Deniz Fenerindeki Sisler Prensi

Sisler Prensi ile göz göze geldiğimizde ona çekinmeden elimi uzattım. 

"Deniz fenerine bitişik evin dar yemek odası yeni pişirilmiş kahve ve pipo tütünü kokuyordu. Yer ve duvarlar koyu renk ahşap kaplıydı. Çok büyük bir kitaplık ve Max'ın tam olarak tanımlayamadığı bir kaç gemici eşyası dışında dekorasyon namına hemen hemen hiçbir şey yoktu. Victor Kray'ın kendisine layık gördüğü tek lüks odun sobasıyla, birkaç rengi solmuş eski deri koltuğu olan üzeri koyu renk kadife bir örtüyle örtülü yemek masasıydı." 

Deniz feneri, kahve, pipo tütünü, kitaplık, gemici eşyası kelimeleri ile örülmüş işte bu satırlar üzerinde eski bir deniz feneri (çakar demek daha doğru olur) resmi olan kitabı almam için yeterli bir sebepti. 

Yalnızlığın Işıkları deniz fenerlerinin hayatımda her zaman farklı bir yeri olmuştur. Kitabın kapağı ve konusunun deniz feneri etrafında geçmesi gençlik romanı ibaresini göz ardı etmem için bir nedendi. 




Bahsettiğim kitap Rüzgarın Gölgesi ve Meleğin Oyunu kitaplarının yazarı Carlos Ruiz Zafon'un yazarlık kariyerinin ilk romanı olan Sisler Prensi. Rüzgarın Gölgesini okuduğum zaman ki yazarın adını ilk kez bu kitapla duymuştum ne varsa Latin kökenli yazarlarda var demiştim kendi kendime. Latin edebiyatı yazarları havasından mı suyundan mı aldıkları eğitimden mi bilemiyorum ama dünya edebiyatında farklarını ortaya koyuyorlar. 

Sisler Prensi, Carver ailesinin kentten ve savaştan uzaklaşmak için küçük bir sahil kasabasına taşınmasıyla başlıyor. Kısa bir süre sonra taşındıkları evde garip olaylar yaşanmaya başlar. Evin oğlu Max otlarla kaplı arka bahçede sirk kumpanyasına ait olabileceğini düşündüğü korkunç heykeller keşfeder. Evin küçük kızı Irina sürekli garip sesler duymaya başlar. Babaları ise evin eski sahipleri tarafından çekilmiş bir kutu eski film bulur. 

Kasabada evin eski sahipleri Eva ve Richard Fleischmann'ın oğulları Jacob'un esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu söylentisi vardır ve kasaba halkı eve tekinsiz gözüyle bakmaktadır. 

Bu arada Max Roland adlı bir gençle tanışır, arkadaşlık etmeye başlarlar. Roland'ın anne ve babası bir kazada ölünce deniz fenerinin bekçisi Victor Kray tarafından büyütülmüştür. Victor Kray ise bölgede geçirdiği bir deniz kazası sonucunda gemiden kurtulan tek kişidir. Kaza sonrasında kasabalılar tarafında sahilde bulunup tedavi edilmiştir. Victor iyileştikten sonra aynı yerde bir kez daha benzer trajedinin yaşanmaması için kazanın olduğu yere deniz feneri inşaa etmiş ve bekçiliğini üstlenmiştir. İlerleyen sayfalarda Victor Kray kendi hikayesini anlatmaya başlar ve heykellerle olan bağlantısını açıklar. Romanın sonunda Sisler Prensine bedeller ödenir  ve tüm sırlar ortaya çıkar. 

"Aklını bir şekilde toparlamaya çalışırken uzaklardan yeni bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veren gök gürültüsünü duyarak başını ufka doğru çevirdi. Kasvetli bulutlardan oluşan mürekkep lekesine benzeyen kapkara bir örtü denizin üzerinde gittikçe yayılıyordu. Şimşek gökyüzünü yırtarken, hemen peşinden gök gürültüsü, savaş tamtamlarını andıran bir gümbürtüyle kıyıyı inletti."

"Üzerini değiştirirken yatak odasının penceresinden dışarıya baktı ve gittikçe yaklaşmakta olan fırtınanın gökyüzünü kapkara pelerinle örttüğünü, gecenin normalden saatlerce önce çökmüş olduğunu gördü." 

Yukarıda kitaptan alıntı yaptığım satırları nerede olursa olsun Carlos Ruiz Zafon'a ait olabileceğini tahmin edebilirim. Buna benzer fırtına betimlemelerini Rüzgarın Gölgesinde'de yapmıştı ve fırtına, yağmur, gök gürültüsü, şimşek seven biri olarak bu betimlemelerini çok sevmiştim. Anlaşılan Zafon bunu kitaplarında geleneksel hale getirmiş:).

Benimde gelenekselleştirdiğim gibi kitaptan son bir tadımlık;

"İnsanoğlunun yaşamının üç evreye ayrıldığını biliyorum. İlk evrede günün birinde yaşlanacağımızı  aklımıza bile getirmeyiz, zamanın geçtiğini ve doğduğumuz günden itibaren adım adım nihai bir sona doğru ilerlediğimiz düşünmeyiz. Gençliğin ilk yıllarını, insanın yaşamın kırılganlığının ayrımına vardığı ikinci evre izler. Ve insanın içini kemiren küçük bir kuşku gibi başlayan duygu, içimizde tıpkı belirsizlikler seli gibi kabarır ve yaşamımızın geri kalanında bizden ayrılmaz. En son olarak da, yaşamın sonlarına doğru onaylama ve kabullenme aşamasına ulaşırız, böylece bekleme süreci başlar. Yaşamım boyunca bu evrelerden birine takılı kalıp aşamayan pek çok insan tanıdım. Bu gerçekten berbat bir durumdur."

