Yazarlardan çocuklarına mektuplar (1)


Yine Sabitfikir'den çok güzel bir yazı daha. Yazarların çocuklarına yazdıkları mektuplar. Hepsi birbirinden güzel ve duygusal satırları okuyucuları ile paylaşmışlar. Ben en çok John Steinbeck'in aşık olan oğluna ve Anne Sexton'un kızına yazdığı mektupları beğendim. 
 İşte mektuplar...



Paul Auster ve J.M. Coetzee'nin mektupları geçtiğimiz günlerde Şimdi ve Burada adıyla yayımlandı biliyorsunuz. Okuması oldukça keyifli olan bu mektupları düşününce bile, “Keşke insanlar daha çok mektup yazsalar birbirlerine.” diye düşünmeden edemiyor insan. Özellikle de yazarların mektuplarını okumak ufkumuzu açıyor, aile bireylerine, arkadaşlarına, ama en çok da çocuklarına yazdıkları eğlenceli, bilgelik ve sevgi dolu mektupları okumak istiyoruz diyorsanız, bu mektupların ilk bölümüne bir göz atın deriz.





Sherwood Anderson'dan, 17 yaşındaki oğlu John'a, 1926

  


  
Sana verebileceğim en iyi tavsiye, bir şeyi çok iyi öğrenip, ondan hayatını kazanabilmen olur. Bob bunu gazete işlerinde kotarmayı başardı ve bir yükselme yaşadı. Daha ufak bir şehirde çalışıyor olması da ona iyi geldi. Fen bilimlerine gelecek olursak, her biri uzun bir eğitim ve dikkatli bir çalışma gerektiriyor. Eğer bunun için yaratılmışsan her şey harika olur. Uzun vadede düşünecek olursan kendi kararlarını verebileceksin.

  
Sanat ise, bir insana çok daha büyük bir tatmin verebilir, ancak bu kesin değildir. Hayatını dilediğince sürdürmen zor olabilir.



Yeniden dünyaya gelseydim, muhtemelen yine yazar olmak isterdim ama önceliğimi ellerimi nasıl kullanacağıma verirdim. Zanaatin, bir kimseye çok büyük bir keyif verebileceğini düşünüyorum.



Beyinsiz adamların ve ne söylediklerinin farkına varamayanların önerilerini dinleme. Hemen hemen tüm küçük esnaflar sana şöyle diyecektir: “Bana bak.” Azıcık para ve mevki sahibi olmakla, ahkam kesme hakkına sahip olduklarını düşünür böyleleri.

  
Bir sonraki adımın, güzel zevklere sahip olmak olsun. Bu zordur, yavaş yavaş çalışmalısın üzerinde. Çok azımız başarabilmişizdir zaten. Hayatının sonuna geldiğinde elinde avucunda kalan başarın da bu olacaktır, unutma.



Bazen, ressamların resimle ilgili ne kadar az şey bildiklerine şaşırıyorum, yazarların yazıyla, tüccarların ticaretle... Pek çoğu yalnızca akıntıda sürükleniyorlar.
  
Pek çoğunda, kolay para kazanabilmek için sahip oldukları bir özellik var: gözüpeklik. Kuzunun peşine düşmüş kurt gibiler. Tüm bunları bir kenara koyarsak; ben seni öncelikle, farklı hallerinle görmek isterim. Bu sana her şeyden çok yardımcı olacak. Nasıl başaracağını söyleyemem, ancak bir yol mutlaka bulunur. Her neyse, seninle bu yaz görüşeceğiz. Kasabaya dönüş için bu hafta toplanmaya başlıyoruz.


