Müzelerin geleceği, evlerimizin içinde gizli.


Hepimizin evinde atmaya kıyamadığımız eski eşyalarımız vardır. Birikirde birikirler. Garip bir şekilde bağlanırız onlara. Hepsinde ayrı yaşanmışlıklar vardır. Her biri ayrı bir anı hatırlatır, tekrar yaşatır sahibine. Eski saatler, eski telefonlar, kiminde giysiler...Liste uzadıkça uzar. Kendimize ait olanlar dışından aile büyüklerinden kalanlarda eklenir bunlara. Zamanla içimizden gelmesede bazılarını eleriz yersizlikten ama bir kısmı hayatımızı paylaşmaya devam eder kıyıda köşede bir yerlerde. Orhan Pamuk'ta eski eşyalardan ve Masumiyet Müzesinden yola çıkarak "Müzelerin geleceği , evlerimizin içinde gizli" diyor. İşte Pamuk'un yazısı...


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı

New York Times'tan Holly Brubach, "The Right Stuff (Doğru Nesneler)" adıyla kaleme aldığı makalede Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanını ve aynı adı taşıyan müzesini anlattı.










4 Ekim'de Refik Anadol'un çektiği fotoğraflarla birlikte yayımlanan makalesinde "Başkaları için son derece değersiz ama onun için paha biçilemeyen bazı nesnelere" bağlandığı için kendini çok garip hissettiğini anlatan Brubach, Nobelli yazar Orhan Pamuk'un bu konuda içine su serptiğini yazdı. "Pamuk da aynı hastalıktan muzdarip" diyen Brubach, yazıda Orhan Pamuk'la telefonda konuştuklarını da aktardı.

Makaledeki bazı çarpıcı bölümler özetle şöyle:

* Pamuk, telefonda yaptığımız sohbette "Eski ceketlerimden birinin cebinde yıllar öncesinden kalan bir sinema bileti bulduğumu düşünelim, o an sadece o filmi gördüğümü hatırlamam, aklıma filmden sahneler de gelir. Unuttuğumu sandığım bazı sahneler yıllar sonra böylece bana geri döner. Nesnelerde bu güç vardır ve bu çok hoşuma gidiyor" dedi.
* 2009'da yayımladığı çok satan kitabı "Masumiyet Müzesi"nden sonra aynı adla, şimdiye dek 11 bin kişinin ziyaret ettiği bir müze de açan yazar, bu ay müzenin içeriğini yansıtan "The Innocence of Objects (Nesnelerin Masumiyeti)" adlı bir katalog yayımladı. Bu katalog için "Nesnelere odaklanmak ve hikâyeyi nesneler üzerinden anlatmak, kitabımın kahramanlarını Batı edebiyatındaki romanlardan ayırdı; onları daha gerçek kıldı. Böylece kahramanlar İstanbul'un daha iyi bir özetine dönüştü" yazdı.
* Yeni çağın dinamiği bizi "şimdi"de yaşamaya zorluyor. ABD'deki her 10 evden 1'ine hizmet eden milyarlarca dolarlık "saklama" endüstrisi ve biriktirdikleri malzemelerden kurtulmaları için insanlara yardımcı olan danışmanlar var. Pamuk da, "Modernite sahte ihtiyaçlar arasında kaybolmamıza yol açtı. Yaşadığımız çağda seri üretim nesneler arasında kayboluyoruz. Haber bile vermeden gelen, masalarımızın üzerine, duvarlarımıza yerleşen nesneler arasında yaşıyoruz. Onları, onların aslında hiç farkına varmadan kullanıyoruz. Bir süre sonra da veda bile etmeden hayatımızdan çıkıyorlar" diyor.
* Pamuk'a göre 20'nci yüzyıl Türkiye'sinde yaşayanların Avrupa ve Amerika'da yaşayanları taklit etmeye başlamasıyla, bu insanların evlerindeki pek çok eşya, eşya pazarlarında toplu halde satılmaya başladı. Pamuk da müzede bir araya getirdiği nesneleri pazarlardan satın aldı. Bu eşyalar bugünlere geldiyse Pamuk'un deyişiyle bu durum, değişen Türkiye'de ümitsizliğe kapılan, biraz kıskanç, biraz hırçın bazı insanlar sayesinde olmuştu bu. Eski eşyaları muhafaza edenler, yüzlerini Avrupa ve Amerika'ya dönerek aniden değişen ailelerine yabancılaşmış insanlardı. Pamuk'un katalogda yazdığı şekliyle bu insanlar "nesnelere bağlanmalarının sebebinin yaşadıkları kalpkırıklıklarında ve hüzünlü hikâyelerinden kaynaklandığının bilincindeydiler. Ama onlarla alay eden topluma önemli katkıları olduğuna da tüm kalpleriyle inanıyorlardı."