Bugünlerde kitap okumasını seven bir çocuğa veya gence hediye almak istiyorsanız Sisler Prensi'ni tavsiye ederim. Zafon'un büyülü gerçekçiliği ustalıkla kullandığı satırlarında onu hayal dünyasında bambaşka yerlere götürürsünüz. Merak edip okursanız da deniz fenerinin kumsalında sizde peşinden gidersiniz bu modern Faust hikayesinin:)

Sisler Prensi   Carlos Ruiz Zafon  Altın Kitaplar     Suzan Cenani Alioğlu'nun güzel çevirisi ile...



Bir güzellik yap kendine!





Bir güzellik yap kendine!
Ve sadece sahip olduklarını düşün; mutlu ol onlarla!
Sahip olamadıkların üzülsün senin olmadıklarına… 

Bir güzellik yap kendine!

Keşkeleri hiç düşünme!
Mutlu ol seçimlerinle.
Bırak keşkeler üzülsün senin seçimlerine…

Bir güzellik yap kendine!
Her yeni günü senin günün ilan et ve şımart kendini olabildiğince!
Bırak dünler üzülsün seçilmediğine…

Bir güzellik yap kendine!
Kalbinde daha da büyüt sevgisini sevdiklerinin!
Bırak sevmediklerin üzülsün kalbinde yerleri yok diye!

Bir güzellik yap kendine!
Sev kendini, kimseleri sevmediğin kadar.
Mutlu ol varlığınla!
Bırak seni sevmeyenler üzülsün!
Yüreklerine sığamayacak kadar büyüksün diye!

Alıntı

Amada Mia, Amore Mia


The Starlite Orchestra...



Roma'ya Sevgilerle:)

Tanınmış Amerikalı mimar yıllar önce öğrenci olduğu Roma'da tatildedir. Gençliğinin sokaklarında gezerken genç mimarlık öğrencisi Jack ile karşılaşır. Jack Roma'da kendi gibi öğrenci olan Amerikalı kız arkadaşı Sally ile yaşamaktadır ve Sally'nin erkek arkadaşından yeni ayrılan kız arkadaşı Monica'yı evlerinde misafir etmek üzeredirler. 

Hayley Roma'ya turist olarak gelmiş ve avukat Michelangelo'ya aşık olmuş ve evlenme kararı almışlardır. Hayley'in anne ve babası müstakbel damatları ve ailesi ile tanışmak için Roma'ya gelir. Michelangelo'nun babası Giancarlo cenaze levazımatçısıdır. Hayley'in babası ise yıllarını müzik sektörüne vermiş ve emekliliği ölümle eş tutan bazı takıntıları olan yaşlı bir adamdır. Bir gün Giancarlo'yu duşta arya söylerken duyar ve onun bu yeteneğini ilerletmesi için ısrar eder. 




Antonio ve Milly  akrabalarının fabrikasında çalışmak için taşradan Roma'ya gelirler ve bir otel odasına yerleşirler. Milly eşinin akrabalarına güzel görünmek için saçına fön çektirmek ister fakat otelin kuaförü dolu olduğundan dışarıda tarif edilen başka bir yere gider. Bu sırada otel odasında kalan Antonio'nun beklenmedik bir misafiri gelir. Anna. Antonio ne kadar yanlış yere geldiğini anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz ve komik bir karşılaşma sonucunda Antonio'nun yaşlı akrabaları Anna'yı onun eşi zannederler. 

Bu arada kendi halinde bir memur olan Leopoldo'nun, bir gün işine gitmek üzere evden çıktığı sırada etrafı gazetecilerle çevrilir ve bir anda meşhur olur.

Londra Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Paris'te Bir Gece Yarısı ve Roma'ya Sevgilerle...Bir tercih yapmam gerekirse Paris'te Bir Gece Yarısı derim...

Woody Allen'ın Avrupa dörtlemesinin son filmi Roma'ya Sevgilerle Roma'nın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde yanlış anlamalar, aşk hikayeleri, hayat dersleri ile devam ediyor ve seyircilerine hoşça vakit geçirtiyor. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:)



Lizbon'a Gece Treni





Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius yağmurlu bir havada çalıştığı liseye doğru giderken Kirchenfeld köprüsünde bir kadına rastlar. Kadının köprüden atlamak üzere olduğu zanneder ve engellemek için ona doğru koşar. Kadın yabancı bir aksanla 'bu telefon numarasını unutmamam gerek' diyerek cebinden çıkarttığı gazlı kalemle Gregorious'un alnına numaraları yazar. Gregorious kadına ana dilinin ne olduğunu sorunca portugues cevabını alır. Bu olaydan sonra Raimund Gregorious alnında kime ait olduğunu bilmediği telefon numarası ve portugues sözcüğü ile baş başa kalır. 

Kirchenfeld köprüsünde yaşadığı bu olay hayatının dönüm noktası olur. Gittiği yerlerde esrarengiz kadını bulma umuduyla dolaşır. Karısına ispanyolca kitaplar aldığı Hirschengraben'deki muhteşem deri ve toz kokan sahafta portekizce bir kitaba rastlar: Um Ouvrives das palavras - Sözlerin Kuyumcusu.

Portekizli doktor Amedeu Prado tarafından yazılmış kitapta hayatla, ölümle, aşkla ilgili paragraflar vardır. Yaşlı dükkan sahibinin kitaptan çevirdiği bir paragraf Gregorious'u çok etkiler  ve adını ilk kez duyduğu yazarın peşinden Portekiz'e doğru yolculuğa çıkar. 

