Antik Ölüler Bayramı


Ekim ayının son günleri geldi çattı. Druidlerin ülkesinde tarlalarda balkabağı hasatı başladı. Tüm balkabakları toplandı ve geceye hazırlıklar başladı.

O gece çok özeldi. İnanışa göre o gecede fiziksel dünyayı öte dünyadan ayıran perde en ince şeklini alıyor ve öte dünyadan ruhlar ziyarete geliyordu. 

Tüm kasabanın korktuğu bir geceydi Samhain gecesi. Havanın kararmasıyla kapılar sıkıca kilitlendi. Korkunç yüzler oyulan balkabaklarının içlerine mumlar kondu, evlerin kapı eşiğine yerleştirildi. Öte dünyanın varlıklarını evlerinden uzak tutabilmek için gecenin en karanlık saatlerinde tepelerde koskocaman ateşler yaktılar. Yanıbaşlarında  hissettikleri gece varlıklarını korkutmak için en parlak giysilerini giyip maskelerini taktılar. Samhain'in batıl inançlardan korunmak için ateşin etrafında toplanıp bir kafa çemberi oluşturdular ve azizlere dua ettiler. 

Şafakla birlikte bir antik ölüler bayramını geride bıraktılar ve tarihe karıştılar.  

Aradan geçen yıllar  Druidleri korkutan titreten öte dünya ruhlarını Cadılar Bayramına dönüştürdü. Öte dünya varlıklarından korunmak için giyilen parlak kıyafetler yerini cadı ve zombi kıyafetlerine bıraktı. Artık insanlar kasabalarını korumak için tepelerde ateş yakmıyor ama yüzyıllar öncesinden gelen balkabağı geleneği devam ettiriyor. 

Ne dersiniz elinde süpürgesiyle bir cadı çalabilir mi bu gece kapınızı? 

Belki de bir balkabağı:)





Zordur Kadın Olmak:)




Biri kurbağa öper,
biri yüzyıllarca uyur,
biri 7 cüceyle yaşar,
biri kuleye kapatılır.
Bir masal prensesi olsan bile kadınlık zor.

Turgut UYAR

Veda edememenin hüznü




Bir boşlukta hissediyorum kendimi. Koskoca bir kara deliğin içinde. Kaybolmuş gibiyim. Duygularım karmakarışık. Ne düşündüğümü bile bilmiyorum. Göz pınarlarım doluyor ama ağlayamıyorum. Veda edememenin hüznünü yaşıyorum bu günlerde.

Yanına gittiğim zaman boş ver hastalıkları ben sevgiden aşktan konuşmak istiyorum diyordu her zaman.

"Hiç sevmem hastalıktan yakınmayı. Bir yaştan sonra yaşlılar hep oram ağrıyor buram ağrıyordan başka bir şey bulamıyorlar konuşacak işte o yüzden onlarla da konuşmak istemiyorum. O yaştan sonra ne olacak ki başka. Ne kadar yakınırsan o kadar hastasın. Ben aşktan konuşacak insanlar arıyorum. Çok güzel hayatım oldu, neler gördüm geçirdim. Eh sonuna geldim artık kalan kısa zamanımı da hastalık konuşarak geçiremem doğrusu." 

Bazı geceler uykusu kaçtığında televizyon seyrederdi. Gece üç, dört sesi gelirdi odama ama rahatsız olmazdım nedense. Alışmıştım yan daireden gelen seslere. Bazen arardım bile, duymak hoşuma giderdi. 

Az da olsa hala bayramı böyle kutlayan aileler var diye yazmıştım biraz da onu düşünerek nerede o eski bayramlar başlıklı paylaşımımda. İşte bayramlarda misafirlerine halen gümüş tepside kahve likör ikram eden nadir insanlardan biriydi o. Bana çocukluğumdaki bayramı yaşattınız demiştim geçmişteki bir bayram ziyaretinden sonra yanından ayrılırken.