Sevgilerimle,

Baban






  
F. Scott Fitzgerald'dan, 11 yaşındaki kızı Scottie'ye, kampa gittiği yaz yazılmış bir mektup, 1933



  

Tatlı turtam,

  
Oralarda neler yaptığını fazlasıyla merak ediyorum. Fransızca okumaların hakkında bana biraz daha bilgi verebilir misin? Orada mutlu olduğun için seviniyorum, gerçi ben mutluluğa pek inanmam. Izdıraba inanmadığım gibi. Bu tip duyguları beyaz perdede, kitaplarda görürüz, ancak normal hayatta başımıza gelmezler.


Hayatta en inandığım şey üstünlüklerinin getirdiği ödüller (bunlar yeteneklerine bağlıdır tabi) ve sorumluluklarını yerine getirememenden ötürü sana verilen cezalardır, ki bunlar da oldukça ağır olurlar. Eğer kampın kütüphanesinde varsa, Bayan Tyson'a, Shakespeare'in 94. sonesini okutmasını söyleyebilir misin?

  
Kampın taksidini ödemem gerek, şimdi aklıma geldi.

  
Neyse, yazmak istediklerimi şu şekilde özetleyeceğim:
  
Endişelenmen gereken şeyler:

* Cesaret konusunda endişelen,

* Temizlik konusunda endişelen,

* Verim ve yeterlilik konusunda endişelen,

* Biniciliğin konusunda endişelen.

  

Endişelenmemen gereken şeyler:

* Popüler fikirlerle ilgili endişelenme,

* Bebekler konusunda endişelenme

* Geçmiş konusunda endişelenme,

*Gelecek konusunda endişelenme,

* Büyümekle ilgili endişelenme,

* Senin önüne geçecek hiçkimse için endişelenme,

* Büyük başarılarla ilgili endişelenme,

* Sivrisinekler konusunda endişelenme, sinekler konusunda da,

* Aileler ve erkekler konusunda endişelenme,

* Hayalkırıklıklarıyla ilgili endişelenme,

* Zevk konusunda endişelenme,

* Tatmin konusunda endişelenme.

  

Düşünmen gereken şeyler:


Hedefim nedir?


Yaşıtlarım arasında şu konularda ne kadar iyiyim:

a) Eğitim 

b) İnsanları anlayabiliyor ve onlarla geçinebiliyor muyum?

c)Vücudumu bir müzik aleti gibi kullanabiliyor muyum, yoksa onu yalnızca görmezden mi geliyorum?

Çok, çok sevgiyle,

Babacığın


  


  


John Steinbeck'in, yatılı okuldayken bir kıza aşık olduğunu yazan oğlu Thom'a yazdığı mektup:

  


Sevgili Thom,


Mektubunu bu sabah aldık. Ben şimdi kendi görüşlerimi yazacağım sonra annen de kendininkileri.


Öncelikle- eğer aşıksan- bu güzel bir şey, hatta bir insanın başına gelebilecek en güzel şey. Kimsenin bunu küçümsemesine ya da hafife almasına izin verme.



Aşkın da çeşitleri vardır. Kimisi bencil, doyumsuz, eogist bir aşıktır, aşkı yalnızca kendini yüceltmek için kullanır. Bu çeşit, çirkin ve sakat bir aşk çeşididir. Diğerinde ise, içindeki tüm güzellik dışına taşar- şefkat, nezaket, saygı... O kişinin kendine has ve değerli olduğunu kabul edersin. İlk aşk çeşidi seni hasta eder ve kendini küçük ve değersiz hissetmene sebep olur. Ancak ikincisi içindeki gücü ortaya çıkarır ve seni cesur kılar, şu ana dek sahip olduğunu bile düşünmediğin bir bilgelik sunar sana.


Bunun çocuksu bir aşk olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar derin hisler besliyorsan, elbette çocukluk aşkı değildir bu.


Ancak tabi bana ne hissettiğini danışacağını sanmıyorum. Sen herkesten daha iyi bilirsin. Ben sana ancak şu konuda yardımcı olabilirim: ne yapman gerektiği.