Amedeu Prado diktatör Salazar zamanında yaşamış ve istemeyerekte olsa mesleki içgüdü ile Salazar'ın hayatını kurtarmış ve halkın tepkisini çekmiş bir kişidir. Prado Zalazar devrilmeden bir yıl önce ölmüş kitabı ise kız kardeşi tarafından diktatörün ölümünden bir yıl sonra yayınlatılmıştır. Gregorious kitabın ve Prado'nun izinden giderek bambaşka bir dünyaya adım atar. Bu arada bilinmeyen bir telefon numarası ve Portugues kelimesi ile onu buralara kadar sürükleyen kadını bulabilecek midir acaba?  

Lizbon'a Gece Treni Pascal Mercier takma adını kullanan Bern doğumlu felsefeci Peter Bieri'nin üçüncü romanı. 

Bu sene okuduğum iyi romanlardan biri daha. Belki de en iyisi. (En iyisi; böyle yazmayı pek sevmiyorum. Çünkü her kitap ayrı bir dünya, ayrı bir emek. Bu yüzden de en iyisi demek pek hoşuma gitmiyor. Okuduklarımın içinde farklı bir yeri var demek daha doğru geldi şu anda)

Ve her zamanki gibi kitaptan tadımlık bir kaç satır...

"Denizin kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgara tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterim o rüzgarın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, bende hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem."

"Okuyan insanlar vardı, birde ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu."

"Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. öyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? Artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, hiç bir şeyi kaçırmazdık, acele etmenin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğinin karşısında hiç bir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı, çünkü onu telefi etmek için hep zaman kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk akan zamanın bilicinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?"

"Kuyruklu piyano - bu geceden itibaren bana artık zamanında yapamayacağım şeyler olduğunu hatırlatıyor. Benim sessiz itirazıma karşı çıktığı gibi gözlerini kapadı. Söz konusu olan önemsiz küçük sevinçler ve tozlu sıcakta bir bardak suyu mideye indirmek gibi küçük zevkler değil. Söz konusu olan insanın yapmayı ve yaşamayı istediği şeyler, çünkü ancak onlar insanın kendi hayatını, o çok özel hayatı bütünleştirebilirler, çünkü onlar olmadan hayat eksik kalır, tamamlanmamış bir yapıt ve sıradan bir parçadır."

Lizbon'a Gece Treni   Pascal Mercier     Kırmızı Kedi Yayınları  Çeviri İlknur Özdemir 


HAYALET KİTAP(LIK)LAR


Anthony Burgess, “Bir kitabı okumak ona sahip olmaktan her zaman daha iyidir,” diyor.
Des bibliothèques pleines de fantômes’un (Hayalet Kitaplıklar) yazarı, kırk bin kitaplık bir kütüphaneye sahip Jacques Bonnet’ye g
öre ise, kişinin okumadığı bir sürü kitabının olmasında bir sakınca yok.

Yıllarca Le Monde ve L’Express editörlük ve gazetecilik yapan Bonnet, kütüphanesindeki kitapların çoğunu okumadığını söylüyor, tüm kitapsever arşivciler gibi, o da bir gün okunur diye kitap biriktirmeye karşı koyamayanlardan. Kimileri de var ki, devasa kütüphanelerindeki kitapların tümünü okuduklarını söylüyor. Sözgelimi, ne kadar doğrudur bilinmez, Susan Sontag on beş bin kitaplık kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğunu söylüyor. Kimileri de kitaplara sahip olmadan okumayı seviyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından izleyen çok sıkı bir okur olan, “Okumak varken yazmak da ne?” diyebilen Yusuf Atılgan’ın ise, okuduğu kitapların çoğunu ödünç alarak ya da kiralayarak okuduğu söylenir.

Kitapların fiziksel varlığı, dolayısıyla bireysel kütüphaneler yakın gelecekte azalacak gibi görünse de, sahip olma isteği azalacak gibi görünüyor. Yazının ve bilginin elektronik ortama geçmesiyle birlikte artık önemli olan, bilginin ve verilerin materyal halinin elinizde bulunması değil, internette serbest dolaşan bilgiye olan erişilebilirlik. Çünkü siz çağırmadığınız sürece bilgisayarınızdaki ve internetteki verilerin varlığıyla yokluğu bir.

Bonnet’nin bibliomanlığının yerini bugün başka bir tür biriktirmecilik almış durumda. Nitekim bugün bir ara işe yarar diye internetten kitap, film, müzik indiren birçok insanın bilgisayarı, onda birini bile okumadığı, izlemediği, dinlemediği verilerle dolu. Bonnet ise, kütüphanesindeki bütün kitapların nerede olduklarını ve içlerinde ne olduğunu bildiğini söylüyor. Elektronik ortamda biriktirdiğimiz kitap, film ve müziklerin belki de birçoğunun içeriğinden ve bir bölümünün varlığından bile habersiziz.

Yakın gelecekte fiziksel kütüphaneler azalırken, bireysel sanal kütüphanelerin sayısı artacağa benziyor. Sözgelimi, bugün bile insanların binlerce kitabı biriktirmek için bütün duvarları raflarla kaplı evlere sahip olması gerekmiyor. Herkesin bildiği pdf, e-book ve torrent paylaşım siteleri sayesinde ücret ödemeden birçok kitaba sahip olabiliyorsunuz. Bir anlamda, devasa kütüphaneler ayrıcalıklarını kaybediyor, kitaba erişim ve büyük bireysel kütüphaneler kitleselleşiyor. Öte yandan, daha çok kitaba sahip olmanın daha çok kitap okunacağı anlamına gelip gelmediği oldukça tartışmalı.