Bir kaç gün önce cep telefonundaki bir problem için çağırdı beni. Her zamanki gibi ne zaman vaktin olursa diyerek. Karşılıklı kahve içtik, problemi hallettik. Bayramda akşam üstü görüşmek üzere diye kapıdan çıkarken eliyle öpücük gönderdi arkamdan. Bende öpücük gönderdim ona gülümseyerek. Gelenekselleşmiş vedalaşmamızdı bu bizim. Gün içinde kaç kere görüşürsek görüşelim aynı şekilde hoşça kal derdik birbirimize.  

İlk gün sabah erken çıktık evden. Aile büyüklerini ziyaret ettik. Dönüşte en sevdiği çiçeklerle kapısını çaldım ama açılmadı. Bir gariplik vardı ama kötüye yormamaya çalışarak bakıcısının dışarı çıkmış olabileceğini düşündüm. Kendisi uzun süredir ayağa kalkamıyordu. Cep telefonunu  çaldırdım. Kimse açmadı. Belli ki bakıcı evde yok, telefonda uzanamayacağı bir yerdeydi. Aradan bir süre daha geçti tekrar kapıyı çaldım. Kimse yok. İçeriden televizyon sesi de gelmiyor. Ne oluyor dedim kendi kendime. Apartman görevlisini aradım. Öğlen ambulansla hastaneye kaldırıldı dedi. Kalakaldım. Biraz sonra yakınları evden eşyalarını almaya geldiler. 

Anevrizma dedi biri. Bilinci yerinde değil. Atlatır benim komşum, o neleri atlattı bunu mu yenemeyecek. Bayram sonrası sapasağlam döner evine dedim. İçim kapkaranlıktı bu kez kendi söylediğime kendimde inanmamıştım ama karşılarına geçip vah vahlarla onları daha üzmektense böyle teselli etmeyi tercih etmiştim. Bir an bana ondan bulaştığını düşündüm hastalığın kasvetli yüzünü görmektense iyi yüzünü göstermenin. Hastalıktan değil aşktan konuşmak gibi...

Üçüncü gün çalan cep telefonumda bir ses kaybettik dedi. Önce bir sessizlik oldu. Hiç bir şey söyleyemedim. Kelimeler çıkmadı ağzımdan. Katıldım kaldım elimde telefon pencerenin önünde. Başımız sağ olsun diyebildim. O kadar çıktı sesim. Telefonu kapadım. Dışarıda hayat devam ediyordu...

Artık yan duvarımdan ses gelmiyor. Karşı dairenin kapısı o günden beri hiç açılmadı. Çiçekler vazomda öyle duruyorlar. Yarın son kez hoşça kal diyeceğim ona ve bir öpücük göndereceğim arkasından kimse fark etmeden. 

Bir boşlukta hissediyorum kendimi. Koskoca bir kara deliğin içinde. Kaybolmuş gibiyim. Duygularım karmakarışık. Ne düşündüğümü bile bilmiyorum. Göz pınarlarım doluyor ama ağlayamıyorum. Veda edememenin hüznünü yaşıyorum bu günlerde.










Cumhuriyetimizin 89.Yılı Kutlu Olsun!!!





Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz. 

Mustafa Kemal Atatürk




Nerede o eski bayramlar?

Ben özlüyorum o eski bayramları. Çok mu yaşlıyım da böyle söylüyorum hayır değilim. Çocukken daha güzel oluyor sanki bayramlar. Çocuk gözüyle daha farklı mı görüyorduk her şeyi ya da o zamanlar daha mı güzeldi bayramlar?