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Deniz Fenerindeki Sisler Prensi

Sisler Prensi ile göz göze geldiğimizde ona çekinmeden elimi uzattım. 

"Deniz fenerine bitişik evin dar yemek odası yeni pişirilmiş kahve ve pipo tütünü kokuyordu. Yer ve duvarlar koyu renk ahşap kaplıydı. Çok büyük bir kitaplık ve Max'ın tam olarak tanımlayamadığı bir kaç gemici eşyası dışında dekorasyon namına hemen hemen hiçbir şey yoktu. Victor Kray'ın kendisine layık gördüğü tek lüks odun sobasıyla, birkaç rengi solmuş eski deri koltuğu olan üzeri koyu renk kadife bir örtüyle örtülü yemek masasıydı." 

Deniz feneri, kahve, pipo tütünü, kitaplık, gemici eşyası kelimeleri ile örülmüş işte bu satırlar üzerinde eski bir deniz feneri (çakar demek daha doğru olur) resmi olan kitabı almam için yeterli bir sebepti. 

Yalnızlığın Işıkları deniz fenerlerinin hayatımda her zaman farklı bir yeri olmuştur. Kitabın kapağı ve konusunun deniz feneri etrafında geçmesi gençlik romanı ibaresini göz ardı etmem için bir nedendi. 




Bahsettiğim kitap Rüzgarın Gölgesi ve Meleğin Oyunu kitaplarının yazarı Carlos Ruiz Zafon'un yazarlık kariyerinin ilk romanı olan Sisler Prensi. Rüzgarın Gölgesini okuduğum zaman ki yazarın adını ilk kez bu kitapla duymuştum ne varsa Latin kökenli yazarlarda var demiştim kendi kendime. Latin edebiyatı yazarları havasından mı suyundan mı aldıkları eğitimden mi bilemiyorum ama dünya edebiyatında farklarını ortaya koyuyorlar. 

Sisler Prensi, Carver ailesinin kentten ve savaştan uzaklaşmak için küçük bir sahil kasabasına taşınmasıyla başlıyor. Kısa bir süre sonra taşındıkları evde garip olaylar yaşanmaya başlar. Evin oğlu Max otlarla kaplı arka bahçede sirk kumpanyasına ait olabileceğini düşündüğü korkunç heykeller keşfeder. Evin küçük kızı Irina sürekli garip sesler duymaya başlar. Babaları ise evin eski sahipleri tarafından çekilmiş bir kutu eski film bulur. 

Kasabada evin eski sahipleri Eva ve Richard Fleischmann'ın oğulları Jacob'un esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu söylentisi vardır ve kasaba halkı eve tekinsiz gözüyle bakmaktadır. 

Bu arada Max Roland adlı bir gençle tanışır, arkadaşlık etmeye başlarlar. Roland'ın anne ve babası bir kazada ölünce deniz fenerinin bekçisi Victor Kray tarafından büyütülmüştür. Victor Kray ise bölgede geçirdiği bir deniz kazası sonucunda gemiden kurtulan tek kişidir. Kaza sonrasında kasabalılar tarafında sahilde bulunup tedavi edilmiştir. Victor iyileştikten sonra aynı yerde bir kez daha benzer trajedinin yaşanmaması için kazanın olduğu yere deniz feneri inşaa etmiş ve bekçiliğini üstlenmiştir. İlerleyen sayfalarda Victor Kray kendi hikayesini anlatmaya başlar ve heykellerle olan bağlantısını açıklar. Romanın sonunda Sisler Prensine bedeller ödenir  ve tüm sırlar ortaya çıkar. 