Notosoloji'den alınmıştır...Fotoğraf: HAYALET KİTAP(LIK)LAR

Anthony Burgess, “Bir kitabı okumak ona sahip olmaktan her zaman daha iyidir,” diyor. 
Des bibliothèques pleines de fantômes'un (Hayalet Kitaplıklar) yazarı, kırk bin kitaplık bir kütüphaneye sahip Jacques Bonnet'ye göre ise, kişinin okumadığı bir sürü kitabının olmasında bir sakınca yok. 
Yıllarca Le Monde ve L'Express editörlük ve gazetecilik yapan Bonnet, kütüphanesindeki kitapların çoğunu okumadığını söylüyor, tüm kitapsever arşivciler gibi, o da bir gün okunur diye kitap biriktirmeye karşı koyamayanlardan. Kimileri de var ki, devasa kütüphanelerindeki kitapların tümünü okuduklarını söylüyor. Sözgelimi, ne kadar doğrudur bilinmez, Susan Sontag on beş bin kitaplık kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğunu söylüyor. Kimileri de kitaplara sahip olmadan okumayı seviyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından izleyen çok sıkı bir okur olan, “Okumak varken yazmak da ne?” diyebilen Yusuf Atılgan'ın ise, okuduğu kitapların çoğunu ödünç alarak ya da kiralayarak okuduğu söylenir.
Kitapların fiziksel varlığı, dolayısıyla bireysel kütüphaneler yakın gelecekte azalacak gibi görünse de, sahip olma isteği azalacak gibi görünüyor. Yazının ve bilginin elektronik ortama geçmesiyle birlikte artık önemli olan, bilginin ve verilerin materyal halinin elinizde bulunması değil, internette serbest dolaşan bilgiye olan erişilebilirlik. Çünkü siz çağırmadığınız sürece bilgisayarınızdaki ve internetteki verilerin varlığıyla yokluğu bir. 
Bonnet'nin bibliomanlığının yerini bugün başka bir tür biriktirmecilik almış durumda. Nitekim bugün bir ara işe yarar diye internetten kitap, film, müzik indiren birçok insanın bilgisayarı, onda birini bile okumadığı, izlemediği, dinlemediği verilerle dolu. Bonnet ise, kütüphanesindeki bütün kitapların nerede olduklarını ve içlerinde ne olduğunu bildiğini söylüyor. Elektronik ortamda biriktirdiğimiz kitap, film ve müziklerin belki de birçoğunun içeriğinden ve bir bölümünün varlığından bile habersiziz. 
Yakın gelecekte fiziksel kütüphaneler azalırken, bireysel sanal kütüphanelerin sayısı artacağa benziyor. Sözgelimi, bugün bile insanların binlerce kitabı biriktirmek için bütün duvarları raflarla kaplı evlere sahip olması gerekmiyor. Herkesin bildiği pdf, e-book ve torrent paylaşım siteleri sayesinde ücret ödemeden birçok kitaba sahip olabiliyorsunuz. Bir anlamda, devasa kütüphaneler ayrıcalıklarını kaybediyor, kitaba erişim ve büyük bireysel kütüphaneler kitleselleşiyor. Öte yandan, daha çok kitaba sahip olmanın daha çok kitap okunacağı anlamına gelip gelmediği oldukça tartışmalı.

8 bin yıllık resimler mıcır olacak


Hangisi Taş Devri

Beşparmak Dağları'ndaki 8 bin yıllık kaya 

resimleri, taşocaklarında mıcır olmaya aday. Alman ekip resimleri kurtarmaya çalışıyor.










Radikal gazetesinden Ömer Erbil'in haberine göre;Bafa Gölü’ünün kıyısında Batı Anadolu ’nun en güzel antik kentlerinden biri olan Herakleia Latmos’u araştıran Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. Anneliese Peschlow-Bindokat, 1990’ların başında bölgede başlattığı yüzey araştırmalarında Beşparmak Dağları’nın çeşitli kesimlerinde bugüne kadar binlerce kaya resmi tespit etti. M.Ö. 6 bin – M.Ö. 5 binin ilk yarısına tarihlenen bu kaya resimleri Yakındoğu arkeolojisinin son dönemdeki en büyük keşiflerinden biri olarak nitelendiriliyor. Ancak Türkiye ’nin bu eşsiz kültür hazinesi son yıllarda ruhsat sayısı hızla artan taş (feldispat) ocakları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu engellenemezse ülke turizminin ve kültürünün eşsiz bir yöresi benzersiz değerleriyle birlikte bir daha geri gelmemecesine yok olacak. Dr. Peschlow, bu konuda UNESCO’ya ve koruma kurullarına ayrıntılı bir rapor hazırladı. Elinde GPRS cihazıyla dağ tepe demeden gezip bu tür resimlerin olduğu kayaları tek tek tespit etmeye çalışan Peschlow, “Dünyanın en önemli kültür mirası taşocaklarında mıcır oluyor” diye sitem ediyor. Yine Peschlow’a göre resimlerin konusu ve dili, kaya resim sanatı içinde dünyada bir ilk. 