Günler öncesinden başlayan bayram hazırlıklarını hatırlıyorum. Bir başka heyecan vardı. Çocuklara yeni kıyafetler alınır, bayram alışverişi yapılırdı. Akide şekerleri, çikolatalar, lokum, misafirlere sunulmak üzere likör (mutlaka nane olmalı, o zamanlar şimdiki gibi envai çeşiti olmadığı içindir belki de), Türk kahvesi Kurukahveci Mehmet Efendi'den olmalı - başka marka yoktu galiba varsa bile ben bilmiyorum- (mis gibi kokusu geldi burnuma şimdi) çocuklara verilmek üzere mendiller, ufak kolonyalar (sembol kolonyaları vardı ince belli şişesinde) evin eksikleri tamamlanırdı. Dolmalar sarılır, baklavalar yapılır, ev temizliği yapılır, misafir takımları çıkarılır, beyaz işler sandıklardan çıkarılıp kolalanır, herkes bayram sabahı giyeceği kıyafetleri hazırlar ve bayram sabahı iple çekilirdi. 

Şimdiki gibi bol bulamaç değildi hiç bir şey. Azdı ama özdü ve en önemlisi çok ama çok zarifti.
Herkes elindeki en iyi şekilde korurdu çünkü kırk yıllık hatırı olan kahvenin içildiği fincan bile çok değerliydi. Cimrilik miydi bu? Hayır kesinlikle değil. Yazdım ya az ama özdü bol bulamaç değildi onun içinde çok değerliydi. 




Sabah erken kalkılır, öncelikle ev halkı birbirleriyle bayramlaşır, evin erkekleri bayram namazına gider. Evin hanımı ve evdekiler kahvaltıyı hazırlar. Namaz sonrası hep birlikte kahvaltı edilirdi. Bu dünyadan göçmüş gitmiş aile büyüklerinin ve yakınlarının mezar ziyaretinden sonra ev ziyaretleri başlardı. Öncelikle ailenin en büyüğünden başlanırdı ziyaretlere. Gelen misafire ilk önce çikolata  ve likör ikram edilirdi. Gümüş tepside beyaz incecik dantel üzerinde zarif likör kadehleriyle... Sonra kahve faslına geçilirdi. Mutfakta bakır cezvede pişen kahvenin kokusu süzülürdü mutfaktan salona. Lokum eşliğinde kahveler yudumlanırken sohbet iyice koyulaşır o sırada kapı çalınır yeni misafirler gelirdi. 



Onlara da bir önceki misafire ikram edilenler edilirdi ve sıra dolma baklava kısmına gelirdi. Mutfakta hazırlanan tabaklar sehpaların üzerine getirilir, yanına bir gün önceden kolalanmış peçeteler konulurdu. İsteyene ince belli bardaklarda çay ikramı yapılırdı. Çay zaten bütün gün fasılalarla demlenir sürekli ocağın kimi evlerde mevsimine göre sobanın üzerinde kaynardı. 

Kalkma vakti geldiğinde misafir çocuğun cebine önceden hazırlanmış mendil içinde bayram harçlığı konulur ve ufak şişede sembol kolonyası verilirdi. Ve bir sonraki eve ziyarete gidilirdi veya onlar uğurlanırken bir sonraki misafir gelirdi.




Çok mu geleneksel oldu yazdıklarım bilmiyorum. Azda olsa bazı ailelerde halen böyle kutlanıyor bayramlar ama çoğumuz bayramlara tatil gözüyle bakıyor olduk artık. Yeni yıl takvimi çıktığı zaman ilk bakılan bayram tarihleri oluyor, tatil kaç gün diye. 

Gelenekselci biri değilimdir, geçmişe körü körüne bağlı biri hiç değil. Yenilikler hayatımı kolaylaştıran değişikler hoşuma gider her zaman, kolay ayak uydururum çağın yeniliklerine ama yine de geçmişe özlem duyarım bazen. 

İşte ben böyle hatırlıyorum o zamanki bayramları. O zamanki sohbetlerde de eski bayramlar konuşulurdu ama bayramlar arasında çok büyük farklar yoktu şimdiki gibi ya da biz mi öyle görüyorduk çocuk gözümüzle bilmiyorum ama ben eski bayramları özlüyorum. 

Veee hepinize mutlu bayramlar diliyorum:)






Kurban Bayramınız Kutlu Olsun:)


Sevgililer - Les Biens-Aimés...

