit edendir. İngilizce, romancı Joseph Conrad'ın üçüncü diliydi ve İngilizceyi keskin bir şekilde kullanışı, ana dili olan Polonyaca ile renkleniyordu. Aynı şekilde, İrlanda'da doğan bir yazar çok şanslıdır, çünkü orada konuşulan İngilizce pek eğlenceli ve müzikaldir. Ben ise Indianapolis'te büyüdüm; konuşma dilinin çinko kaplı bir tenekeyi kesen şeritli bir testerenin çıkardığı sese benzediği, kelime haznesinin bir ingiliz anahtarı kadar sade olduğu bir yerde.


[…]


Ben de şunu biliyorum ki, benim ve başkalarının kendi yazıma en çok güvendiği zaman, işte o Indianapolis'li biri gibi konuştuğum zaman. Başka ne alternatifim var ki? Kesin, öğretmenleriniz size de birkaç yüzyıl önce yaşamış bir İngiliz beyefendisi gibi yazmanızı hararetli bir şekilde öğütlemiştir.





6. Demek istediğiniz şeyi söyleyin.


Böyle öğüt veren öğretmenlerden usanmıştım ama artık usanmıyorum. Kendi eserlerimle karşılaştırmam gereken o antika deneme ve öykülerin eski ya da yabancı olmalarından değil, yazarlarının demek istedikleri şeyi tam olarak söyledikleri için olağanüstü olduklarını şimdi anlıyorum. Öğretmenlerim benim doğru bir biçimde yazmamı, en etkileyici kelimeleri seçmemi ve bir kelimeyi bir diğerine belirsizce, sıkı sıkıya bir makinenin parçalarıymışçasına bağlamamı isterlerdi. Sonuçta öğretmenlerim beni bir İngiliz beyefendisine dönüştürmek istemiyordu. Onlar sadece anlaşılır olmamı istiyorlardı — ve anlaşılan.



Pablo Picasso'nun resimde, jazz sanatçılarının müzikte yaptığı numaraları kelimelerle yapma hayalim de böylece suya düştü. Noktalama kurallarının tümünü bozsam, kelimelerin ben ne istiyorsam o anlama gelmesini sağlasam ve onları karman çorman bir şekilde bağlasam, bir türlü anlaşılamazdım işte. Eğer bir şeyler söylemek ve anlaşılmak istiyorsanız, siz de Picasso ya da jazz stilinden kaçının.


Okurlar bütün sayfaların önceden gördükleri gibi olmalarını isterler. Peki ya neden? Çünkü onların da zor bir işi vardır ve bizden alabilecekleri bütün yardıma muhtaçtırlar.

7. Okurlara acıyın.


Okurlar kağıt üzerinde binlerce küçük işareti tanımlamak ve anında onlardan bir anlam çıkarmak zorundadır. Okumak zorundadırlar; 12 yıl boyunca okulda öğrenseler de hala ustası olamadıkları bir sanat. 

Okurlarımız kusurlu sanatçılar olduğu için, yazar olarak üslüp seçeneklerimiz ne çok sayıdadır ne de göz kamaştırıcı. Onlar bizden sürekli sadeleştirmeye ve netleştirmeye hazır sempatik ve sabırlı öğretmenler olmamızı isterlerken, biz, kalabalığın üstünde durmuş bülbüller gibi şakımak isteriz.


Bu kötü bir haber. İyi haberse, biz Amerikalıların eşsiz bir anayasaya sahip olduğu ve bu yüzden cezalandırılma korkusu olmadan istediğimiz her şeyi yazabilecek olmamız. Bu nedenle üslubumuzun en anlamlı yanı, yani ne hakkında yazdığımız, tamamen sınırsız olması.

8. Daha fazla detaylı bir tavsiye için 


Daha dar ve teknik anlamda edebi tekniği tartışmak isteyenlerin dikkatini, E. B. White ve Strunk, Jr. tarafından kaleme alınan The Elements of Style (Üslubun Elementleri) kitabına çekmek isterim. E. B. White, tartışmasız en hayranlık uyandıran üslupçulardandır.


Siz de bir şeyin farkına varmalısınız ki, eğer söyleyecek büyüleyici şeyleri olmasaydı, hiç kimse Bay White'ın kendini iyi ya da kötü ifade edişini umursamazdı.



Share on myspace

Yazarlardan çocuklarına mektuplar (1)


Yine Sabitfikir'den çok güzel bir yazı daha. Yazarların çocuklarına yazdıkları mektuplar. Hepsi birbirinden güzel ve duygusal satırları okuyucuları ile paylaşmışlar. Ben en çok John Steinbeck'in aşık olan oğluna ve Anne Sexton'un kızına yazdığı mektupları beğendim. 
 İşte mektuplar...



