Şaman Sözü





Kuyu: - İçinde büyüdüğüm kör ayna;
bütün gece boğuştum kendimle tek başıma
boğulmasın diye yoksul yıldızlar.
Bir göksel diye var - ne kefe ne dara-
her şey ile hiçbir şey arasında,
denge bozulacak ben ayakta kalmasam.

Özdemir İnce - Şaman Sözü

Yağmur Duası

Kim bilir belki yağar:)



Kışı Özlemek




Ben özledim. Hem de çok özledim. Benim mevsimim sonbahar ve kış. Kendini yaz sanan bir sonbahar yaşıyoruz. Pastırma sıcakları sözüm ona ama artık bitsin. Yaz yazlığını bilsin sonbahar sonbahar sonbaharlığını:) Bundan 20 yıl önce olsa çoktan yağmurlar başlamıştı. Şimdi neredeyse damlasına hasret kaldım. 

Evet sonbaharı ve kışı, yağmuru ve karı özledim. 

Ve bugün bu konuda yalnız olmadığımı gördüm. Galiba benim gibi bazı kişilerde kışı özlemiş. Öğlene doğru dışarıda yürürken üzerinde pardösü giyen bir hanım, kazak giymiş lise öğrencisi genç bir kız, deri ceket giymiş orta yaşlı bir hanım, mini etek altına mus çorap giymiş genç bir kız, boynuna atkı sarmış başka bir genç kadın, kışlık ayakkabıyla dolaşan genç bir hanım ve bunlar gibi başka bir sürü insan gördüm. Hava sıcak ne pardösü havası ne mus çorap ama giymişler. Üşüdüklerinden değil bence için için kışı özlediklerinden. 



Geçenlerde yurt dışında yaşayan arkadaşlarıma aynen şu satırları yazdım; Sen Londra'da yaşayan arkadaşım yağmur yağdığında benim için yollara yayılmış sapsarı, koskoca Londra çınarının yağmurdan ıslanmış yaprakları üzerinde yürü, sen Kanada'da yaşayan arkadaşım yağmurda benim için evinin karşısındaki gölün kenarında yağmurun altında yürü ya da bisiklete bin, facebook'ta "sidikli Kiev'de evde oturmuş yağmurun dinmesini bekliyoruz" diye yazan arkadaşıma ise, haline şükret biz burada bir damla göremiyoruz madem evdesin benim için bir fincan kahve yap kendine ve yine benim için keyifle seyret yağmurun yağışını diye yazdım benim aksime kar, kış düşmanı yaz düşkünü arkadaşıma. Daha bir kaç kişiye daha yazdım keyfini çıkarın sonbaharın diye. 




Yağmurda yürümek istiyorum artık sonrada karda. Herkes saçak altlarına kaçışıp sağanaktan korunmaya çalıştığı zamanlarda benim yürüdüğüm çok olmuştur caddelerde. Bazen şemsiyeli bazen şemsiyesiz. (Tabii bu şekilde yürümenin acısı sonraki günlerde sinüzit ağrısından gözümü açamamakla çıkmıştır ama olsun o anı yaşadım ya yeter bana). Evdeysem de elim hemen kahve fincanıma gider. Ya ağır ağır mis gibi bir Türk kahvesi yaparım kendime ya da güzelliği kaçırmamak, bir an önce yağmurun zevkini çıkartmak için alelacele nescafe. Açarım camları, yağmurun sesi ve kokusu kahvenin kışkırtıcı kokusuyla karışır. Kah seyrederim, kah bir şeyler okurum. 






Kış kimileri için depresif bir sezondur benim içinse ayrıcalığı olan mevsim. Kış deyince aklıma Rus klasiklerindeki sonsuz beyazlık gelir (aklıma gelirde artık İstanbul'da göremez olduk zaten İstanbul'da kış demek rezillik demek). Ben burçlara inanmam ama arkadaşlarıma göre kışı bu kadar sevmemin sebebi Kova burcu insanı olmam. Neyse kışın çıkıp ayaklarımın altında karı hissede hissede, gıcır gıcır sesini duyarak yürümeyi çok severim. Üşümeyi, ellerimi ceplerimde ısıtmayı, yüzümün donmasını (varsın gelsin sinüzit ağrıları:), fotoğraf çekmeyi, hayvanları beslemeyi severim. Gündüz ayrı geceleri de yürürüm bazen. Gecenin sessizliğinde, hele ki karlı geceler daha da bir sessiz oluyor sokaklar, caddeler. Sonra eve dönüp pencerenin kenarında güzel bir kitap eşliğinde bir dilim portakal ile mis gibi tarçınlı sıcak şarap içmeyi de ihmal etmem doğrusu. 