Son zamanlarda en sevdiğim filmlerden biri oldu 2011 yapımı Sevgililer filmi. TV yerine sinema perdesinde seyretmeyi tercih ederdim ama kaçırmışım:(

Les Biens-Aimés Paris'te yaşayan Madeleine'in 1964'den 2007 yılına kadar geçen hayatını anlatıyor. 

Medeleine Jaromil adında bir doktora aşık oluyor ve onunla Prag'a gidiyor. Kızları Vera dünyaya geliyor ama bir gece Madeleine aldatıldığını öğreniyor. Kızını da alıp Paris'e geri dönüyor ve bir jandarma ile evleniyor. Yıllar sonra tekrar Jaromil ile karşılaşıyor ve iki adam arasında kalıyor. Tercih yapmak mı? Hayır o tercih yapmıyor her ikisini de idare etmeye başlıyor. Hem kocası François hem de eski kocası Jaromil ile birbirlerinin haberi olamadan birlikte oluyor. Bu ilişikiden bir tek Vera'nın haberi oluyor. Vera ise Londra'da bir bateriste aşık oluyor ama aşkının karşılığını bulamıyor. Bu arada Clement ile fırtınalı bir ilişki yaşıyor ama sonunda ayrılıyorlar ve ayrılığın sıkıntısını atmak için New York'a baterist sevgilisini görmeye gidiyor. Fakat Henderson Vera'yı erkek arkadaşıyla karşılamaya geliyor. Eşcinsel ve aids olduğunu açıklamasına rağmen Vera ondan çocuk sahibi olmakta ısrar ediyor. Henderson'un onun bu isteğini kabul etmemesi Vera'yı bunalıma sürüklüyor ve...



Film boyunca Madeleine ve kızı birbirlerine fırtınalı aşk hayatlarını anlatıyorlar. Kimi zaman eğlenceli kimi zaman hüzünlü sahneleriyle  ve müzikleriyle hoş bir 2 saat 15 dakika geçirttiriyor seyircilerine.

Madeline rolünde Catherine Deneuve, Vera rolünde Chiara Mastroianni çok güzel bir iki olmuş anne kız rollerinde. 

Güzel bir pazar öğleden sonrası filmiydi benim için. Boş vaktiniz varsa kaçırmayın derim...Özellikle anne kızlar birlikte seyredin. Belki sizinde paylaşacağınız bir şeyler olur filmin sonunda...


Ünlü yazarların yazı ritüelleri


Aslında bu eski bir konu ama her daim bir şekilde ilginçliğini koruyor- sevdiğimiz yazarlar acaba yazı yazarken neler yapıyorlar? Sahip oldukları hangi alışkanlıklar yazı yazmalarını daha rahat bir süreç haline getiriyor? En ilginç alışkanlıklara sahip olduğunu düşündüğümüz yazarları ele aldık ve  eğer biz de bir şekilde kabuğumuzu kırmak istiyorsak buna örnek teşkil edebilecek ritüellere bir göz atalım dedik. Buyurun sevgili okurlar, bakalım yazarlarımız ellerine kalem kağıdı alınca neler yapıyorlarmış?




Truman Capote


Söylenene göre, Capote sırtüstü yatarak yazarmış yazılarını, bir elinde kalem, diğer elinde ise bir kadeh şarapla. Pati Hill ile 1957 yılında Paris Review'e yaptığı bir söyleşide şöyle demiş Capote: “Ben tamamen yatay halde çalışabilen bir yazarım. Uzanmıyorsam rahat düşünemem, mutlaka bir yatakta ya da kanepede uzanıyor, kahve ve sigaraya da mümkün olduğunda kolay ulaşabiliyor olmam gerek. Öğleden sonraları ise kahveden nane çayına, oradan da şaraba ve martiniye geçiş yaparım. Ayrıca, yazmaya başladığımda daktilo kullanmam, yazılarımın ilk halini mutlaka elle yazarım, son hallerini de aynı şekilde tamamlarım.”