"Aklını bir şekilde toparlamaya çalışırken uzaklardan yeni bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veren gök gürültüsünü duyarak başını ufka doğru çevirdi. Kasvetli bulutlardan oluşan mürekkep lekesine benzeyen kapkara bir örtü denizin üzerinde gittikçe yayılıyordu. Şimşek gökyüzünü yırtarken, hemen peşinden gök gürültüsü, savaş tamtamlarını andıran bir gümbürtüyle kıyıyı inletti."

"Üzerini değiştirirken yatak odasının penceresinden dışarıya baktı ve gittikçe yaklaşmakta olan fırtınanın gökyüzünü kapkara pelerinle örttüğünü, gecenin normalden saatlerce önce çökmüş olduğunu gördü." 

Yukarıda kitaptan alıntı yaptığım satırları nerede olursa olsun Carlos Ruiz Zafon'a ait olabileceğini tahmin edebilirim. Buna benzer fırtına betimlemelerini Rüzgarın Gölgesinde'de yapmıştı ve fırtına, yağmur, gök gürültüsü, şimşek seven biri olarak bu betimlemelerini çok sevmiştim. Anlaşılan Zafon bunu kitaplarında geleneksel hale getirmiş:).

Benimde gelenekselleştirdiğim gibi kitaptan son bir tadımlık;

"İnsanoğlunun yaşamının üç evreye ayrıldığını biliyorum. İlk evrede günün birinde yaşlanacağımızı  aklımıza bile getirmeyiz, zamanın geçtiğini ve doğduğumuz günden itibaren adım adım nihai bir sona doğru ilerlediğimiz düşünmeyiz. Gençliğin ilk yıllarını, insanın yaşamın kırılganlığının ayrımına vardığı ikinci evre izler. Ve insanın içini kemiren küçük bir kuşku gibi başlayan duygu, içimizde tıpkı belirsizlikler seli gibi kabarır ve yaşamımızın geri kalanında bizden ayrılmaz. En son olarak da, yaşamın sonlarına doğru onaylama ve kabullenme aşamasına ulaşırız, böylece bekleme süreci başlar. Yaşamım boyunca bu evrelerden birine takılı kalıp aşamayan pek çok insan tanıdım. Bu gerçekten berbat bir durumdur."

Bugünlerde kitap okumasını seven bir çocuğa veya gence hediye almak istiyorsanız Sisler Prensi'ni tavsiye ederim. Zafon'un büyülü gerçekçiliği ustalıkla kullandığı satırlarında onu hayal dünyasında bambaşka yerlere götürürsünüz. Merak edip okursanız da deniz fenerinin kumsalında sizde peşinden gidersiniz bu modern Faust hikayesinin:)

Sisler Prensi   Carlos Ruiz Zafon  Altın Kitaplar     Suzan Cenani Alioğlu'nun güzel çevirisi ile...



Bir güzellik yap kendine!





Bir güzellik yap kendine!
Ve sadece sahip olduklarını düşün; mutlu ol onlarla!
Sahip olamadıkların üzülsün senin olmadıklarına… 

Bir güzellik yap kendine!

Keşkeleri hiç düşünme!
Mutlu ol seçimlerinle.
Bırak keşkeler üzülsün senin seçimlerine…

Bir güzellik yap kendine!
Her yeni günü senin günün ilan et ve şımart kendini olabildiğince!
Bırak dünler üzülsün seçilmediğine…

Bir güzellik yap kendine!
Kalbinde daha da büyüt sevgisini sevdiklerinin!
Bırak sevmediklerin üzülsün kalbinde yerleri yok diye!

Bir güzellik yap kendine!
Sev kendini, kimseleri sevmediğin kadar.
Mutlu ol varlığınla!
Bırak seni sevmeyenler üzülsün!
Yüreklerine sığamayacak kadar büyüksün diye!

