Albatross





Emilia Conan Doyle yazma denemeleri yapan, kendinin Arthur Conan Doyle'un akrabası olduğunu sanan genç bir kızdır. Annesinin intiharından sonra büyük anne, büyük babasıyla yaşamakta ve Fisher ailesinin işlettiği The Cliff House adlı otelde temizlikçi olarak çalışmaktadır. Evin babası Jonathan Fisher 20 yıl önce The Cliff House adında bir kitap yazarak ünlenmiş bir yazardır. Günlerini yeni kitap yazma çabaları içinde çatı katındaki odasında geçirmekte ama ilk kitabının başarısını yakalayacak ilhamı bulamamaktadır. Anne Joa ise hem otelin işletmesi hemde iki kızıyla ilgilenen evliliğinde aradığını bulamayan mutsuz eski bir sanatçıdır. Büyük kızları Beth Oxford Üniversitesi'ne girmek için yapacağı mülakata hazırlanmakta diğer taraftan ailesinin bu durumundan etkilenmektedir. Emilia destek olmak ve cesaretlendirmek için Beth'in Oxford'daki mülakatına onunla beraber gider ve aralarında bir arkadaşlık oluşur. Emilia Beth için dış dünyaya açılan bir kapıdır. 

Bu arada Emilia'nın yazma isteği Jonathan'ın dikkatini çeker. Ona bu konuda yardımcı olacağını söyler ve Emilia'ya yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başlar. Bir gün Emilia'yı Arthur Conan Doyle'un mezarına götürür ve aralarında romantik bir ilişki başlar. Filmin ilerleyen karelerinde Emilia ile Doyle'un akrabalık ilişkisindeki sır çözülür. Bu arada Beth babası ve Emilia arasındaki ilişkiyi fark eder ve aile ilişkileri iyice çıkmaza girer. 

Filmin sonunda...Hayır:) Ne kadar istesem de sonunu yazmayacağım ama küçük bir tüyo vereceğim Beth ve Emilia için çok güzel bir sonla bitiyor özellikle de Emilia için...

2011 yılında prömiyeri yapılan film Isle of Man adasında çekilmiş ve harika manzaraları var. Konusunu beğenmezseniz bile görüntüleri için seyredilir. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:) 

Albatross...Spread your wings...














Sonbahar Saçlarında

Atilla Birkiye'den sonbahara yakışır çok güzel bir yazı. Sonbaharda aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi herhalde...







Artık, sonbahar kentte; zamanın en görkemli evresi...

Ekim sarısı yapraklar hüznün gözyaşları, unutulmuş sokaklarda savrulan.

Ey kent artık uzat elini.

Ey aşk, artık kaçırma yüreğini.

Dünyanın en güzel kentinde, insan kendi tarihinin en büyük aşkını yaşamak ister.

Dünyanın en güzel kenti İstanbul’sa, en büyük aşkıdır yaşanan.

Zaman gelir, kente ekim düşer; gözyaşlarıdır doğanın.

İyice bilinmelidir, yeryüzünde akmayan hiçbir gözyaşı da yoktur.

Ayrılıkların, hüznün melodisi kulaklardadır, sonbaharla birlikte.

Yüreklerdeki ise, hep arzulanan bir çarpıntıdır; tüm gözyaşına karşın.

Çünkü ekimde de hayatı yaşamak, hayatı soluklamak vardır.

Çünkü ekimdir aslında arzulananların en şiddetlisi.

Dizeler, ekimin ilk fırtınasında, yağmur yüklü bulutlara doğru yükselir.

Martılardır bu kez dizelere yol veren.

Martılardır bu dizeleri ilk kez okuyan.

Bir vapurda âşık bir adam genç bir kadının gözlerinde, dudaklarında, gülüşünün saflığında erir.

  Ekim rüzgârı

  Saçlarından yüzüme esen

  Ekim yağmuru

  Avucunda tuttuğum

Sonbahardan korkulur; çünkü, tarihin imgesine göre hazan yüreğe saplanan bir hançerdir.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar yaşanır.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar, dünyanın en güzel kentinin sahiplendiği bir şarkıdır.

Belki de bizim yaşamak istediğimiz, ey okur bağışla beni bunu bunca sarf ettiğim için, belki de yalnızca sonbahardır.

Kimileri selam durur kente sonbahar geldi diye.

Demem o demek ki kimileri yürekten sever sonbaharı.

Esmer bir kadına binlerce dizelerin yazıldığı gibi.

Serinlemiş gecelerde, eski kitaplar raflarından özenle alınır.

Sayfaları, başucu lambasında ağır ağır çevrilir.