Latmos, Anadolu’nun kutsal dağlarından biriydi. 1400 metreye ulaşan zirvesi çok eski zamanlarda bir bereket kültü merkeziydi. 1974 yılından bu yana bölgede yüzey araştırmaları yapan Dr. Anneliese Peschlow bu kaya resimlerini 1990’lı yıllarda fark etti. Bal üreticisi bir köylü tarafından fark edilen resimleri Petchlow’a ilk anlattığında bunların Bizans döneminden kalma freskler olabileceği sanıldı. Ancak Peschlow köylü ile beraber kayaların üzerindeki resimleri gördüğünde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Resimler ilk insanların çizimlerini andırıyordu. Peschlow araştırmalarını sürdürdükçe pek çok kaya ve oyukta bu türden resimlerin olduğunu fark etti. Yıllardır bu resimler üzerinde bilimsel çalışmalarını derinleştirdi ve bunların 8 bin 500 yıl öncesine gittiğini belgeledi.

Son birkaç yıldır bu bölgede cam, seramik, kaynak elektrotları ve boya sanayiinde kullanılan hammaddenin çıkarıldığı yedi feldspat ocağı açıldı. İşin daha vahimi çok sayıda ocak açılması için de başvuru yapıldı. Ocaklar hammadde için dağdan topladıkları kayaları mıcır haline getiriyor. İşte tehlike burada başlıyor.

Hangi taşın yanında binlerce yıllık sanat şaheseri resimlerin olduğu bilinmediğinden, taşocaklarında bu kayalar birer ikişer mıcır haline dönüyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Beyoğlu Sahaf Festivali 2012





Son günlerdeki koşturmadan sonra bugün kendime izin verdim. Sabah günü nasıl değerlendirebilirim diye düşünmeye başladım. Yapacak o kadar çok şey var ki. Yeni vizyona giren Roma'ya Sevgilerle'yi seyretmek istiyorum aynı zamanda Beyoğlu'ndaki Sahaflar Festivali'ne gitmek istiyorum, hava güzel sahilde yürüyüp sonra bir kafede oturup dergi karıştırmak istiyorum, Kadıköy pazarına gidip cümbüşün içinde kaybolmak istiyorum. İstiyorum da istiyorum. Boş günüm ya ne yapacağımı şaşırdım:) Hepsini bir güne sığdıramayacağıma göre bir seçim yapmam gerekiyor ve kazanan (blog takipçilerimin ve okuyucularımın tahmin edeceği gibi:) Beyoğlu Sahaf Festivali oldu. 

Çayımı yudumlarken Hürriyet gazetesinde birde Doğan Hızlan'ın "Eski kitap kokusu ve eski sesler" yazısını da okuyunca kim tutar seni dedim ve soluğu Tepebaşı'nda aldım. 



Tepemde parlayan sıkıcı güneşi saymazsak:( sabah saatleri olduğu için tenha olması stantları daha rahat gezmeme, kitapları daha rahat incelememe fırsat verdi. Bu sene altıncısı düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali'ne geçen seneye göre daha az sahaf katılmıştı. Geçen sene 72 sahafın katıldığı etkinliğe bu sene 68 sahaf katılmış. 2010'da ise 74 sahafın katıldığını göz önüne alırsak katılım her sene biraz daha azalıyor. 




Stantlarda, her çeşit eski kitap, yerli yabancı 45 ve LP plaklar, eski valizlerin içinde eski resimler, kartpostallar, tiyatro sinema afişleri, posterler, dergiler (Hayat, TV'de 7 Gün vs), fotoromanlar, tablolar, hediyelikler (özellikle Müteferrika'nın standındaki baykuşlara bittim) bulabilirsiniz. Stantlardan yükselen eski parçalarda cabası. 




Yerli kitapseverlerin yanı sıra ziyaretçilerin içinde yabancılarda vardı. Onların ilgi alanları ise gözlemleyebildiğim kadarıyla gravürler, Türk sanatları ile ilgili kitaplar, kartpostallar ve plaklardı. 

Bendeniz her zamanki gibi o sahaf senin bu sahaf benim bir kaç tur atıp her ne kadar "bak evde okunacak o kadar kitap seni bekliyor, tut kendini bir araba kitapla eve dönmeye kalkma, kütüphanede yer kalmadı zaten" diyerek kendimi telkin etmeye çalıştıysam da yine de kitap almadan edemedim ama bu kez hakkımı yememem lazım biraz başarılı olduğum galiba. Binlerce kitabın içinden sadece iki kitap, rengarenk kitap ayraçları  ve ufak bir deniz kabuğu tablosuyla eve geldim.  




14 Ekim'e kadar Tepebaşı TRT binasının önündeki alanda devam edecek olan Sahaflar Festivali'ni bir de büyük usta Doğan Hızlan'dan dinlemek isterseniz linki tıklayınız. "Eski kitap kokusu ve eski sesler".

Hafta sonu için program yapmayan kitap kurtlarına; sahaflar sizi bekliyor...Ben mi ne yapacağım?  Elimdeki kitabı bitirip yeni aldıklarıma başlayacağım. Belki araya bir film sıkıştırabilirim. Neyse şimdilik bu kadar...

Mutlu bir hafta sonu geçirmeniz dileği ile:) 






İstanbul deyince aklıma kuleler gelir.
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır.
Ama şu Kızkulesi'nin aklı olsa,
Galata kulesine varır.
Bir sürü çocukları olur.