Alıntı

Amada Mia, Amore Mia


The Starlite Orchestra...



Roma'ya Sevgilerle:)

Tanınmış Amerikalı mimar yıllar önce öğrenci olduğu Roma'da tatildedir. Gençliğinin sokaklarında gezerken genç mimarlık öğrencisi Jack ile karşılaşır. Jack Roma'da kendi gibi öğrenci olan Amerikalı kız arkadaşı Sally ile yaşamaktadır ve Sally'nin erkek arkadaşından yeni ayrılan kız arkadaşı Monica'yı evlerinde misafir etmek üzeredirler. 

Hayley Roma'ya turist olarak gelmiş ve avukat Michelangelo'ya aşık olmuş ve evlenme kararı almışlardır. Hayley'in anne ve babası müstakbel damatları ve ailesi ile tanışmak için Roma'ya gelir. Michelangelo'nun babası Giancarlo cenaze levazımatçısıdır. Hayley'in babası ise yıllarını müzik sektörüne vermiş ve emekliliği ölümle eş tutan bazı takıntıları olan yaşlı bir adamdır. Bir gün Giancarlo'yu duşta arya söylerken duyar ve onun bu yeteneğini ilerletmesi için ısrar eder. 




Antonio ve Milly  akrabalarının fabrikasında çalışmak için taşradan Roma'ya gelirler ve bir otel odasına yerleşirler. Milly eşinin akrabalarına güzel görünmek için saçına fön çektirmek ister fakat otelin kuaförü dolu olduğundan dışarıda tarif edilen başka bir yere gider. Bu sırada otel odasında kalan Antonio'nun beklenmedik bir misafiri gelir. Anna. Antonio ne kadar yanlış yere geldiğini anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz ve komik bir karşılaşma sonucunda Antonio'nun yaşlı akrabaları Anna'yı onun eşi zannederler. 

Bu arada kendi halinde bir memur olan Leopoldo'nun, bir gün işine gitmek üzere evden çıktığı sırada etrafı gazetecilerle çevrilir ve bir anda meşhur olur.

Londra Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Paris'te Bir Gece Yarısı ve Roma'ya Sevgilerle...Bir tercih yapmam gerekirse Paris'te Bir Gece Yarısı derim...

Woody Allen'ın Avrupa dörtlemesinin son filmi Roma'ya Sevgilerle Roma'nın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde yanlış anlamalar, aşk hikayeleri, hayat dersleri ile devam ediyor ve seyircilerine hoşça vakit geçirtiyor. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:)



Lizbon'a Gece Treni





Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius yağmurlu bir havada çalıştığı liseye doğru giderken Kirchenfeld köprüsünde bir kadına rastlar. Kadının köprüden atlamak üzere olduğu zanneder ve engellemek için ona doğru koşar. Kadın yabancı bir aksanla 'bu telefon numarasını unutmamam gerek' diyerek cebinden çıkarttığı gazlı kalemle Gregorious'un alnına numaraları yazar. Gregorious kadına ana dilinin ne olduğunu sorunca portugues cevabını alır. Bu olaydan sonra Raimund Gregorious alnında kime ait olduğunu bilmediği telefon numarası ve portugues sözcüğü ile baş başa kalır. 

Kirchenfeld köprüsünde yaşadığı bu olay hayatının dönüm noktası olur. Gittiği yerlerde esrarengiz kadını bulma umuduyla dolaşır. Karısına ispanyolca kitaplar aldığı Hirschengraben'deki muhteşem deri ve toz kokan sahafta portekizce bir kitaba rastlar: Um Ouvrives das palavras - Sözlerin Kuyumcusu.

Portekizli doktor Amedeu Prado tarafından yazılmış kitapta hayatla, ölümle, aşkla ilgili paragraflar vardır. Yaşlı dükkan sahibinin kitaptan çevirdiği bir paragraf Gregorious'u çok etkiler  ve adını ilk kez duyduğu yazarın peşinden Portekiz'e doğru yolculuğa çıkar. 