Tabii tüm bu yazdıklarım sonbaharın ve kışın güzel romantik yüzü. Bunun bir de negatif yüzü var ki bu güzelliklerden sonra yazıp içinizi karartmak istemezdim ama hayat hep pozitif olmuyor maalesef. Bu havalarda en çok sokaklarda yatan evsizleri düşünürüm ben. Evlerinde ısınamayanları, işten eve dönmek için saatlerini kapalı yollarda geçirenleri, soğuktan aç biilaç titreyen hayvanları...İstanbul burası say say bitmez:( 

Doğuda ise kapalı yollarda doğuma yetişmek için şanslıysa ambulansta yolların açılmasını bekleyen anne adayları, hastalar, gecesini gündüzüne katıp kötü hava ve arazi koşullarında kapalı yolları açmaya çalışan insanlar, kardan kapanan yollardan dolayı ulaşılamayan köylerde yaşayan insanlar, buz gibi havada nöbet tutan askerler geçer gözümün önünden birer birer. Dua ederim onlar için. İşleri rast gitsin diye. 

Kış güzeldir, romantiktir ama zordur. 

Veeee anormal havaların insanı ben KIŞI ÖZLEDİM...







Erol Günaydın'ı Kaybettik

          Erol Günaydın'ı da kaybettik. 
        Türk tiyatrosundan bir yıldız daha kaydı. 
        Işıklar içinde uyu büyük usta...




"Artık kendimiz yoğuz...
Seyircilerimiz de kalmadı...
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar...
Gün ağırır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır...
Perde...”


Batan Bu Köhne Şilep





Garson masa iyi manzarayı değiştir
Sırası mı mehtabın yıldız yağmurunun
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun
Hava soğuk olmalı ağaçlar bütün duman
Eğer bulabilirsen ölü bir kar getir
Beyazlığı kalın bir su gibi uzayan
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilepte ne işleri var

Çünkü battım kasa boş ne para ne çek
Çünkü bütün telefonlar ısrarla alacaklı
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Hani o sarışın kirpikleri sırçalı
Yanağını viski bardağıyla serinleten
Sonra Nilay hani kafayı buldu mu ağlar
Cam yeşili Yasemin cıgara dumanı Nurşen
Batan bu şilepte ne işleri var

Garson masa iyi manzarayı değiştir
Büyük şimşek çakmalı gök gürültüsü filan
Şöyle dalları kıran şakırtılı bir yağmur
Köpek havlamaları bulut karanlığından
Zehir bulabilir misin çabucak öldürecek
Artık arsenik mi olur siyanür mü olur
Hangisi olursa olsun hepsi işime yarar
Yoksa bir tabanca bul bir avuç mermi getir
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilepte ne işleri var

Attila İlhan

Çingeneler:)

Tamda okuduğum kitabın üzerine geldi bu müzik. 

"Çingeneler her zaman grup halinde, yüksek sesle konuşarak yürüyorlar. Bir yabancının onların inanışlarını ve geleneklerini anlaması mümkün değil. Dilleri Romanca bile bir gizem. Çingenelerin onları bir zamanlar köle olarak satan Macarlarla uzun ve çatışmalı bir ilişkileri var." diye devam ediyor.

Sanki kitabın satırları arasından çıkageldi çingenelerin bu ezgisi...Ben severim çingeneleri...Ayrı bir renktirler yaşamın içinde hatta rengarenktirler. 

Kitabın ismi mi? O daha sonra şimdilik sizi Parno Graszt- Cade shucar'la başbaşa bırakıyorum.

İyi eğlenceler:)




Eski kitap kokusuna dair


Kimyagerlere "Eski kitaplar neden bu kadar güzel kokar" diye soracak olursak,  bize hemen eski kitap kokusunun bileşimini söylerler:  “Çimen kokusu ile bir parça asidin karışımına eklenen küf kokusuyla birlikte hafifçe burna çalınan vanilya kokusu” . Oldukça şairane bir cevap olsa gerek, ancak gerçekten ne sebep oluyor bu kokuya?



Kitapların çoğu organik materyallerden yapılmadır: Kağıt, mürekkep, yapıştırıcı ve lifler. Tüm bu materyaller ışığa, ısıya, neme ve hatta birbirlerine karşı etkileşime girerler ve zaman içinde belli miktarda uçucu organik bileşimler ortaya çıkarırlar. Kitabın yapımında kullanılan materyaller ne kadar değişiklik gösterirse, ortaya çıkan bileşim de o denli farklı olacaktır. Yapılan bir araştırmada 72 kitaptan tam 15 bileşimin her defasında ortaya çıktığı görülmüş, bu bileşimlerin bozulmayı gerçekleştirdiklerine dair güvenilir bir kanıt oluşmuştur. Bu 15 bileşimden bazıları, asetik asit, benzaldehit, butanol, furfural, oktanal, metoksifeniloksim ve diğer komik isimli kimyasallardır.