Bedri Rahmi Eyüboğlu







Taksim'in kenar mahalle, Şişli'nin son durak olduğu İstanbul

Hafta sonunun tüm koşturmasını geride bıraktıktan sonra vazgeçilmez içkim bir fincan kahvemi yanıma alıp CD'ye Lorenna Mc Kennitt'in The Visit'i (çok eski, kimilerine göre iç bayıltıcı ama benim çok sevdiğim cd'lerden biri) koydum. Salona dalga dalga çello, arp, balalayka, akordeon tınılarıyla Kelt müziğinin ezgileri yayılmaya başladığında bendeniz çoktan  internetin başına oturmuş gazetelerin kitap eklerinde gezintiye çıkmıştım bile. Radikal, Cumhuriyet, Vatan...Yeni çıkanlar, çok satanlar, e-kitaplar (ısınamadım gitti), yazarlarla röportajlar, kitap tanıtımları. Birbirinden güzel yazılar. Anlayacağınız üzere bir yandan müzik diğer yandan kitaplar  kendimi kaybettim sayfalar arasında. 

Vatan'ın kitap ekindeki başlık dikkatimi çekti: Bir zamanlar Şişli son durak, Zincirlikuyu'da şehrin dışındaydı. Evet öyle olduğunu aile büyüklerinden çok dinlemiştim. Eski İstanbul'un güzelliklerini, insanlarını. 

Aydın Boysan kendi gibi mimar olan oğlu Burak Boysan ile birlikte yazdığı 40. kitabında eski İstanbul'u anlatmış. "Şimdiki İstanbul'u yadırgıyorum" diyor röportajında. "Her tarafında feci değişiklikler var. " diye anlatmaya devam ediyor ve gidişattan çok rahatsız olduğunu da eklemeyi unutmuyor. Bende onun kadar rahatsız olanların gurubunda olduğum için sonuna kadar okudum Aydın Boysan röportajını ve İstanbul sevdalılarıyla paylaşmak istedim. 

İşte Aydın ve Burak Boysan'la eski bir İstanbul masalı...


Bir zamanlar Şişli son durak, Zincirlikuyu da şehrin dışıydı




91 yaşına basan mimar ve yazar Aydın Boysan ile 58 yaşındaki oğlu mimar Burak Boysan güçlerini birleştirdi, İstanbul’u anlatan bir kitap yazdı

Aydın Bey bu sizin 40. kitabınız ve bu kez sizin gibi mimar olan oğlunuz Burak Boysan ile birlikte imzanızı atıyorsunuz... Bu kitabı birlikte yapma fikri nasıl doğdu?

A.B.: İlk kitabım çıktığında 63 yaşındaydım, o zamana kadar yazmadım çünkü mimarlıktan işten yazmaya vakit yoktu. Tam 55 yıl aktif mimarlık yaptım. Benim yaptığım binaları yaysanız 200 tane futbol sahası eder. Sonra 15 sene de Teknik Üniversite’de mimarlık dersleri verdim haftada 6 saat. Baba-oğul olarak da birlikte mimarlık yaptık ama uzun sürmedi, 5-6 sene. ‘Mimarlıkta birlikte devam edemedik, bari başka bir iş yapalım birlikte’ dedik ve işte bu kitabı yaptık.

B.B.: “İki Nesil Bir Şehir”de babam benzersiz anılarını anlatıyor. O 1921 doğumlu; “bu şehir nasıl bir şehirdi?” onu görüyoruz babamın anılarıda. Büyüdüğü yer olan Samatya’daki Narlıkapı’yı, Aksaray Azimkar sokağı, Pertevniyal’ı... Ben ise işin teknik kısmında devreye giriyorum, ve şehri o açıdan anlatıyorum.

Aydın Bey’in anılarında İstanbul’a dair çok ilginç bilgiler yer alıyor. Mesela bir zamanlar Samatya’da Shakespeare Tiyatrosu oynandığını...

B.B.: O tiyatroyu şöyle hayal edin surlara sırtını yaslamış bir tiyatro. Marmara denizine bakıyor. Surların önünde Shakespeare, Moliere oyunları oynanıyor, seyirciler de etrafında izliyor.

A.B.: Ben doğduğumda Vahdettin padişahtı, sene 1921. İstanbul’da hayat bambaşkaydı. Bundan 50 sene önce Nejat Eczacıbaşı’yla yeni tanıştığımızda bir akşam sofrasındayız. O sorunca, ben de feyiz aldığım yerleri sayayım dedim: İstanbul’da Davutpaşa Çöp İskelesi, Davutpaşa Ispanak Viranesi, Samatya Narlıkapı Çıkmazı, Yeşilköy Bamya Tarlası... Şaştı kaldı. Kahkahalar patladı. Gerçekler böyle ama... İstanbul’un kenar mahalleleri vaktiyle bir başka türlüydü. Tiyatro hayatımızın bir parçasıydı yav. Mesela Yeşilköy’de tren istasyonundan 20 adım kuzeye gidince tüfekleri çıkarıp kuş avına başlardık...

Bir de şehrin sınırlarının Şişli’de bittiğini söylüyorsunuz, bugün inanması çok güç. Tramvayın son durağı Şişli’ymiş... 

A.B.: Evet son durak Şişli, Şişli’den çıkınca sağ tarafta tramvay deposu var, az ilerde likör fabrikası, daha ileride de asri mezarlık... Orası şimdiki Zincirlikuyu Mezarlığı. Mezarlıkları şehir dışına çıkarma uygulamasının bir provasıydı orası, o amaçla şehrin dışına yapılmıştı. Şimdi ise Zincirlikuyu şehrin göbeği.

B.B.: Taksim’de AKM’nin olduğu yer ve Gümüşsuyu’ndan inerken sol tarafın olduğu yer Ayazpaşa Mezarlığıydı; boylu boyunca askeri hastaneye kadar. Öbür tarafta ise Divan Oteli’ne doğru Harbiye’ye kadar Ermeni mezarlığı Surp Agop Mezarlığı vardı. 1920’lerde mezarlıklar çok şehir içinde kalıyor deniyor ve 1930’lar-40’larda şehir dışına, en uzağa atalım diyerek Zircirlikuyu mezarlığı yapılıyor.

