Bir Varmış, Bir Yokmuş, Bir İnci Pastanesi Varmış





Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde 15 yaşında İstanbul'a gelen bir çocuk varmış. Bu çocuğun adı Luca Zgonidis'miş. Babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlamış. Her gün yeni bir şeyler öğreniyor, unun, şekerin, kakaonun içinde kayboldukça bir gün öncesinden daha lezzetli pastalar yapıyormuş. O zamanlar Beyoğlu'nda Tokatlıyan diye bir otel varmış. Luca, Tokatlıyan'da ve Park Hotel'de mesleğinin inceliklerini iyice öğrendikten sonra çıraklıktan ustalığa geçmiş. Günün birinde bir arkadaşıyla birlikte kendi yerlerini açmaya karar vermişler ve birbirinden şık mini mini hanımların, kaytan bıyıklı beyefendilerin gezdiği İstiklal Caddesi'nde bir dükkan tutmuşlar ve pastanelerini açmışlar. İşte böyle doğmuş İnci Pastanesi. 



Söylenen o ki ilk zamanlar çok zorluk çekmişler. Doğru dürüst para kazanamamışlar ama Luca bir gün bir sürü malzemeyi karıştırarak çok güzel bir profiterol yapmış. İnsanlar profiterolü çok ama çok beğenmişler. Bir tadan bir kez daha tatmak istiyormuş. Hımmm büyülü bir şeymiş bu profiterol. Git gide bütün şehre yayılmış ünü. Herkes bu leziz tatlıyı denemek için İnci'ye geliyormuş. Randevular orada veriliyor, büyük aşklar yaşanıyormuş. Şehre olduğu kadar senelere de yayılmış ünü. O zamanlar annesinin elinden tutarak kapısından girenler yıllar sonra sevgilileriyle el ele çıkmışlar kapısından. Mutluluk saçan bir yermiş orası. 

Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. Beyoğlu'nda değişiklikler başlamış. O birbirinden zarif mini mini hanımlar, fötr şapkalarını çıkartarak birbirini selamlayan kibar beyler sisler içinde yok olmuşlar. Yerine başkaları gelmiş. Gelenlerde İnci'yi öğrenmişler. Bazen oturup profiterolünü, bavaruazını yiyebilmek için kapısında kuyruk olmuşlar. Yaşlısı, genci, çalışanı, öğrencisi...



Dedim ya değişim başlamış Beyoğlu'nda. Eskiyi yıkıp yerine yeniyi yapma. Ufak, butik dükkanların yerine sevimsiz devasa insanın nefes bile almasını engelleyen alışveriş merkezi yapma sevdası sarmış birilerini. Ve orada yaşayanlar yavaş yavaş nasibini almaya başlamışlar bu furyadan. Önce sinemalar kapanmaya başlamış, sonra dükkanlar. Ve günlerden bir gün sıra İnci'ye gelmiş. Sahipleri direnmişler, müşterileri bırakmak istememişler ama sonunda o da dayanamayıp kepenklerini kapamak zorunda kalmış. Pencerelerine gazete kağıdı yapıştırmışlar, kapısına da zincirden bir kilit. Herkes çok üzülmüş. Bir Beyoğlu klasiği daha tarihe karışıyormuş kapısına vurulan koskoca zincirle beraber. 


Sonra günlerden bir gün bir bir haber okumuşlar gazetede. Şöyle yazıyormuş haberde: İnci Pastanesi Beyoğlu Mis Sokak'ta tekrar misafirlerini ağırlamaya hazırlanıyor. Herkes çok sevinmiş ama İstiklal Caddesi'nde yürüyenler yinede oradaki eski mekanına dönüp dönüp bakıyorlarmış. Hala orada olmasını istiyorlarmış galiba.

İşte bu masalımızda burada bitmiş. Mutlu mu bitmiş? Mutlu bitmiş diyelim öyle olsun.

Ve son olarak bu yazıyı yazarken aklıma hep Ferzan Özpetek'in Arka Pencere filmindeki pasta yapım sahnesi geldi. İçinden ne alaka diyenleriniz çıkabilir ama benim aklıma geldi işte. Hep yazarım ya bazen alakasız konuları alakasız konularla özdeşleştiririm diye. Bu da öyle oldu. Hani yaşlı adamla pasta yapma sahnesi. Bir kaç kere dinledim ma che freddo fa'yı şimdide sizinle paylaşıyorum. Luca Zgodinis'e saygıyla...








Yalnızlık
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık
İnsanın kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okuması
Yalnızlığın da ötesidir...




 Özdemir Asaf

Dark Eyes


Yılbaşı Ağacı

Yılbaşı adım adım yaklaşıyor. Caddeler, mağazaların vitrinleri yılbaşı ışıltısıyla parlamaya başladı. Akşam olup lambalar yandığında evlerin camlarından dışarıya çamların yanıp sönen rengarenk ışıkları yansıyor. Noel babalar kendileri göstermeye bile. 

Bende yılbaşı dekorasyonu için çam ağaçlarını araştırdım. İşte benim çam ağaçlarım :) Her biri ayrı bir renk. Işıl ışıl, satır satır,kelime kelime... Umarım beğenirsiniz...



