John Cheever




1978 yılında Newsweek'e yazdığı bir makalede Cheever, “Amerikalı bir yazar olarak, 60lı yıllarda öykülerden derlenen bir kitap çıkarmak geleneksel ve ağırbaşlı olmayı gerektiren bir olay, ancak bu öykülerimin çoğunu yalnızca iç çamaşırım üstümdeyken yazdığım gerçeğini değiştirmiyor,” demiştir. Sanki Cennetti Görünen kitabının ünlü yazarının o zamanlar tek bir takım elbisesi varmış, o halde onu kırıştırıp buruşturmak yerine, yazı yazarken iç çamaşırıyla kalmayı tercih etmiş. “Banliyönün Çehov”u olarak da tanınan bir yazar için oldukça makul bir tercih gibi görünüyor.





Francine Prose




Blue Angel (Mavi Melek) kitabının yazarı ve PEN Amerika Merkezi başkanı olan Prose, The Daily Beast'e verdiği röportajda, üstünde kocasının kırmızı siyah çizgili pijama altı ve bir tişört varken yazılarını yazdığını söylemiştir. The Atlantic'de, Kate Bolick ile yaptığı söyleşide ise şöyle demiştir: “Neyse ki, ya da maalesef ki pek manzarası olmayan, garip bir apartman dairesinde oturuyoruz. Aslında böylece, yazı yazarken dikkatimi dağıtan hiçbir şey olmuyor. Bir kasabada da yaşıyor olabilirdim. Bir duvara bakarak yazı yazmak, bana yazar olmanın metaforik olarak en uygun anlamı gibi geliyor.”



Ernest Hemingway




Pek çoğumuzun bildiği gibi Hemingway her gün, özellikle de sabah saatlerinde 500 kelime yazarmış. Oldukça üretken bir yazar olmasına karşın, nerede durması gerektiğini bilen bir yapıdaymış, 1934 yılında F. Scott Fitzgerald'a yazdığı bir mektupta “90 sayfalık berbat bir yazı yazacağıma, bir sayfa da olsa harika bir metin ortaya çıkarmanın peşindeyim. Geriye kalan saçmalıkları ise direkt çöpe atıyorum,” demiştir.


William Faulkner


Faulkner yazı yazarken bol bol viski içermiş. Bu alışkanlığı Sherwood Anderson'la, ikisi de New Orleans'da yaşarlarken tanıştıklarında edinmiş, o sıralar Falukner bir içki kaçakçısının yanında çalışıyormuş. 1957 yılında yazar, ilişkilerini şöyle anlatmış: “Akşamları buluşur, bir şeyler içebileceğimiz bir yere giderdik ve saat bire ya da ikiye dek oturup içerdik. O konuşurdu, ben dinlerdim. Sabahları ise o inzivaya çekilip yazmaya başlardı ve saatler sonra yine aynı ritüel tekrarlanırdı. Öğleni ve akşamı birlikte geçiririz, sabah o çalışır. O zaman kafama dank etmişti, eğer yazar olmak için yaşanması gereken hayat buysa, benim de hayatım böyle olmalıydı.”



T.S. Eliot




T.S. Eliot: Çağdaş Bir Yaşam isimli kitabında Lyndall Gordon'un yazdığı üzere, 1920'li yılların başında, T.S. Eliot kendine saklanacak yer olarak seçtiği ve yayınevi olan Chatto & Windus'un üst katında Kaptan Eliot adıylaotururmuş. Ancak saklandığı bir başka yer, Charing Cross Caddesi'ndeki evinde, ziyaretçilerin kapıda “Kaptan”ı sormalarını istiyordu. Üst kata çıktıklarında ise onları Eliot karşılıyordu, üstelik yüzü pudradan bembeyaz olmuş bir şekilde. Ne diyebiliriz ki? Aykırı bir dâhi işte böyle yapıyor.