ŞİMDİKİ İSTANBUL’U YADIRGIYORUM

Aydın Bey, siz anlattığınız hikayelerdeki İstanbul’u yaşadınız. O yüzden İstanbul’a karşı duygularınız bambaşka olmalı. Sonraki nesiller aynı şeyi hissedemiyordur herhalde...

A.B.: Herhalde; çünkü bilmiyorlar. Ben şimdi yadırgıyorum bu şehri çok. Her tarafında feci değişiklikler var. Hiçbir yer aynı kalmadı. Bu gidişattan çok büyük rahatsızım. Sanki başka yerde yaşıyormuşum gibi bir his geliyor zaman zaman, o zaman Samatya’ya, surların dibine gidiyorum, memleketime geldiğimi hissedebileyim diye.

B.B.: Şunu söylemek lazım: Babamın yaşadığı yer, Narlıkapı çıkmazı, 34 numaralı bina hâlâ orada duruyor. O sokak da duruyor. Tahmin ederceğiniz gibi, en yoksul yerler en az değişen yerler aslında. Daha sonra taşındıkları Laleli Azimkar sokaktaki evin yerinde şimdi kirası ayda 10 bin dolar olan binalar var. Benim doğup büyüdüğüm yerlerin de hiçbiri durmuyor bugün.

Burak Bey, siz 1954 doğumlusunuz. Siz de başka bir İstanbul tanıdınız, onu yaşadınız değil mi? 

B.B.: Benim de ‘buralar eskiden dutluktu’ diyeceğim yerler çok fazla aslıda... Doğrusunu isterseniz bugün 25 yaşında çocuklar bile söyleyebilir bunu... Babamın İstanbul’uyla benim İstanbul’um arasında çok büyük bir fark yok aslında. İstanbul’un Kurtuluş Savaşı’dan önce yaklaşık 1 milyon 100 bin nüfusu var. Sonra büyük göçler oluyor Rumlar gidiyor, Ermeniler gidiyor bir de bürokratlar gidiyor, başkent Ankara’ya taşınıyor. 700 bine düşüyor nüfus. Ama 1950’lerde nüfus tekrar 1 milyon. Yani çap olarak çok büyük bir değişiklik yok aslında. Hatta bizimkiler 1960’ta Nişantaşı’na taşındılar. Orada babaannem ‘Benim İstanbul’a gidip bir şeyler almam lazım’ derdi. Nişantaşı’ndan gitmeyi kastettiği yer Eminönü, Sirkeci’ydi. Tarihi yarımada esas merkezdi, onun dışındaki her yer yeni yerlerdi. Asıl fark, babamın zamanında nüfusu azalan şehir, benim zamanımda nüfusu artan şehir haline geldi. Şehrin patladığı dönem Menderes dönemiydi. 1957’den itibaren şehir bambaşka bir şehir oluyor. Ciddi şekilde büyümeye, göçler almaya başlıyor. Bugün resmi sayıya göre 14 milyon nüfuslu İstanbul’a gelen bir yabancıya bundan 80 -90 sene önce buranın nüfusunun 700 bin olduğunu anlatmak çok zor. Söylediğinizde şaşırıp kalır.

A.B.: Buna kafası çalışan kimseyi inandıramazsınız ya! Bütün bunlar benim anlayışsızlığımdan doğmuyor kardeş. Bu şehrin nüfusu oldu 20 milyon. Bütün İsviçre 6 milyon yahu! Dünyadaki ülkelerin yarıdan çoğu 20 milyondan az nüfuslu.

B.B.: Babamın kitapta anılarını anlattığı İstanbul çok özel bir İstanbul. 8 bin senelik bir şehirden bahsediyoruz. Babamın anlattığı şehirse bu şehrin son 90 senesi. Şehrin tarihinin yüzde birlik bir kısmı. Ama bu yüzde birdeki değişim 8 bin senelik bir şehir için inanılır gibi değil. 1950’de şehrin nüfusu 1 milyon, şimdi 15-20 milyon. 1945’te şehrin alanı 7 bin hektar, şimdi 200 bin hektar. Yani son 65 senede 30 misli büyümüş bir şehirden bahsediyoruz. Bu şehrin hikayesi çok acayip, çok da yadırgatıcı. İstanbul’un geçmişteki kozmopolit nüfusunun değişmesinin de değişimde rolü var değil mi?

A.B.: İstanbul’da şehrin kültüründe tiyatro, opera yaygın olarak vardı. Bunların rahat kullanılır olması aslında o zamanlar İstanbul’da yaşayanların üçte birinin Hıristiyan olmasından dolayıydı.

B.B.: 1927 nüfus sayımında İstanbul’da yüzde 67 Müslüman, yüzde 33 gayrımüslim var. Onun İstanbul’uyla benim İstanbul’umun farkını konuşuyorduk ya, ben 54 doğumluyum ve 1955’te 6-7 Eylül olayları oluyor...

A.B.: 6- 7 Eylül İstanbul tarihinin en önemli olaylarından biridir. Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in gitmesiyle bu şehrin yapısı değişti, tarzı değişti, yaşama biçimi değişti.

B.B.: Benim dönemim, onların azalmaya başladığı bir dönem. Ben Türkleştirilmeye başlayan bir İstanbul’da büyüdüm, babam ise daha kozmopolit bir İstanbul’da. Bu önemli, çok önemli bir fark.