Londra'da Kitaplar Dolaşıyor

Bugün Sabitfikir'in sayfalarında dolaşırken gördüğüm haber. Londra metrosunda kitaplar :) Darısı başımıza diyerek paylaşıyorum...

Birinin attığı, diğerinin kaptığı: Londra'da kitaplar dolaşıyor.


2011 yazında başlatılan 'Londra için Kitaplar' projesi büyümeye devam ediyor. Londra'da yüzbinlerce yolcunun kullandığı metronun, şimdilik 10 istasyonunda uygulanan bu proje, Londra'nın 'okur yazarlığın başkenti' unvanını sağlamlaştırmak için gönüllüler tarafından hayata geçirilmiş.
 


 
Proje gerçekten de çok basit: Metro istasyonlarına raflar kuruluyor, bu raflar okunması için bırakılan kitaplarla doluyor ve yolcular da istedikleri kitapları alıp okuyabiliyor, karşılığında kitap bırakabiliyorlar.

 

 
Sürekli hareket halinde olan ve yüzbinlerce insanla dolup taşan metro istasyonlarının seçilmesi ise, bu kitap değişiminin sürekli canlı kalmasını ve verimli bir döngü içinde el değiştirmesini sağlıyor. Hedef ise, 700 istasyonun her birinde bu projeyi gerçekleştirip olabildiğince fazla insana ulaşabilmek. Bu harika fikir hakkında daha fazla bilgi edinmek (ve ilham almak) için, sitelerine göz atabilirsiniz.


İsyan



Beyin İsyanda !!!




Bir arkadaşımın facebook'ta paylaştığı bu karikatürü çok beğendim ve paylaşmak istedim. Keşke çizerini de bilseydim :( 

Yağmurlu Bir İstanbul Gecesinden İyi Geceler





Ben sana hep üşüyordum,
Çünkü kıştım.
Nakıştım, bakıştım.
İnkâr etmiyorum da bunu,
Seni sevmek gibi büyük işlere kalkıştım.

Ve lütfen inkâr etme;

Sana en çok ben yakıştım.

Özdemir Asaf

Hayat...




Hayat;
Seni kaç kişinin aradığı, kiminle çıktığın,
çıkıyor olduğun veya çıkacağın demek de değildir.
Kimi öptüğün, hangi sporu yaptığın, kimlerin seni sevdiği de değildir.
Hayat, ayakkabıların, saçın, derinin rengi de değildir.

Nerede yaşadığın veya hangi okula gittiğin de değildir.
Aslında hayat; notlar, para, giysiler,
girmeyi başardığın ya da başaramadığın okullar da değildir.
Hayat;
Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Kendin için neler hissettiğindir.
Güven, mutluluk, şefkattir.
Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır.
Hayat;
Kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir.
Ne dediğin ve ne demek istediğindir.
İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir.
Her şeyden önemlisi hayatı, başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir.
İşte hayat bu seçimden ibarettir.
İnsanların en acizi dost edinemeyen,
ondan daha acizi ise dost kaybedendir..
Charles Eguonee

Ursula Le Guin ile Aya Tırmanmak

Ahmet Hamdi Tanpınar derken Ursula Le Guin girdi araya. Aya Tırmanmak. Bu güne kadar hiç okumamıştım. Eleştirilerde fantastik edebiyatın kraliçesi olarak yazıyorlar Le Guin için. Kitabın arka kapak yazısını ise döktürmüşler;




"Bu kitaptaki on sekiz öyküde okuru tekinsiz evlere, tekinsiz konulara, zihnin gerisinde fark edilmeyi bekleyen duygulara, hayata tutunmak için verilen mücadeleye, bakış açısı azıcık değiştirdiğiniz anda değişiveren gerçeklere yolculuğa çağırıyor. 

.....

Büyülü gerçekçilikten gerçeküstücülüğe farklı tarzlar denediği bu öykülerde, Le Guin ne kadar güçlü bir edebiyatçı olduğunu bir kere daha kanıtlıyor." 

Tekinsiz evler, tekinsiz konular, büyülü gerçekçilik derken arka sayfa yazısını okuyunca kitabı aldım ama kitabı okuduktan sonra Cem Yılmaz'ın kulaklarını bol bol çınlattım. Hatta öyle bir noktaya geldim ki okuduğum bir öyküyü ben mi anlamadım, kaçırdığım bir nokta mı var diyerek dönüp bir kez daha okudum. Yoktu, ne kaçırdığım bir yer ne de anlamadığım bir nokta. Öylesine sıradan, tekdüze, zevksiz bir öyküydü ki daha doğrusu öyküler silsilesi. Tüm kitaplarının böyle olduğunu düşünmemekle birlikte uzunca bir zaman daha Le Guin okumayacağım herhalde. Ben okuduğum kitabı elimden bırakmamak adına Aya Tırmanmak için bayağı tırmaladım. Sizlere de pek tavsiye etmiyorum Aya Tırmanmanızı. Yolu çok zevksiz :) 

Son olarak kitaptan kendi payıma çıkarttığım ders: Yazarı ne kadar edebiyat kraliçesi olursa olsun kitapların arka kapak yazılarına göre bir daha kitap almamak ve bir kitabın sırasını başkasına vermemek. Ben Tanpınar'ın hışmına uğradım galiba:)