Amada Mia, Amore Mia


The Starlite Orchestra...



Roma'ya Sevgilerle:)

Tanınmış Amerikalı mimar yıllar önce öğrenci olduğu Roma'da tatildedir. Gençliğinin sokaklarında gezerken genç mimarlık öğrencisi Jack ile karşılaşır. Jack Roma'da kendi gibi öğrenci olan Amerikalı kız arkadaşı Sally ile yaşamaktadır ve Sally'nin erkek arkadaşından yeni ayrılan kız arkadaşı Monica'yı evlerinde misafir etmek üzeredirler. 

Hayley Roma'ya turist olarak gelmiş ve avukat Michelangelo'ya aşık olmuş ve evlenme kararı almışlardır. Hayley'in anne ve babası müstakbel damatları ve ailesi ile tanışmak için Roma'ya gelir. Michelangelo'nun babası Giancarlo cenaze levazımatçısıdır. Hayley'in babası ise yıllarını müzik sektörüne vermiş ve emekliliği ölümle eş tutan bazı takıntıları olan yaşlı bir adamdır. Bir gün Giancarlo'yu duşta arya söylerken duyar ve onun bu yeteneğini ilerletmesi için ısrar eder. 




Antonio ve Milly  akrabalarının fabrikasında çalışmak için taşradan Roma'ya gelirler ve bir otel odasına yerleşirler. Milly eşinin akrabalarına güzel görünmek için saçına fön çektirmek ister fakat otelin kuaförü dolu olduğundan dışarıda tarif edilen başka bir yere gider. Bu sırada otel odasında kalan Antonio'nun beklenmedik bir misafiri gelir. Anna. Antonio ne kadar yanlış yere geldiğini anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz ve komik bir karşılaşma sonucunda Antonio'nun yaşlı akrabaları Anna'yı onun eşi zannederler. 

Bu arada kendi halinde bir memur olan Leopoldo'nun, bir gün işine gitmek üzere evden çıktığı sırada etrafı gazetecilerle çevrilir ve bir anda meşhur olur.

Londra Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Paris'te Bir Gece Yarısı ve Roma'ya Sevgilerle...Bir tercih yapmam gerekirse Paris'te Bir Gece Yarısı derim...

Woody Allen'ın Avrupa dörtlemesinin son filmi Roma'ya Sevgilerle Roma'nın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde yanlış anlamalar, aşk hikayeleri, hayat dersleri ile devam ediyor ve seyircilerine hoşça vakit geçirtiyor. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:)



Lizbon'a Gece Treni





Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius yağmurlu bir havada çalıştığı liseye doğru giderken Kirchenfeld köprüsünde bir kadına rastlar. Kadının köprüden atlamak üzere olduğu zanneder ve engellemek için ona doğru koşar. Kadın yabancı bir aksanla 'bu telefon numarasını unutmamam gerek' diyerek cebinden çıkarttığı gazlı kalemle Gregorious'un alnına numaraları yazar. Gregorious kadına ana dilinin ne olduğunu sorunca portugues cevabını alır. Bu olaydan sonra Raimund Gregorious alnında kime ait olduğunu bilmediği telefon numarası ve portugues sözcüğü ile baş başa kalır. 

Kirchenfeld köprüsünde yaşadığı bu olay hayatının dönüm noktası olur. Gittiği yerlerde esrarengiz kadını bulma umuduyla dolaşır. Karısına ispanyolca kitaplar aldığı Hirschengraben'deki muhteşem deri ve toz kokan sahafta portekizce bir kitaba rastlar: Um Ouvrives das palavras - Sözlerin Kuyumcusu.

Portekizli doktor Amedeu Prado tarafından yazılmış kitapta hayatla, ölümle, aşkla ilgili paragraflar vardır. Yaşlı dükkan sahibinin kitaptan çevirdiği bir paragraf Gregorious'u çok etkiler  ve adını ilk kez duyduğu yazarın peşinden Portekiz'e doğru yolculuğa çıkar. 

Amedeu Prado diktatör Salazar zamanında yaşamış ve istemeyerekte olsa mesleki içgüdü ile Salazar'ın hayatını kurtarmış ve halkın tepkisini çekmiş bir kişidir. Prado Zalazar devrilmeden bir yıl önce ölmüş kitabı ise kız kardeşi tarafından diktatörün ölümünden bir yıl sonra yayınlatılmıştır. Gregorious kitabın ve Prado'nun izinden giderek bambaşka bir dünyaya adım atar. Bu arada bilinmeyen bir telefon numarası ve Portugues kelimesi ile onu buralara kadar sürükleyen kadını bulabilecek midir acaba?  

Lizbon'a Gece Treni Pascal Mercier takma adını kullanan Bern doğumlu felsefeci Peter Bieri'nin üçüncü romanı. 

Bu sene okuduğum iyi romanlardan biri daha. Belki de en iyisi. (En iyisi; böyle yazmayı pek sevmiyorum. Çünkü her kitap ayrı bir dünya, ayrı bir emek. Bu yüzden de en iyisi demek pek hoşuma gitmiyor. Okuduklarımın içinde farklı bir yeri var demek daha doğru geldi şu anda)

Ve her zamanki gibi kitaptan tadımlık bir kaç satır...

"Denizin kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgara tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterim o rüzgarın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, bende hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem."

"Okuyan insanlar vardı, birde ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu."

"Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. öyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? Artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, hiç bir şeyi kaçırmazdık, acele etmenin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğinin karşısında hiç bir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı, çünkü onu telefi etmek için hep zaman kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk akan zamanın bilicinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?"