Amedeu Prado diktatör Salazar zamanında yaşamış ve istemeyerekte olsa mesleki içgüdü ile Salazar'ın hayatını kurtarmış ve halkın tepkisini çekmiş bir kişidir. Prado Zalazar devrilmeden bir yıl önce ölmüş kitabı ise kız kardeşi tarafından diktatörün ölümünden bir yıl sonra yayınlatılmıştır. Gregorious kitabın ve Prado'nun izinden giderek bambaşka bir dünyaya adım atar. Bu arada bilinmeyen bir telefon numarası ve Portugues kelimesi ile onu buralara kadar sürükleyen kadını bulabilecek midir acaba?  

Lizbon'a Gece Treni Pascal Mercier takma adını kullanan Bern doğumlu felsefeci Peter Bieri'nin üçüncü romanı. 

Bu sene okuduğum iyi romanlardan biri daha. Belki de en iyisi. (En iyisi; böyle yazmayı pek sevmiyorum. Çünkü her kitap ayrı bir dünya, ayrı bir emek. Bu yüzden de en iyisi demek pek hoşuma gitmiyor. Okuduklarımın içinde farklı bir yeri var demek daha doğru geldi şu anda)

Ve her zamanki gibi kitaptan tadımlık bir kaç satır...

"Denizin kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgara tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterim o rüzgarın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, bende hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem."

"Okuyan insanlar vardı, birde ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu."

"Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. öyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? Artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, hiç bir şeyi kaçırmazdık, acele etmenin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğinin karşısında hiç bir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı, çünkü onu telefi etmek için hep zaman kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk akan zamanın bilicinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?"

"Kuyruklu piyano - bu geceden itibaren bana artık zamanında yapamayacağım şeyler olduğunu hatırlatıyor. Benim sessiz itirazıma karşı çıktığı gibi gözlerini kapadı. Söz konusu olan önemsiz küçük sevinçler ve tozlu sıcakta bir bardak suyu mideye indirmek gibi küçük zevkler değil. Söz konusu olan insanın yapmayı ve yaşamayı istediği şeyler, çünkü ancak onlar insanın kendi hayatını, o çok özel hayatı bütünleştirebilirler, çünkü onlar olmadan hayat eksik kalır, tamamlanmamış bir yapıt ve sıradan bir parçadır."

Lizbon'a Gece Treni   Pascal Mercier     Kırmızı Kedi Yayınları  Çeviri İlknur Özdemir 


HAYALET KİTAP(LIK)LAR


Anthony Burgess, “Bir kitabı okumak ona sahip olmaktan her zaman daha iyidir,” diyor.
Des bibliothèques pleines de fantômes’un (Hayalet Kitaplıklar) yazarı, kırk bin kitaplık bir kütüphaneye sahip Jacques Bonnet’ye g
öre ise, kişinin okumadığı bir sürü kitabının olmasında bir sakınca yok.

Yıllarca Le Monde ve L’Express editörlük ve gazetecilik yapan Bonnet, kütüphanesindeki kitapların çoğunu okumadığını söylüyor, tüm kitapsever arşivciler gibi, o da bir gün okunur diye kitap biriktirmeye karşı koyamayanlardan. Kimileri de var ki, devasa kütüphanelerindeki kitapların tümünü okuduklarını söylüyor. Sözgelimi, ne kadar doğrudur bilinmez, Susan Sontag on beş bin kitaplık kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğunu söylüyor. Kimileri de kitaplara sahip olmadan okumayı seviyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından izleyen çok sıkı bir okur olan, “Okumak varken yazmak da ne?” diyebilen Yusuf Atılgan’ın ise, okuduğu kitapların çoğunu ödünç alarak ya da kiralayarak okuduğu söylenir.

Kitapların fiziksel varlığı, dolayısıyla bireysel kütüphaneler yakın gelecekte azalacak gibi görünse de, sahip olma isteği azalacak gibi görünüyor. Yazının ve bilginin elektronik ortama geçmesiyle birlikte artık önemli olan, bilginin ve verilerin materyal halinin elinizde bulunması değil, internette serbest dolaşan bilgiye olan erişilebilirlik. Çünkü siz çağırmadığınız sürece bilgisayarınızdaki ve internetteki verilerin varlığıyla yokluğu bir.