Aşk için çok memnun ve minnettar olmalısın. Eğer birini seviyorsan- hayır demende de hiçbir sakınca yok tabi ki- şunu hatırlamalısın ki bazı insanlar çok utangaç olabilirler. Kızlar, erkeklerin ne hissetiğini kolayca anlayabilirler, ancak bunu duymak da isterler. 


Bazen de hislerine karşılık alamayabilirsin- ancak bu, o hisleri daha az değerli ve güzel yapmaz.


Son olarak, neler hissettiğini biliyorum çünkü zamanında aynılarını ben de yaşadım ve senin de bu duyguyu tatmandan ötürü çok mutluyum.


Susan'la tanışmaktan memnuniyet duyarız. Dilediği zaman bizi ziyarete gelebilir. 


Kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa, gerçekleşir. Önemli olan şey acele etmemektir.Güzel olan hiçbir şey elden gitmez.


Sevgilerimle,


Baban







Anne Sexton'dan, 15 yaşındaki kızı Linda'ya, 1969

 




Sevgili Linda,



St. Louis'ye giden uçaktayım, bir okuma yapmak için gidiyorum oraya. New Yorker'da bir öykü okuyordum ve bir anda annemi düşündüm. Uçakta öylece otururken fısıldadım ona, “Biliyorum anne, biliyorum.” (Ve sonra bir kalem buldum!) Sonra seni düşündüm- bir gün bir yerlere uçuyor olacaksın, ben muhtemelen çoktan ölmüş olacağım ve benimle konuşmak isteyeceksin.



Ben de sana cevap vermek isteyeceğim. (Bu arada, elbette illa ki uçakta olman gerekmez. Belki de 40 yaşında, evinin mutfağında oturmuş çay içerken düşüneceksin beni. Herhangi bir zaman.)



İlk söyleyeceğim şey; seni seviyorum.


İkincisi; beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadın.


Üçüncüsü; biliyorum. Ben de bir zaman o yollardan geçtim. Benim de annem yanımda değildi ben 40 yaşımdayken. 



Bu benim 40 yaşındaki Linda'ya mesajımdır. Ne olursa olsun sen her zaman benim tatlım, benim değerli Linda Gray'im olacaksın. Hayat kolay değil. Can acıtacak derecede yalnız kalıyoruz, biliyorum. Şimdi sen de biliyorsun. İyi bir hayatım oldu -mutsuz yazmış olsam da- ama hayatı sonuna dek yaşadım. Sen de öyle yap Linda, sonuna dek yaşa! Seni, 40 yaşındaki Linda'yı seviyorum, neler yaptığını, neler bulduğunu, kim olduğunu! Seni sevenlere ver kendini. Şiirlerimle konuş, kalbinle konuş- ben ikisinde de varım.




Öpücükler,

Annen




(Manşette kullanılan görsel çalışma Federico Zandomeneghi'ye aittir.)


Lizbon'a Gece Treni beyazperdede


Lizbon'a Gece Treni geçen yıl okuduğum en güzel kitaplardan bir idi. Çok zevkle okuduğum bu romanın filmi şubat ayında beyazperdede okuyucuları ve sinema izleyicileri ile buluşacakmış.  Filminini sabırsızlıkla beklerken, Sabitfikir'in haberini de sizlerle paylaşmadan edemedim:)


Pascal Mercier’in on beş dile çevrilen romanı Lizbon'a Gece Treni, sinema izleyicisiyle buluşuyor. Başrollerinde Jeremy Irons, Jack Huston, Christopher Lee, Charlotte Rampling gibi oyuncuların yer aldığı film, Şubat ayında yapılacak prömiyerle sinema izleyicisiyle buluşacak.