Tabii ki kitapların o kendilerine özgü kokularının oluşmasında çevresel etmenler ve o kitabı okuyan kişinin yaşamı da etkili. Bu yüzden bazı kitaplar kahve yerine geçebilir; kimileri ise parfüm, çiçek veya hemen yanınıza kıvrılıp uyuyuvermiş bir kedi mesela...


Araştırmacılar, sadece kağıtlardan değil, kitapların kapakların kokularına da dikkat çekiyorlar. Hatta bu sebeple, kitapların ve diğer kağıt belgelerin yaşını ve durumunu belirleyebilmek için geliştirilen bir metot sayesinde, özel bir koku alma donanımı ile kütüphanelere, müzelere ve arşivlere çok daha sağlıklı bir koleksiyon ve saklama imkanı getirileceğinin de bilgisini veriyorlar.

İyi (k)okumalar!

SabitFikir'den alıntıdır...

Gece Onu Dinleyemezsiniz!!!




Dün gazetenin sayfalarını çevirirken böyle bir başlığa rastladım. Gece onu dinleyemezsiniz...Neden dedim kendi kendime neden dinlemeyelim? İlerleyen satırlarda nedeni çıktı meydana. Belki sizler daha önceden biliyordunuz, yaptığı müziği dinlediniz. Ben ise ilk kez duydum adını. Enteresan geldi. Sıra dışı biri. Yaptığı müzik de öyle. Bazen tehditler bile alıyormuş söylediğine göre. Ailesi bile deli gözüyle bakıyormuş ona. Satanist olmadığını Allah'a inandığını söylüyor röportajında. Korku müzikleri yapıyor Emre Aron. Esin kaynağı ise huzur buluyorum, ruhumu dinlendiriyorum dediği mezarlıklar. Gecenin sessizliğinde kayıt yapıyor ve müziklerinde mezarlıklarda yaptığı bu kayıtları kullanıyormuş. 

Dokuz isimli bir albüm çıkarmış. Tılsım, Oda, 13, Lanetli Kukla, Sırat, Sanrı albümdeki parçalardan bazıları. Albüme adını veren dokuzun manası ise mezara ölünün üzerine konan dokuz tahtadan geliyormuş. Parçaları ölüm ve kader teması ağırlıklı. 

Ben Lanetli Kukla adlı parçasını dinledim. Tam bir korku müziği. Emre Aron ile yapılan röportajı okumak ve parçalarını dinlemek için linki tıklayınız. 

Hadi korkun biraz!!!



Hanna'ya Şiirler




"Dört bulut salıverdim gökyüzüne
Gökyüzünün en yücesine, ucuna
Biri turuncu, biri yeşil, biri al, birisi apak
Dört top bulut yolladım gökyüzünün en ucuna
Dört top ışıktan, koskocaman
Turuncusuna sevgi yükledim
Yeşiline dostluk
Arkadaşlık yükledim alına arkadaşlık
Apak buluta barış yükledim,
Ne kadar çok özlemişsek barışı o kadar çok
Gidin dedim bulutlarım yeryüzünün üstüne
Yağın dedim bulutlarım yeryüzüne
Yağmadık hiç bir yer bırakmayın, hiç bir yer,
hiç bir yer
Ama hiç bir yer, hiç bir yürek, hiç bir göz,
hiç bir kulak
Hiç bir ova, hiç bir çiçek bırakmayın
Her yere, her yere, her yere yağın,
Yağın ha yağın,
Yağın ha yağın, yağın ha yağın yağın ha yağın ha yağın
Yağın insan yüreklerine"

Yaşar Kemal

Albatross





Emilia Conan Doyle yazma denemeleri yapan, kendinin Arthur Conan Doyle'un akrabası olduğunu sanan genç bir kızdır. Annesinin intiharından sonra büyük anne, büyük babasıyla yaşamakta ve Fisher ailesinin işlettiği The Cliff House adlı otelde temizlikçi olarak çalışmaktadır. Evin babası Jonathan Fisher 20 yıl önce The Cliff House adında bir kitap yazarak ünlenmiş bir yazardır. Günlerini yeni kitap yazma çabaları içinde çatı katındaki odasında geçirmekte ama ilk kitabının başarısını yakalayacak ilhamı bulamamaktadır. Anne Joa ise hem otelin işletmesi hemde iki kızıyla ilgilenen evliliğinde aradığını bulamayan mutsuz eski bir sanatçıdır. Büyük kızları Beth Oxford Üniversitesi'ne girmek için yapacağı mülakata hazırlanmakta diğer taraftan ailesinin bu durumundan etkilenmektedir. Emilia destek olmak ve cesaretlendirmek için Beth'in Oxford'daki mülakatına onunla beraber gider ve aralarında bir arkadaşlık oluşur. Emilia Beth için dış dünyaya açılan bir kapıdır. 