Bonnet’nin bibliomanlığının yerini bugün başka bir tür biriktirmecilik almış durumda. Nitekim bugün bir ara işe yarar diye internetten kitap, film, müzik indiren birçok insanın bilgisayarı, onda birini bile okumadığı, izlemediği, dinlemediği verilerle dolu. Bonnet ise, kütüphanesindeki bütün kitapların nerede olduklarını ve içlerinde ne olduğunu bildiğini söylüyor. Elektronik ortamda biriktirdiğimiz kitap, film ve müziklerin belki de birçoğunun içeriğinden ve bir bölümünün varlığından bile habersiziz.

Yakın gelecekte fiziksel kütüphaneler azalırken, bireysel sanal kütüphanelerin sayısı artacağa benziyor. Sözgelimi, bugün bile insanların binlerce kitabı biriktirmek için bütün duvarları raflarla kaplı evlere sahip olması gerekmiyor. Herkesin bildiği pdf, e-book ve torrent paylaşım siteleri sayesinde ücret ödemeden birçok kitaba sahip olabiliyorsunuz. Bir anlamda, devasa kütüphaneler ayrıcalıklarını kaybediyor, kitaba erişim ve büyük bireysel kütüphaneler kitleselleşiyor. Öte yandan, daha çok kitaba sahip olmanın daha çok kitap okunacağı anlamına gelip gelmediği oldukça tartışmalı.


Notosoloji'den alınmıştır...Fotoğraf: HAYALET KİTAP(LIK)LAR

Anthony Burgess, “Bir kitabı okumak ona sahip olmaktan her zaman daha iyidir,” diyor. 
Des bibliothèques pleines de fantômes'un (Hayalet Kitaplıklar) yazarı, kırk bin kitaplık bir kütüphaneye sahip Jacques Bonnet'ye göre ise, kişinin okumadığı bir sürü kitabının olmasında bir sakınca yok. 
Yıllarca Le Monde ve L'Express editörlük ve gazetecilik yapan Bonnet, kütüphanesindeki kitapların çoğunu okumadığını söylüyor, tüm kitapsever arşivciler gibi, o da bir gün okunur diye kitap biriktirmeye karşı koyamayanlardan. Kimileri de var ki, devasa kütüphanelerindeki kitapların tümünü okuduklarını söylüyor. Sözgelimi, ne kadar doğrudur bilinmez, Susan Sontag on beş bin kitaplık kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğunu söylüyor. Kimileri de kitaplara sahip olmadan okumayı seviyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından izleyen çok sıkı bir okur olan, “Okumak varken yazmak da ne?” diyebilen Yusuf Atılgan'ın ise, okuduğu kitapların çoğunu ödünç alarak ya da kiralayarak okuduğu söylenir.
Kitapların fiziksel varlığı, dolayısıyla bireysel kütüphaneler yakın gelecekte azalacak gibi görünse de, sahip olma isteği azalacak gibi görünüyor. Yazının ve bilginin elektronik ortama geçmesiyle birlikte artık önemli olan, bilginin ve verilerin materyal halinin elinizde bulunması değil, internette serbest dolaşan bilgiye olan erişilebilirlik. Çünkü siz çağırmadığınız sürece bilgisayarınızdaki ve internetteki verilerin varlığıyla yokluğu bir. 
Bonnet'nin bibliomanlığının yerini bugün başka bir tür biriktirmecilik almış durumda. Nitekim bugün bir ara işe yarar diye internetten kitap, film, müzik indiren birçok insanın bilgisayarı, onda birini bile okumadığı, izlemediği, dinlemediği verilerle dolu. Bonnet ise, kütüphanesindeki bütün kitapların nerede olduklarını ve içlerinde ne olduğunu bildiğini söylüyor. Elektronik ortamda biriktirdiğimiz kitap, film ve müziklerin belki de birçoğunun içeriğinden ve bir bölümünün varlığından bile habersiziz. 
Yakın gelecekte fiziksel kütüphaneler azalırken, bireysel sanal kütüphanelerin sayısı artacağa benziyor. Sözgelimi, bugün bile insanların binlerce kitabı biriktirmek için bütün duvarları raflarla kaplı evlere sahip olması gerekmiyor. Herkesin bildiği pdf, e-book ve torrent paylaşım siteleri sayesinde ücret ödemeden birçok kitaba sahip olabiliyorsunuz. Bir anlamda, devasa kütüphaneler ayrıcalıklarını kaybediyor, kitaba erişim ve büyük bireysel kütüphaneler kitleselleşiyor. Öte yandan, daha çok kitaba sahip olmanın daha çok kitap okunacağı anlamına gelip gelmediği oldukça tartışmalı.