Kitabın kahramanı, Bern’de tekdüze bir hayat süren antik diller öğretmeni Gregorius, tuhaf bir tesadüfler silsilesi sonucunda kurulu düzenini, mesleğini terk ederek hiç tanımadığı Portekizli bir yazarın izinde Lizbon’a doğru tekinsiz bir yolculuğa çıkar. Kendisine yabancı bir insanı tanımak, onla aynı havayı solumak için atıldığı bu serüven, kendisini keşfetmesine olanak verirken, kendini Salazar döneminin acımasız diktatörlüğünün karanlık sayfalarında bulmasına da neden olur. Bir solukta okunan bu kitap, okuyucuyu Gregorius’la beraber bilinmeyenin peşinden gitmeye davet ederken, içerdiği hayat, dostluk, cesaret, direniş gibi konulardaki derinlikli düşüncelerle de ilgi çekiyor.


Huzur



 "Çok defa kapalı duran dükkanın kepengi önünde, Rus işi semaver borusu, kapı topuzu, otuz sene evvel o kadar moda olan sedef bir kadın yelpazesinin dağınık parçaları, büyükçe bir saate mi yoksa bir gramofona mı ait olduğu kestirilemeyen bir kaç alet, nasılsa buraya kadar bölünmeden, parçalanmadan, gelmiş bzaı şeylerle birlikte yere serilmiş -kim bilir neyi- bekliyorlardı. En göz alacak yerde sarı pirinçten bir kahve değirmeni ile geyik boynuzundan bir baston sapı vardı. Dipte, dükkanın kepengine kalın, sarı, tahta çerçeveli iki büyük fotoğraf dayalıydı. Bunlar Abdülhamit devrinden, yahut biraz daha yakın zamanlardan kalma Rum patriklerinin resimleri olacaklardı. Nişanları, elbiseleri, alametleri, gazetelerde gördüklerinin eşiydi. İyi silinmiş camlarının arkasından geçmiş zaman gözleriyle önlerine yayılmış eşyaya, her kımıldanışı bu camları bir an için zapteden sokağın kalabalığına bakıyor gibiydiler. Belki de seneler sonra gelmiş bu hayat uğultusundan  , bu güneş ve ses tedavisinden memnundular. "



"Bir yığın eski eşya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar, mangallar, yol boyunca iki tarafta üst üste, yan yana diziliydi.
En hazini sadece oraya düşmeleriyle bir facia teşkil edilen yatak ve yastıklardı. Yatak ve yastık...Kaç türlü rüya ve kaç cins uyku vardı burada."

Bugün Kadıköy'de bir kaç antikacı ve eskici dükkanına uğradıktan sonra eve gelip bir fincan yorgunluk kahvesi eşliğinde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'unu okumaya başladım. Ve karşıma yukarıda sizinle paylaştığım satırlar çıktı bir anda...

Hayatta hiç bir şey tesadüf değildir cümlesi doğru galiba...Bana bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor acaba? Çalışma masamın üstünde çok güzel duracağını düşündüğüm ama almadan dükkandan çıktığım ve hala aklımın bir kenarında kalakalan o eski lambayı mı işaret ediyor yoksa?





                                       Huzur       Ahmet Hamdi Tanpınar      Dergah Yayınları






Karlı Bir İstanbul Sabahına Günaydın Derken...


İstanbul'da Karı Beklerken...

İstanbul'da bu gece kar bekleniyor. Büyükşehir alarma geçmiş durumda. Dün geceden beri beklenen kardan bu saate kadar tık yok. IDO bazı seferlerini iptal etmiş, valilik zorunlu olmadıkça özel aracınızla yarın trafiğe çıkmayın diyor. Tedbirler alınmış (?), gözler gökyüzünde yağacak kar bekleniyor. 

Benim ise aklım hala Kars'ta. Buz tutmuş kaldırımlarında, caddelerinde, göz alabildiğince bembeyaz kırsalında. İstanbul'la Kars'ı karşılaştırmayacağım. Bu imkansız neredeyse ama bazı şeylerini özellikle de trafiğini ve insanlarını anlatmadan bu konuyu kapatmayacağım. 