O kitaplar ki genellikle aşk şiirlerini, aşk için yazılmış sözcükleri içerir.

Çünkü kente sonbahar gelmiştir...

Dalgalar denizin ortasında şarkılardaki gibi seni söyler.

Dalgalar, fırtınalı bir ekim denizinde bizi adaya taşır.

Dalgalar ilk ekim fırtınasında bir öyküye tanık olur.

Ada kentin, saklanan saklanmayan, unutulan unutulmayan anılarıyla doludur.

En görkemli öykülerle doludur ada.

Söylememe gerek var mı, bunlar aşk öyküleridir, hiç kuşkusuz.

Zaten rüzgâr adaya çağlar boyu, aşkı fısıldamaktadır, coşkulu bir sesle.

Kim bilir, belki de ada bir yanılsamanın romantik bir tanımıdır.

Hep gitmek istediğimiz: hep gitmek istediğimizle...

Kim bilebilir adanın gerçekten var olup olmadığını.

Gerçekten var mıdır, yoksa bizim yüreğimizdeki yasak bir aşk izdüşümü müdür?

İşte, insanı umutlandıran da, acılara gömen de budur.

Belki yanılsamadır, belki de değil.

Ama iki sözcüktür ilk ekim fırtınasında, dalgalar bizi adaya götürürken, yüreğimin gerçeği:

Sonbahar saçlarında...



(Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2008)

Bu güzel yazıdan sonra Nat King Cole ve Autumn Leaves'de iyi gider doğrusu:)


Müzelerin geleceği, evlerimizin içinde gizli.


Hepimizin evinde atmaya kıyamadığımız eski eşyalarımız vardır. Birikirde birikirler. Garip bir şekilde bağlanırız onlara. Hepsinde ayrı yaşanmışlıklar vardır. Her biri ayrı bir anı hatırlatır, tekrar yaşatır sahibine. Eski saatler, eski telefonlar, kiminde giysiler...Liste uzadıkça uzar. Kendimize ait olanlar dışından aile büyüklerinden kalanlarda eklenir bunlara. Zamanla içimizden gelmesede bazılarını eleriz yersizlikten ama bir kısmı hayatımızı paylaşmaya devam eder kıyıda köşede bir yerlerde. Orhan Pamuk'ta eski eşyalardan ve Masumiyet Müzesinden yola çıkarak "Müzelerin geleceği , evlerimizin içinde gizli" diyor. İşte Pamuk'un yazısı...


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı

New York Times'tan Holly Brubach, "The Right Stuff (Doğru Nesneler)" adıyla kaleme aldığı makalede Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanını ve aynı adı taşıyan müzesini anlattı.










4 Ekim'de Refik Anadol'un çektiği fotoğraflarla birlikte yayımlanan makalesinde "Başkaları için son derece değersiz ama onun için paha biçilemeyen bazı nesnelere" bağlandığı için kendini çok garip hissettiğini anlatan Brubach, Nobelli yazar Orhan Pamuk'un bu konuda içine su serptiğini yazdı. "Pamuk da aynı hastalıktan muzdarip" diyen Brubach, yazıda Orhan Pamuk'la telefonda konuştuklarını da aktardı.

Makaledeki bazı çarpıcı bölümler özetle şöyle:

* Pamuk, telefonda yaptığımız sohbette "Eski ceketlerimden birinin cebinde yıllar öncesinden kalan bir sinema bileti bulduğumu düşünelim, o an sadece o filmi gördüğümü hatırlamam, aklıma filmden sahneler de gelir. Unuttuğumu sandığım bazı sahneler yıllar sonra böylece bana geri döner. Nesnelerde bu güç vardır ve bu çok hoşuma gidiyor" dedi.
* 2009'da yayımladığı çok satan kitabı "Masumiyet Müzesi"nden sonra aynı adla, şimdiye dek 11 bin kişinin ziyaret ettiği bir müze de açan yazar, bu ay müzenin içeriğini yansıtan "The Innocence of Objects (Nesnelerin Masumiyeti)" adlı bir katalog yayımladı. Bu katalog için "Nesnelere odaklanmak ve hikâyeyi nesneler üzerinden anlatmak, kitabımın kahramanlarını Batı edebiyatındaki romanlardan ayırdı; onları daha gerçek kıldı. Böylece kahramanlar İstanbul'un daha iyi bir özetine dönüştü" yazdı.
* Yeni çağın dinamiği bizi "şimdi"de yaşamaya zorluyor. ABD'deki her 10 evden 1'ine hizmet eden milyarlarca dolarlık "saklama" endüstrisi ve biriktirdikleri malzemelerden kurtulmaları için insanlara yardımcı olan danışmanlar var. Pamuk da, "Modernite sahte ihtiyaçlar arasında kaybolmamıza yol açtı. Yaşadığımız çağda seri üretim nesneler arasında kayboluyoruz. Haber bile vermeden gelen, masalarımızın üzerine, duvarlarımıza yerleşen nesneler arasında yaşıyoruz. Onları, onların aslında hiç farkına varmadan kullanıyoruz. Bir süre sonra da veda bile etmeden hayatımızdan çıkıyorlar" diyor.
* Pamuk'a göre 20'nci yüzyıl Türkiye'sinde yaşayanların Avrupa ve Amerika'da yaşayanları taklit etmeye başlamasıyla, bu insanların evlerindeki pek çok eşya, eşya pazarlarında toplu halde satılmaya başladı. Pamuk da müzede bir araya getirdiği nesneleri pazarlardan satın aldı. Bu eşyalar bugünlere geldiyse Pamuk'un deyişiyle bu durum, değişen Türkiye'de ümitsizliğe kapılan, biraz kıskanç, biraz hırçın bazı insanlar sayesinde olmuştu bu. Eski eşyaları muhafaza edenler, yüzlerini Avrupa ve Amerika'ya dönerek aniden değişen ailelerine yabancılaşmış insanlardı. Pamuk'un katalogda yazdığı şekliyle bu insanlar "nesnelere bağlanmalarının sebebinin yaşadıkları kalpkırıklıklarında ve hüzünlü hikâyelerinden kaynaklandığının bilincindeydiler. Ama onlarla alay eden topluma önemli katkıları olduğuna da tüm kalpleriyle inanıyorlardı."

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Deniz Fenerindeki Sisler Prensi

Sisler Prensi ile göz göze geldiğimizde ona çekinmeden elimi uzattım. 

"Deniz fenerine bitişik evin dar yemek odası yeni pişirilmiş kahve ve pipo tütünü kokuyordu. Yer ve duvarlar koyu renk ahşap kaplıydı. Çok büyük bir kitaplık ve Max'ın tam olarak tanımlayamadığı bir kaç gemici eşyası dışında dekorasyon namına hemen hemen hiçbir şey yoktu. Victor Kray'ın kendisine layık gördüğü tek lüks odun sobasıyla, birkaç rengi solmuş eski deri koltuğu olan üzeri koyu renk kadife bir örtüyle örtülü yemek masasıydı." 

Deniz feneri, kahve, pipo tütünü, kitaplık, gemici eşyası kelimeleri ile örülmüş işte bu satırlar üzerinde eski bir deniz feneri (çakar demek daha doğru olur) resmi olan kitabı almam için yeterli bir sebepti. 

Yalnızlığın Işıkları deniz fenerlerinin hayatımda her zaman farklı bir yeri olmuştur. Kitabın kapağı ve konusunun deniz feneri etrafında geçmesi gençlik romanı ibaresini göz ardı etmem için bir nedendi. 




Bahsettiğim kitap Rüzgarın Gölgesi ve Meleğin Oyunu kitaplarının yazarı Carlos Ruiz Zafon'un yazarlık kariyerinin ilk romanı olan Sisler Prensi. Rüzgarın Gölgesini okuduğum zaman ki yazarın adını ilk kez bu kitapla duymuştum ne varsa Latin kökenli yazarlarda var demiştim kendi kendime. Latin edebiyatı yazarları havasından mı suyundan mı aldıkları eğitimden mi bilemiyorum ama dünya edebiyatında farklarını ortaya koyuyorlar. 

Sisler Prensi, Carver ailesinin kentten ve savaştan uzaklaşmak için küçük bir sahil kasabasına taşınmasıyla başlıyor. Kısa bir süre sonra taşındıkları evde garip olaylar yaşanmaya başlar. Evin oğlu Max otlarla kaplı arka bahçede sirk kumpanyasına ait olabileceğini düşündüğü korkunç heykeller keşfeder. Evin küçük kızı Irina sürekli garip sesler duymaya başlar. Babaları ise evin eski sahipleri tarafından çekilmiş bir kutu eski film bulur. 

Kasabada evin eski sahipleri Eva ve Richard Fleischmann'ın oğulları Jacob'un esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu söylentisi vardır ve kasaba halkı eve tekinsiz gözüyle bakmaktadır. 