Bu arada Emilia'nın yazma isteği Jonathan'ın dikkatini çeker. Ona bu konuda yardımcı olacağını söyler ve Emilia'ya yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başlar. Bir gün Emilia'yı Arthur Conan Doyle'un mezarına götürür ve aralarında romantik bir ilişki başlar. Filmin ilerleyen karelerinde Emilia ile Doyle'un akrabalık ilişkisindeki sır çözülür. Bu arada Beth babası ve Emilia arasındaki ilişkiyi fark eder ve aile ilişkileri iyice çıkmaza girer. 

Filmin sonunda...Hayır:) Ne kadar istesem de sonunu yazmayacağım ama küçük bir tüyo vereceğim Beth ve Emilia için çok güzel bir sonla bitiyor özellikle de Emilia için...

2011 yılında prömiyeri yapılan film Isle of Man adasında çekilmiş ve harika manzaraları var. Konusunu beğenmezseniz bile görüntüleri için seyredilir. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:) 

Albatross...Spread your wings...














Sonbahar Saçlarında

Atilla Birkiye'den sonbahara yakışır çok güzel bir yazı. Sonbaharda aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi herhalde...







Artık, sonbahar kentte; zamanın en görkemli evresi...

Ekim sarısı yapraklar hüznün gözyaşları, unutulmuş sokaklarda savrulan.

Ey kent artık uzat elini.

Ey aşk, artık kaçırma yüreğini.

Dünyanın en güzel kentinde, insan kendi tarihinin en büyük aşkını yaşamak ister.

Dünyanın en güzel kenti İstanbul’sa, en büyük aşkıdır yaşanan.

Zaman gelir, kente ekim düşer; gözyaşlarıdır doğanın.

İyice bilinmelidir, yeryüzünde akmayan hiçbir gözyaşı da yoktur.

Ayrılıkların, hüznün melodisi kulaklardadır, sonbaharla birlikte.

Yüreklerdeki ise, hep arzulanan bir çarpıntıdır; tüm gözyaşına karşın.

Çünkü ekimde de hayatı yaşamak, hayatı soluklamak vardır.

Çünkü ekimdir aslında arzulananların en şiddetlisi.

Dizeler, ekimin ilk fırtınasında, yağmur yüklü bulutlara doğru yükselir.

Martılardır bu kez dizelere yol veren.

Martılardır bu dizeleri ilk kez okuyan.

Bir vapurda âşık bir adam genç bir kadının gözlerinde, dudaklarında, gülüşünün saflığında erir.

  Ekim rüzgârı

  Saçlarından yüzüme esen

  Ekim yağmuru

  Avucunda tuttuğum

Sonbahardan korkulur; çünkü, tarihin imgesine göre hazan yüreğe saplanan bir hançerdir.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar yaşanır.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar, dünyanın en güzel kentinin sahiplendiği bir şarkıdır.

Belki de bizim yaşamak istediğimiz, ey okur bağışla beni bunu bunca sarf ettiğim için, belki de yalnızca sonbahardır.

Kimileri selam durur kente sonbahar geldi diye.

Demem o demek ki kimileri yürekten sever sonbaharı.

Esmer bir kadına binlerce dizelerin yazıldığı gibi.

Serinlemiş gecelerde, eski kitaplar raflarından özenle alınır.

Sayfaları, başucu lambasında ağır ağır çevrilir.

O kitaplar ki genellikle aşk şiirlerini, aşk için yazılmış sözcükleri içerir.

Çünkü kente sonbahar gelmiştir...

Dalgalar denizin ortasında şarkılardaki gibi seni söyler.

Dalgalar, fırtınalı bir ekim denizinde bizi adaya taşır.

Dalgalar ilk ekim fırtınasında bir öyküye tanık olur.

Ada kentin, saklanan saklanmayan, unutulan unutulmayan anılarıyla doludur.

En görkemli öykülerle doludur ada.

Söylememe gerek var mı, bunlar aşk öyküleridir, hiç kuşkusuz.

Zaten rüzgâr adaya çağlar boyu, aşkı fısıldamaktadır, coşkulu bir sesle.

Kim bilir, belki de ada bir yanılsamanın romantik bir tanımıdır.

Hep gitmek istediğimiz: hep gitmek istediğimizle...

Kim bilebilir adanın gerçekten var olup olmadığını.

Gerçekten var mıdır, yoksa bizim yüreğimizdeki yasak bir aşk izdüşümü müdür?

İşte, insanı umutlandıran da, acılara gömen de budur.

Belki yanılsamadır, belki de değil.

Ama iki sözcüktür ilk ekim fırtınasında, dalgalar bizi adaya götürürken, yüreğimin gerçeği:

Sonbahar saçlarında...



(Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2008)

Bu güzel yazıdan sonra Nat King Cole ve Autumn Leaves'de iyi gider doğrusu:)