Kars'a giderken en çok görmek istediğim yerler Ani harabeleri ve Sarıkamış'tı. Taksiciler ve minibüsçüler Ani'ye gidebileceğimizi yolların açık olduğunu ama ören yerine kardan ulaşamayacağımızı ancak uzaktan fotoğraf çekebileceğimizi söyledikleri için Ani'den vazgeçip şansımızı Sarıkamış'tan yana kullandık. 

Şehri arkamızda bıraktıktan sonra bomboş beyazlık içinde ilerliyoruz. Kar ilk defa gözlerimizi alıyor ve güneş gözlüklerimizi takıyoruz. İlçenin içinde görülecek çok fazla tarihi eser yok. Kars'taki bugünkü Fethiye Cami'nin (Aleksandr Nevksi Kilisesi) benzeri olan St. Michail Kilisesi var. !877-1878 yıllarında Osmanlı Rus Savaşında Rus işgaline uğrayan Sarıkamış'ta Rus yönetimi tarafından iki alay kilisesi kuruluyor. Bunlardan biri Aziz Geogiy diğeri ise baş melek Michail'e ithaf edilen Baltık mimarisi tarzıyla inşa edilmiş St. Michail Kilisesi. Rus işgalinin ardından bir süre boş kalmış, sonra Sarıkamış Belediyesi tarafından sinema olarak kullanılmış. Daha sonra ise yanına iki minare eklenerek cami olarak kullanılmaya başlanmış. Bir çok yangın geçirdiği için halk arasında Yanık Kilise olarak bilinmekte. 



Sarıkamış denince bir çok kişinin aklına kayak merkezi gelse de benim aklıma Sarıkamış harekatında Allahüekber dağlarını aşmaya çalışan ordumuzun şiddetli kar yağışı ve tipi sonucunda verdiği kayıplarımız ve Katerina'nın Muhteşem Köşkü geliyor. Önce şehitlerimiz için dikilen anıtı ziyaret ediyoruz. Türkiye'nin dört bir yerinden şehitlerin isimleri yazılı duvarda. Bizim şimdi üşüyerek gezdiğimiz yerde onlar yıllar önce bu ülke uğruna donarak şehit düşmüşler. Işıklar içinde yatsınlar. 



Ve işte çamların önünde Katerina'nın muhteşem köşkü. 80 derecede haşlanmış çam topluluklarının çivi kullanılmadan birbirine geçirilmesiyle inşa edilen tek katlı bina bir rivayete göre Çar II Alexandr'ın sevgilisi Ekaterina Dulgorukova ile gözlerden uzak buluşabilmesi için  yaptırılmıştır. Katerina'nın Köşküne'de kardan yaklaşamıyoruz ama çevre halkı ile konuştuğumuzda yöneticilerin ilgisizliğinden şikayet ediyorlar. Söylenenlere göre köşk bakımsızlıktan çökmek üzere. Yazın gelin ziyaret edersiniz ama görülecek bir yok diyorlar. Belki yazın, bu yaz olamasa bile gelecek yaz mutlaka diyerek bu güzel manzarayı da arkamızda bırakarak Sarıkamış'tan biraz da kayak merkezinde vakit geçirerek ayrılıyoruz. 


Kars'ta nereye giderseniz gidin, isterseniz adres sormak için bir dükkana girin hemen çay ikram edelim diyorlar. Sobanın üstünde gün boyu demlenen sıcacık çay yaşamlarının vazgeçilmez bir parçası olmuş Karslıların. İkram ettikleri çayı içmemek onlara yapılacak ayıp  gibi geldi bana. Çayla arası olmayan ben hayatımda en çok çayı burada içtiğimi söyleyebilirim :).