8 bin yıllık resimler mıcır olacak


Hangisi Taş Devri

Beşparmak Dağları'ndaki 8 bin yıllık kaya 

resimleri, taşocaklarında mıcır olmaya aday. Alman ekip resimleri kurtarmaya çalışıyor.










Radikal gazetesinden Ömer Erbil'in haberine göre;Bafa Gölü’ünün kıyısında Batı Anadolu ’nun en güzel antik kentlerinden biri olan Herakleia Latmos’u araştıran Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. Anneliese Peschlow-Bindokat, 1990’ların başında bölgede başlattığı yüzey araştırmalarında Beşparmak Dağları’nın çeşitli kesimlerinde bugüne kadar binlerce kaya resmi tespit etti. M.Ö. 6 bin – M.Ö. 5 binin ilk yarısına tarihlenen bu kaya resimleri Yakındoğu arkeolojisinin son dönemdeki en büyük keşiflerinden biri olarak nitelendiriliyor. Ancak Türkiye ’nin bu eşsiz kültür hazinesi son yıllarda ruhsat sayısı hızla artan taş (feldispat) ocakları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu engellenemezse ülke turizminin ve kültürünün eşsiz bir yöresi benzersiz değerleriyle birlikte bir daha geri gelmemecesine yok olacak. Dr. Peschlow, bu konuda UNESCO’ya ve koruma kurullarına ayrıntılı bir rapor hazırladı. Elinde GPRS cihazıyla dağ tepe demeden gezip bu tür resimlerin olduğu kayaları tek tek tespit etmeye çalışan Peschlow, “Dünyanın en önemli kültür mirası taşocaklarında mıcır oluyor” diye sitem ediyor. Yine Peschlow’a göre resimlerin konusu ve dili, kaya resim sanatı içinde dünyada bir ilk. 

Latmos, Anadolu’nun kutsal dağlarından biriydi. 1400 metreye ulaşan zirvesi çok eski zamanlarda bir bereket kültü merkeziydi. 1974 yılından bu yana bölgede yüzey araştırmaları yapan Dr. Anneliese Peschlow bu kaya resimlerini 1990’lı yıllarda fark etti. Bal üreticisi bir köylü tarafından fark edilen resimleri Petchlow’a ilk anlattığında bunların Bizans döneminden kalma freskler olabileceği sanıldı. Ancak Peschlow köylü ile beraber kayaların üzerindeki resimleri gördüğünde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Resimler ilk insanların çizimlerini andırıyordu. Peschlow araştırmalarını sürdürdükçe pek çok kaya ve oyukta bu türden resimlerin olduğunu fark etti. Yıllardır bu resimler üzerinde bilimsel çalışmalarını derinleştirdi ve bunların 8 bin 500 yıl öncesine gittiğini belgeledi.

Son birkaç yıldır bu bölgede cam, seramik, kaynak elektrotları ve boya sanayiinde kullanılan hammaddenin çıkarıldığı yedi feldspat ocağı açıldı. İşin daha vahimi çok sayıda ocak açılması için de başvuru yapıldı. Ocaklar hammadde için dağdan topladıkları kayaları mıcır haline getiriyor. İşte tehlike burada başlıyor.