Flannery O'Connor


İyi İnsan Bulmak Zor kitabının yazarı O'Connor şöyle diyor: “Her gün yaklaşık olarak iki saat yazı yazarım, çünkü tüm enerjim bu kadar yeter. Ancak o iki saate hiçbir şeyin karışmasına izin vermiyorum ve hep aynı saatlerde, aynı yerde yazıyorum.” Lupus hastalığı olduğu için her türlü aktiviteyi yapması yasaklanan yazar, tahta dolabının düz yüzeyine bakarak, hiçbir şeyden dikkati dağılmaksızın yazarmış yazılarını.





Sabit Fikir'den alınmıştır....

Şimşek Tanrıları




Şimşek tanrıları işbaşında bu gece. Bulutların arkasından şehri aydınlatan mavi ışıklarını görüyorum. 

Zeus mu o elinde şimşeği ile yoksa çekicini büyük bir hızla sallayan Thor mu? İki elinde tuttuğu aynalarla şimşek çaktırmaya çalışan Dian Mu olabilir mi acaba? 

Göremiyorum...Bulutların arkasına gizlenmişler.

Eğlence mi, gizli bir ayin mi? 

Bilmiyorum...

Yağmur cinlerini arıyor gözlerim. Acaba bu gece katılacaklar mı onlara? 

Ufak bir sürpriz yapabilirlermiş gecenin ilerleyen saatlerinde.

Bekliyorum diyorum hemde sabırsızlıkla. 

Gözlerim kapanmaya başlıyor koyu karanlığa...

Kulaklarım mavi kanatlı gök gürültüsü tanrısında...

El yazısı ölüyor mu?



El yazısı ölüyor mu

The Missing Ink (Kayıp Mürekkep) adlı kitabında yazar Philip Hensher, hem el yazısının yavaş ölümüne bir ağıt yakıyor hem de kalemle yazı yazmanın hayatımızda hâlâ nasıl özel bir yeri olabileceğini anlatıyor.





“Altı ay önce fark ettim ki, en yakın arkadaşımın el yazısının neye benzediğiyle ilgili hiçbir fikrim yok! Onu yıllardır tanımama rağmen hiçbir zaman yazılı kağıtlarla iletişim kurmadık. Bana sesli mesaj bıraktı, email attı, SMS yolladı ama ondan el yazısıyla yazılmış hiçbir mektup veya tatilinden bir postakartı almadım.”
Bu sözler The Missing Ink (Kayıp Mürekkep) kitabının yazarı Philip Hensher’e ait. Evet, son yıllarda el yazısı az kullanılır oldu.
Oysa, el yazısı geçen yıllara kadar insanlar arasındaki iletişim için gerekli ve kaçınılmaz bir aracıydı. Herkes mesajlarında, mürekkeple kağıda kendilerinden de bir parça bırakıyordu.
Peki ne oldu da el yazısı bu kadar arka plana atıldı? Son 20 yıldır, neredeyse her şeyi klavyeyle yazıyoruz. Klavye bağımlılığı öyle bir noktaya geldi ki eskiden cebimizde taşıdığımız telefonlar yapışmış gibi hep elimizde. El yazısının gündelik hayatta çıkardığı güçlükler de yok değildi. Ekonomik açıdan bakınca internet çok şeyi değiştirdi. Amerikan istatistik verilerine göre 1994’te kötü el yazıları, Amerikan işletmelerini 200 milyon dolarlık zarara uğrattı. 38 milyon okunamayan mektup sahibine ulaştırılamadı. 2000’de, doktorun kötü el yazısını okuyamayan bir eczacı, hastaya yanlış ilaç verip ölümüne sebep oldu. Devlet, açılan dava sonunda ölen hastanın ailesine 450 bin dolar tazminat ödedi.
Ama yazar Hensher, her şeye rağmen el yazısının hayatımızda olması gerektiğine inanıyor: “El yazısı kişiliğimizi belirler, kültürümüzü gösterir. Ruhlarımızın kilidini açan bir anahatardır. Toplumsal sağlığımızın, zekamızın, zerafet, fantezi ve güzelliğin işareti olan el yazısının tüm güzelliği yakında kaybolacak...”

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...