Şehirde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de trafiği. Trafik ışıkları sürekli sarı yanıp sönmesine, yolların buz olmasına rağmen değil kafayı camdan çıkartıp bağırmak birbirlerine korna çalan bile çok az. Herkes birbirine ve yaya ya yol veriyor. Vermeyen de var tabi ama plakalarına baktığınız da maalesef ama yol vermeyen araçların ya 34 ya da 06 plaka olduğunu gördük. Bu konuda kesinlikle en ufacık bir abartım yok. Aynı şekilde yollarda patinaj çeken araçlarda aynı şekilde Kars'ın çevre illerinden değil de daha farklı illerden gelen araçlar olduğunu gördük. Kaza mutlaka oluyordur ama biz kaldığımız beş gün içinde şahit olmadık. 



Kars'a gidilipte çarşısını gezmeden yöresel tatlarını denemeden olmaz dedik ve çarşının en eski dükkanlarından Serhat Pazarı ile işe başladık. İçinde yok yok. Yöreye ait kurutulmuş meyveler, köme, kıtlama şeker, simişka (nasıl öğrenmiş miyim ama:) daha neler neler. Kars'a giderseniz uğramadan dönmeyin derim. Eğer dükkan boşsa içeride fazla müşteri yoksa ki boş bulmak pek mümkün olmuyor sahibi size o zamanki Azerileri, Rusları ve eski Kars'ı anlatır.



Çarşıda adım başı bal ve peynirci dükkanı var. Bir peynir canavarı olarak tam yerine düştüğümü söyleyebilirim. Hediyelik almak istiyorsanız çok güzel paket yapıyorlar, yanınızda taşımak istemezseniz de kargoyla gönderiyorlar. Ha bu arada unutmadan kavanoz bal ve petek balı uçakta kesinlikle el bagajınızda kabul etmiyorlar. Tecrübeyle sabittir :)



Kars denince kazı unutmamak lazım. Kaz eti tüm restaurantlarda porsiyonu 40,-tl den satılıyor. Sorulunca pişirilmesi uğraştırıcı deniyor ama kaz eti satan birine sorduğumda normal tavuk gibi haşlanıp didikledikten sonra tavada kızartılmasının yeterli olduğunu söyledi. 



Birazda yemek yenebilecek yerlerinden bahsedeyim.Kamer Kadıneli Restaurant yöresel yemekler sunan bir yer. Kaz eti, Erişte aşı (evelik otu çorbası) , hangel, acem kavurması. Hepsi birbirinden lezzetli. Sobanın üzerinde illaki kaynayan çay ve karanfil tarçın karışımı sıcak içecekte cabası. Kars'ın en eski yerleşim yeri olan Yusufpaşa Mahallesinde hiç düşünmeden kapısından girebileceğiniz bir restaurant. 

Bir diğeri ise Ani Ocakbaşı. Çarşının içinde tertemiz, modern dekorasyonu ve servisi ile İstanbul'dakileri aratmayacak bir restaurant. Burada da gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz. 

Fiyatlarına gelince turist diye sizi kazıklamıyorlar. Makul fiyatları var. 



Bu arada Kars'ta motiflerini çok beğendiğim özellikle Kars halısı satan bir dükkan yoktu. Sorduğum zaman istek üzerine dokunduğu ama her yer gibi burada da makine halısı moda olduğu için yöreye özel halı dükkanını olmadığını öğrendim. 

Daha hikayelerini anlatacak bir sürü tarihi yer, bina, insan var ama şimdilik burada bırakmak istiyorum. Belki ara ara tekrar yazarım. 



Ve Kars maceramızın sonunda kişisel facebook sayfama şu notu düştüm : İstanbul'u en çok bir yerlere giderken arkamda bırakırken seviyorum. Ve gittiğim yerlerde özlemiyorum. Ama maalesef her defasında da kürkçü dükkanına geri dönüyorum. Karlar Kraliçesini birbirinden güzel insanları ve yapılarıyla baş başa bıraktık ve döndük :(





Ve saat gece yarısını çoktan geçmesine rağmen bir kar tanesi düşmedi henüz pencereme...