A.B.: Nüfusun üçte biri Hıristiyandı ama şehre katkıları üçte bir değil daha fazlaydı. Şehrin önde gelenleri onlardı, toplumun yapısını oluşturanlar onlardı. Galiba Türkiye’nin geldiği noktayı anlamak için İstanbul’un bu yapısına bakmak yeterli.

İstanbul’un en dramatik kayıpları nelerdir sizce?

A.B.: Denizle insan ilişkisinin kesilmesi var. Samatya sahilinde yaşamış bir insan olarak denizle biz iç içe yaşıyorduk. Bir kere evimizde mayomuzu giyer denize öyle giderdik. Balık tutardık. Kürek çekerdik. Denize girerdik, 10 metre derine dalar midye sökerdik. Toplum hayatı denizden koptu, koparıldı, bu alçak sahil yolu!

Bu olumsuz değişimlere rağmen İstanbul’da bugün en keyif aldğınız yer neresi?

A.B.: Narlıkapı çıkmazı! Bizim sokakçık zavallı; orası hâlâ yaşıyor eskisi gibi. Belki koca şehirde geriye kadan tek sokakçık orası. En az değişen yeri. Ama belki orası da değişmiştir geçen haftadan beri gitmedim, bilemiyorum...

B.B.: Başta tarihi yarımada ve Beyoğlu olmak üzere hâlâ her yerini ve her şeyini seviyorum İstanbul’un. Burası dünyanın en dinamik şehirlerinden biri. Bu dinamizm insanı da şehri de dinç tutan bir şey.

Şimdilerde İstanbul’la ilgili bir çok yeni proje de gündemde. Mesela Taksim projesi ve buraya yeniden yapılmak istenen Topçu kışlası... Bu projeyi nasıl değerlendiriyorsunuz mimar olarak?

A.B.: Taksim kenar mahalleyken doğdum ben. Taksimin önem kazanmaya başlaması o anıtın yapılmaya başlamasıdır. Sene 1928. Ondan sonra bütün o meydan ortaya çıktı. Kışlanın kaldırılması Taksim’in derisinin açılması gibi bir şeydi. O zamanlar kışlanını avlusunda milli futbol maçları yapılıyordu. İlk milli maç, Türkiye-Romanya Taksim kışlasının avlusunda yapıldı, 2-2 bitti. Orası bir harabeydi. Maçlar oynanırken şöyle sahneler oluyordu: Yıkık duvarlardan kaçıp beleş seyretmek için içeri girenleri polisler kovalardı. Polisler çocukları kovalarken izleyenler maçı bırakır onları seyrederdi. 1930’ların sonunda yıkıldı kışla.

B.B.: Asıl Taksim’e yol projesi feci bir proje. Bildiğiniz Bolu-Gerede’ye yapılacak bir karayolları projesinin Gümüşsuyu’na, Tarlabaşı’na, Sıraselviler’e ve Mete Caddesi’ne taşınmış hali. Kışla meselesinde ise asıl konuşulan şu: Kışla biçiminde bir AVM mi yapalım, kışla biçiminde bir otel mi ? Yani şehrin ilk meydanını ve etrafındaki tek küçük parkını nasıl tekrar ranta dönüştürebiliriz onu konuşuyoruz.

A.B.: Taksim’i de demokrasimize benzetecekler...

B.B.: Oysa buraya hiçbir şey yapılmaması lazım. Taksim çok önemli bir yer. Şehrin merkezi burası. Yılbaşı kutlamaları burada yapılıyor, siyaseten de çok önemli bir yer tutuyor. Sonuçta Taksim bu şehrin tek planlanmış meydanı.

Karaciğerimin heykelini dikmeliler

“İstanbul’da doğmuş, yaşamış, yaşlanmış olmaktan şikayetçi değilim hiç” diyor Aydın Boysan, “Dünyayı gezdim, 5 kıtayı da gezdim, Sibirya, Çin, Japonya, Amerika... heveslendiğim bütün memleketleri de gördüm. Ama İstanbulda dünyaya gelmiş olmaktan burada yaşamaktan memnunum. Sonuçta ne kadar değişse de, bir hukukum var yahu! Hâlâ bir taş parçası olsa hatırlatıyor bana. Mesela buraya Çiçek Pasajı’na geldik. Ben 70 senedir gelirim, 70 senedir içerim burada. Gelince duygulanıyorum. Cihat Burak’ı hatırlıyorum mesela, burada birlikte içerdik. Sonra burada Degustasyon vardır, Rum lokantasıydı... Giderdik. Garsonları da Rum’du, adlarını hâlâ hatırlarım, Koço, Niko... Selahattin Pınar da gelirdi, ounla da içerdik orada. Demlendikten sonra kalkar saza giderdik. Tepebaşı kat otoparkının olduğu yerdeki Tepebaşı Bahçesi’ne...”

Aydın Boysan ne kadar değişse de hâlâ tutkuyla seviyor İstanbul’u. İstanbul onun vazgeçilmezi. Ama o da İstanbul’un... Zira Çiçek Pasajı’nın duvarlarında yer alan oranın müdavimi ünlülerin resimleri arasında onun resmi de yer alıyor. “Annem hep fotoğrafım müzeye konsun isterdi. Müzeye değil ama Çiçek Pasajı’na kondu” diyen Boysan için bu durum İstanbul ile aralarındaki aşkın belgesi gibi. Zira neşeli yüzü şehrin tam kalbinde asılı duruyor. Bunca yıldır içki masasıyla ilişkisini yakinen sürdüren Boysan “Aslında karaciğerimin heykelini de dikmeleri gerek” diyor!
Mine Akverdi