Paul Auster ve J.M. Coetzee'nin mektupları geçtiğimiz günlerde Şimdi ve Burada adıyla yayımlandı biliyorsunuz. Okuması oldukça keyifli olan bu mektupları düşününce bile, “Keşke insanlar daha çok mektup yazsalar birbirlerine.” diye düşünmeden edemiyor insan. Özellikle de yazarların mektuplarını okumak ufkumuzu açıyor, aile bireylerine, arkadaşlarına, ama en çok da çocuklarına yazdıkları eğlenceli, bilgelik ve sevgi dolu mektupları okumak istiyoruz diyorsanız, bu mektupların ilk bölümüne bir göz atın deriz.





Sherwood Anderson'dan, 17 yaşındaki oğlu John'a, 1926

  


  
Sana verebileceğim en iyi tavsiye, bir şeyi çok iyi öğrenip, ondan hayatını kazanabilmen olur. Bob bunu gazete işlerinde kotarmayı başardı ve bir yükselme yaşadı. Daha ufak bir şehirde çalışıyor olması da ona iyi geldi. Fen bilimlerine gelecek olursak, her biri uzun bir eğitim ve dikkatli bir çalışma gerektiriyor. Eğer bunun için yaratılmışsan her şey harika olur. Uzun vadede düşünecek olursan kendi kararlarını verebileceksin.

  
Sanat ise, bir insana çok daha büyük bir tatmin verebilir, ancak bu kesin değildir. Hayatını dilediğince sürdürmen zor olabilir.



Yeniden dünyaya gelseydim, muhtemelen yine yazar olmak isterdim ama önceliğimi ellerimi nasıl kullanacağıma verirdim. Zanaatin, bir kimseye çok büyük bir keyif verebileceğini düşünüyorum.



Beyinsiz adamların ve ne söylediklerinin farkına varamayanların önerilerini dinleme. Hemen hemen tüm küçük esnaflar sana şöyle diyecektir: “Bana bak.” Azıcık para ve mevki sahibi olmakla, ahkam kesme hakkına sahip olduklarını düşünür böyleleri.

  
Bir sonraki adımın, güzel zevklere sahip olmak olsun. Bu zordur, yavaş yavaş çalışmalısın üzerinde. Çok azımız başarabilmişizdir zaten. Hayatının sonuna geldiğinde elinde avucunda kalan başarın da bu olacaktır, unutma.



Bazen, ressamların resimle ilgili ne kadar az şey bildiklerine şaşırıyorum, yazarların yazıyla, tüccarların ticaretle... Pek çoğu yalnızca akıntıda sürükleniyorlar.
  
Pek çoğunda, kolay para kazanabilmek için sahip oldukları bir özellik var: gözüpeklik. Kuzunun peşine düşmüş kurt gibiler. Tüm bunları bir kenara koyarsak; ben seni öncelikle, farklı hallerinle görmek isterim. Bu sana her şeyden çok yardımcı olacak. Nasıl başaracağını söyleyemem, ancak bir yol mutlaka bulunur. Her neyse, seninle bu yaz görüşeceğiz. Kasabaya dönüş için bu hafta toplanmaya başlıyoruz.


Sevgilerimle,

Baban






  
F. Scott Fitzgerald'dan, 11 yaşındaki kızı Scottie'ye, kampa gittiği yaz yazılmış bir mektup, 1933



  

Tatlı turtam,

  
Oralarda neler yaptığını fazlasıyla merak ediyorum. Fransızca okumaların hakkında bana biraz daha bilgi verebilir misin? Orada mutlu olduğun için seviniyorum, gerçi ben mutluluğa pek inanmam. Izdıraba inanmadığım gibi. Bu tip duyguları beyaz perdede, kitaplarda görürüz, ancak normal hayatta başımıza gelmezler.


Hayatta en inandığım şey üstünlüklerinin getirdiği ödüller (bunlar yeteneklerine bağlıdır tabi) ve sorumluluklarını yerine getirememenden ötürü sana verilen cezalardır, ki bunlar da oldukça ağır olurlar. Eğer kampın kütüphanesinde varsa, Bayan Tyson'a, Shakespeare'in 94. sonesini okutmasını söyleyebilir misin?

  
Kampın taksidini ödemem gerek, şimdi aklıma geldi.

  
Neyse, yazmak istediklerimi şu şekilde özetleyeceğim:
  
Endişelenmen gereken şeyler:

* Cesaret konusunda endişelen,

* Temizlik konusunda endişelen,

* Verim ve yeterlilik konusunda endişelen,

* Biniciliğin konusunda endişelen.

  

Endişelenmemen gereken şeyler:

* Popüler fikirlerle ilgili endişelenme,

* Bebekler konusunda endişelenme

* Geçmiş konusunda endişelenme,

*Gelecek konusunda endişelenme,

* Büyümekle ilgili endişelenme,

* Senin önüne geçecek hiçkimse için endişelenme,

* Büyük başarılarla ilgili endişelenme,

* Sivrisinekler konusunda endişelenme, sinekler konusunda da,

* Aileler ve erkekler konusunda endişelenme,

* Hayalkırıklıklarıyla ilgili endişelenme,

* Zevk konusunda endişelenme,

* Tatmin konusunda endişelenme.