Hangi taşın yanında binlerce yıllık sanat şaheseri resimlerin olduğu bilinmediğinden, taşocaklarında bu kayalar birer ikişer mıcır haline dönüyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Beyoğlu Sahaf Festivali 2012





Son günlerdeki koşturmadan sonra bugün kendime izin verdim. Sabah günü nasıl değerlendirebilirim diye düşünmeye başladım. Yapacak o kadar çok şey var ki. Yeni vizyona giren Roma'ya Sevgilerle'yi seyretmek istiyorum aynı zamanda Beyoğlu'ndaki Sahaflar Festivali'ne gitmek istiyorum, hava güzel sahilde yürüyüp sonra bir kafede oturup dergi karıştırmak istiyorum, Kadıköy pazarına gidip cümbüşün içinde kaybolmak istiyorum. İstiyorum da istiyorum. Boş günüm ya ne yapacağımı şaşırdım:) Hepsini bir güne sığdıramayacağıma göre bir seçim yapmam gerekiyor ve kazanan (blog takipçilerimin ve okuyucularımın tahmin edeceği gibi:) Beyoğlu Sahaf Festivali oldu. 

Çayımı yudumlarken Hürriyet gazetesinde birde Doğan Hızlan'ın "Eski kitap kokusu ve eski sesler" yazısını da okuyunca kim tutar seni dedim ve soluğu Tepebaşı'nda aldım. 



Tepemde parlayan sıkıcı güneşi saymazsak:( sabah saatleri olduğu için tenha olması stantları daha rahat gezmeme, kitapları daha rahat incelememe fırsat verdi. Bu sene altıncısı düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali'ne geçen seneye göre daha az sahaf katılmıştı. Geçen sene 72 sahafın katıldığı etkinliğe bu sene 68 sahaf katılmış. 2010'da ise 74 sahafın katıldığını göz önüne alırsak katılım her sene biraz daha azalıyor. 




Stantlarda, her çeşit eski kitap, yerli yabancı 45 ve LP plaklar, eski valizlerin içinde eski resimler, kartpostallar, tiyatro sinema afişleri, posterler, dergiler (Hayat, TV'de 7 Gün vs), fotoromanlar, tablolar, hediyelikler (özellikle Müteferrika'nın standındaki baykuşlara bittim) bulabilirsiniz. Stantlardan yükselen eski parçalarda cabası. 




Yerli kitapseverlerin yanı sıra ziyaretçilerin içinde yabancılarda vardı. Onların ilgi alanları ise gözlemleyebildiğim kadarıyla gravürler, Türk sanatları ile ilgili kitaplar, kartpostallar ve plaklardı. 

Bendeniz her zamanki gibi o sahaf senin bu sahaf benim bir kaç tur atıp her ne kadar "bak evde okunacak o kadar kitap seni bekliyor, tut kendini bir araba kitapla eve dönmeye kalkma, kütüphanede yer kalmadı zaten" diyerek kendimi telkin etmeye çalıştıysam da yine de kitap almadan edemedim ama bu kez hakkımı yememem lazım biraz başarılı olduğum galiba. Binlerce kitabın içinden sadece iki kitap, rengarenk kitap ayraçları  ve ufak bir deniz kabuğu tablosuyla eve geldim.  




14 Ekim'e kadar Tepebaşı TRT binasının önündeki alanda devam edecek olan Sahaflar Festivali'ni bir de büyük usta Doğan Hızlan'dan dinlemek isterseniz linki tıklayınız. "Eski kitap kokusu ve eski sesler".

Hafta sonu için program yapmayan kitap kurtlarına; sahaflar sizi bekliyor...Ben mi ne yapacağım?  Elimdeki kitabı bitirip yeni aldıklarıma başlayacağım. Belki araya bir film sıkıştırabilirim. Neyse şimdilik bu kadar...

Mutlu bir hafta sonu geçirmeniz dileği ile:) 






İstanbul deyince aklıma kuleler gelir.
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır.
Ama şu Kızkulesi'nin aklı olsa,
Galata kulesine varır.
Bir sürü çocukları olur.


Bedri Rahmi Eyüboğlu