Bu arada Max Roland adlı bir gençle tanışır, arkadaşlık etmeye başlarlar. Roland'ın anne ve babası bir kazada ölünce deniz fenerinin bekçisi Victor Kray tarafından büyütülmüştür. Victor Kray ise bölgede geçirdiği bir deniz kazası sonucunda gemiden kurtulan tek kişidir. Kaza sonrasında kasabalılar tarafında sahilde bulunup tedavi edilmiştir. Victor iyileştikten sonra aynı yerde bir kez daha benzer trajedinin yaşanmaması için kazanın olduğu yere deniz feneri inşaa etmiş ve bekçiliğini üstlenmiştir. İlerleyen sayfalarda Victor Kray kendi hikayesini anlatmaya başlar ve heykellerle olan bağlantısını açıklar. Romanın sonunda Sisler Prensine bedeller ödenir  ve tüm sırlar ortaya çıkar. 

"Aklını bir şekilde toparlamaya çalışırken uzaklardan yeni bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veren gök gürültüsünü duyarak başını ufka doğru çevirdi. Kasvetli bulutlardan oluşan mürekkep lekesine benzeyen kapkara bir örtü denizin üzerinde gittikçe yayılıyordu. Şimşek gökyüzünü yırtarken, hemen peşinden gök gürültüsü, savaş tamtamlarını andıran bir gümbürtüyle kıyıyı inletti."

"Üzerini değiştirirken yatak odasının penceresinden dışarıya baktı ve gittikçe yaklaşmakta olan fırtınanın gökyüzünü kapkara pelerinle örttüğünü, gecenin normalden saatlerce önce çökmüş olduğunu gördü." 

Yukarıda kitaptan alıntı yaptığım satırları nerede olursa olsun Carlos Ruiz Zafon'a ait olabileceğini tahmin edebilirim. Buna benzer fırtına betimlemelerini Rüzgarın Gölgesinde'de yapmıştı ve fırtına, yağmur, gök gürültüsü, şimşek seven biri olarak bu betimlemelerini çok sevmiştim. Anlaşılan Zafon bunu kitaplarında geleneksel hale getirmiş:).

Benimde gelenekselleştirdiğim gibi kitaptan son bir tadımlık;

"İnsanoğlunun yaşamının üç evreye ayrıldığını biliyorum. İlk evrede günün birinde yaşlanacağımızı  aklımıza bile getirmeyiz, zamanın geçtiğini ve doğduğumuz günden itibaren adım adım nihai bir sona doğru ilerlediğimiz düşünmeyiz. Gençliğin ilk yıllarını, insanın yaşamın kırılganlığının ayrımına vardığı ikinci evre izler. Ve insanın içini kemiren küçük bir kuşku gibi başlayan duygu, içimizde tıpkı belirsizlikler seli gibi kabarır ve yaşamımızın geri kalanında bizden ayrılmaz. En son olarak da, yaşamın sonlarına doğru onaylama ve kabullenme aşamasına ulaşırız, böylece bekleme süreci başlar. Yaşamım boyunca bu evrelerden birine takılı kalıp aşamayan pek çok insan tanıdım. Bu gerçekten berbat bir durumdur."

Bugünlerde kitap okumasını seven bir çocuğa veya gence hediye almak istiyorsanız Sisler Prensi'ni tavsiye ederim. Zafon'un büyülü gerçekçiliği ustalıkla kullandığı satırlarında onu hayal dünyasında bambaşka yerlere götürürsünüz. Merak edip okursanız da deniz fenerinin kumsalında sizde peşinden gidersiniz bu modern Faust hikayesinin:)

Sisler Prensi   Carlos Ruiz Zafon  Altın Kitaplar     Suzan Cenani Alioğlu'nun güzel çevirisi ile...



Bir güzellik yap kendine!





Bir güzellik yap kendine!
Ve sadece sahip olduklarını düşün; mutlu ol onlarla!
Sahip olamadıkların üzülsün senin olmadıklarına… 

Bir güzellik yap kendine!

Keşkeleri hiç düşünme!
Mutlu ol seçimlerinle.
Bırak keşkeler üzülsün senin seçimlerine…

Bir güzellik yap kendine!
Her yeni günü senin günün ilan et ve şımart kendini olabildiğince!
Bırak dünler üzülsün seçilmediğine…

Bir güzellik yap kendine!
Kalbinde daha da büyüt sevgisini sevdiklerinin!
Bırak sevmediklerin üzülsün kalbinde yerleri yok diye!

Bir güzellik yap kendine!
Sev kendini, kimseleri sevmediğin kadar.
Mutlu ol varlığınla!
Bırak seni sevmeyenler üzülsün!
Yüreklerine sığamayacak kadar büyüksün diye!

Alıntı