  

Düşünmen gereken şeyler:


Hedefim nedir?


Yaşıtlarım arasında şu konularda ne kadar iyiyim:

a) Eğitim 

b) İnsanları anlayabiliyor ve onlarla geçinebiliyor muyum?

c)Vücudumu bir müzik aleti gibi kullanabiliyor muyum, yoksa onu yalnızca görmezden mi geliyorum?

Çok, çok sevgiyle,

Babacığın


  


  


John Steinbeck'in, yatılı okuldayken bir kıza aşık olduğunu yazan oğlu Thom'a yazdığı mektup:

  


Sevgili Thom,


Mektubunu bu sabah aldık. Ben şimdi kendi görüşlerimi yazacağım sonra annen de kendininkileri.


Öncelikle- eğer aşıksan- bu güzel bir şey, hatta bir insanın başına gelebilecek en güzel şey. Kimsenin bunu küçümsemesine ya da hafife almasına izin verme.



Aşkın da çeşitleri vardır. Kimisi bencil, doyumsuz, eogist bir aşıktır, aşkı yalnızca kendini yüceltmek için kullanır. Bu çeşit, çirkin ve sakat bir aşk çeşididir. Diğerinde ise, içindeki tüm güzellik dışına taşar- şefkat, nezaket, saygı... O kişinin kendine has ve değerli olduğunu kabul edersin. İlk aşk çeşidi seni hasta eder ve kendini küçük ve değersiz hissetmene sebep olur. Ancak ikincisi içindeki gücü ortaya çıkarır ve seni cesur kılar, şu ana dek sahip olduğunu bile düşünmediğin bir bilgelik sunar sana.


Bunun çocuksu bir aşk olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar derin hisler besliyorsan, elbette çocukluk aşkı değildir bu.


Ancak tabi bana ne hissettiğini danışacağını sanmıyorum. Sen herkesten daha iyi bilirsin. Ben sana ancak şu konuda yardımcı olabilirim: ne yapman gerektiği.


Aşk için çok memnun ve minnettar olmalısın. Eğer birini seviyorsan- hayır demende de hiçbir sakınca yok tabi ki- şunu hatırlamalısın ki bazı insanlar çok utangaç olabilirler. Kızlar, erkeklerin ne hissetiğini kolayca anlayabilirler, ancak bunu duymak da isterler. 


Bazen de hislerine karşılık alamayabilirsin- ancak bu, o hisleri daha az değerli ve güzel yapmaz.


Son olarak, neler hissettiğini biliyorum çünkü zamanında aynılarını ben de yaşadım ve senin de bu duyguyu tatmandan ötürü çok mutluyum.


Susan'la tanışmaktan memnuniyet duyarız. Dilediği zaman bizi ziyarete gelebilir. 


Kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa, gerçekleşir. Önemli olan şey acele etmemektir.Güzel olan hiçbir şey elden gitmez.


Sevgilerimle,


Baban







Anne Sexton'dan, 15 yaşındaki kızı Linda'ya, 1969

 




Sevgili Linda,



St. Louis'ye giden uçaktayım, bir okuma yapmak için gidiyorum oraya. New Yorker'da bir öykü okuyordum ve bir anda annemi düşündüm. Uçakta öylece otururken fısıldadım ona, “Biliyorum anne, biliyorum.” (Ve sonra bir kalem buldum!) Sonra seni düşündüm- bir gün bir yerlere uçuyor olacaksın, ben muhtemelen çoktan ölmüş olacağım ve benimle konuşmak isteyeceksin.



Ben de sana cevap vermek isteyeceğim. (Bu arada, elbette illa ki uçakta olman gerekmez. Belki de 40 yaşında, evinin mutfağında oturmuş çay içerken düşüneceksin beni. Herhangi bir zaman.)



İlk söyleyeceğim şey; seni seviyorum.


İkincisi; beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadın.


Üçüncüsü; biliyorum. Ben de bir zaman o yollardan geçtim. Benim de annem yanımda değildi ben 40 yaşımdayken. 



Bu benim 40 yaşındaki Linda'ya mesajımdır. Ne olursa olsun sen her zaman benim tatlım, benim değerli Linda Gray'im olacaksın. Hayat kolay değil. Can acıtacak derecede yalnız kalıyoruz, biliyorum. Şimdi sen de biliyorsun. İyi bir hayatım oldu -mutsuz yazmış olsam da- ama hayatı sonuna dek yaşadım. Sen de öyle yap Linda, sonuna dek yaşa! Seni, 40 yaşındaki Linda'yı seviyorum, neler yaptığını, neler bulduğunu, kim olduğunu! Seni sevenlere ver kendini. Şiirlerimle konuş, kalbinle konuş- ben ikisinde de varım.




Öpücükler,

Annen




(Manşette kullanılan görsel çalışma Federico Zandomeneghi'ye aittir.)