"Kuyruklu piyano - bu geceden itibaren bana artık zamanında yapamayacağım şeyler olduğunu hatırlatıyor. Benim sessiz itirazıma karşı çıktığı gibi gözlerini kapadı. Söz konusu olan önemsiz küçük sevinçler ve tozlu sıcakta bir bardak suyu mideye indirmek gibi küçük zevkler değil. Söz konusu olan insanın yapmayı ve yaşamayı istediği şeyler, çünkü ancak onlar insanın kendi hayatını, o çok özel hayatı bütünleştirebilirler, çünkü onlar olmadan hayat eksik kalır, tamamlanmamış bir yapıt ve sıradan bir parçadır."

Lizbon'a Gece Treni   Pascal Mercier     Kırmızı Kedi Yayınları  Çeviri İlknur Özdemir 


HAYALET KİTAP(LIK)LAR


Anthony Burgess, “Bir kitabı okumak ona sahip olmaktan her zaman daha iyidir,” diyor.
Des bibliothèques pleines de fantômes’un (Hayalet Kitaplıklar) yazarı, kırk bin kitaplık bir kütüphaneye sahip Jacques Bonnet’ye g
öre ise, kişinin okumadığı bir sürü kitabının olmasında bir sakınca yok.

Yıllarca Le Monde ve L’Express editörlük ve gazetecilik yapan Bonnet, kütüphanesindeki kitapların çoğunu okumadığını söylüyor, tüm kitapsever arşivciler gibi, o da bir gün okunur diye kitap biriktirmeye karşı koyamayanlardan. Kimileri de var ki, devasa kütüphanelerindeki kitapların tümünü okuduklarını söylüyor. Sözgelimi, ne kadar doğrudur bilinmez, Susan Sontag on beş bin kitaplık kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğunu söylüyor. Kimileri de kitaplara sahip olmadan okumayı seviyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından izleyen çok sıkı bir okur olan, “Okumak varken yazmak da ne?” diyebilen Yusuf Atılgan’ın ise, okuduğu kitapların çoğunu ödünç alarak ya da kiralayarak okuduğu söylenir.

Kitapların fiziksel varlığı, dolayısıyla bireysel kütüphaneler yakın gelecekte azalacak gibi görünse de, sahip olma isteği azalacak gibi görünüyor. Yazının ve bilginin elektronik ortama geçmesiyle birlikte artık önemli olan, bilginin ve verilerin materyal halinin elinizde bulunması değil, internette serbest dolaşan bilgiye olan erişilebilirlik. Çünkü siz çağırmadığınız sürece bilgisayarınızdaki ve internetteki verilerin varlığıyla yokluğu bir.

Bonnet’nin bibliomanlığının yerini bugün başka bir tür biriktirmecilik almış durumda. Nitekim bugün bir ara işe yarar diye internetten kitap, film, müzik indiren birçok insanın bilgisayarı, onda birini bile okumadığı, izlemediği, dinlemediği verilerle dolu. Bonnet ise, kütüphanesindeki bütün kitapların nerede olduklarını ve içlerinde ne olduğunu bildiğini söylüyor. Elektronik ortamda biriktirdiğimiz kitap, film ve müziklerin belki de birçoğunun içeriğinden ve bir bölümünün varlığından bile habersiziz.

Yakın gelecekte fiziksel kütüphaneler azalırken, bireysel sanal kütüphanelerin sayısı artacağa benziyor. Sözgelimi, bugün bile insanların binlerce kitabı biriktirmek için bütün duvarları raflarla kaplı evlere sahip olması gerekmiyor. Herkesin bildiği pdf, e-book ve torrent paylaşım siteleri sayesinde ücret ödemeden birçok kitaba sahip olabiliyorsunuz. Bir anlamda, devasa kütüphaneler ayrıcalıklarını kaybediyor, kitaba erişim ve büyük bireysel kütüphaneler kitleselleşiyor. Öte yandan, daha çok kitaba sahip olmanın daha çok kitap okunacağı anlamına gelip gelmediği oldukça tartışmalı.


Notosoloji'den alınmıştır...Fotoğraf: HAYALET KİTAP(LIK)LAR

Anthony Burgess, “Bir kitabı okumak ona sahip olmaktan her zaman daha iyidir,” diyor. 
Des bibliothèques pleines de fantômes'un (Hayalet Kitaplıklar) yazarı, kırk bin kitaplık bir kütüphaneye sahip Jacques Bonnet'ye göre ise, kişinin okumadığı bir sürü kitabının olmasında bir sakınca yok. 
Yıllarca Le Monde ve L'Express editörlük ve gazetecilik yapan Bonnet, kütüphanesindeki kitapların çoğunu okumadığını söylüyor, tüm kitapsever arşivciler gibi, o da bir gün okunur diye kitap biriktirmeye karşı koyamayanlardan. Kimileri de var ki, devasa kütüphanelerindeki kitapların tümünü okuduklarını söylüyor. Sözgelimi, ne kadar doğrudur bilinmez, Susan Sontag on beş bin kitaplık kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğunu söylüyor. Kimileri de kitaplara sahip olmadan okumayı seviyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından izleyen çok sıkı bir okur olan, “Okumak varken yazmak da ne?” diyebilen Yusuf Atılgan'ın ise, okuduğu kitapların çoğunu ödünç alarak ya da kiralayarak okuduğu söylenir.
Kitapların fiziksel varlığı, dolayısıyla bireysel kütüphaneler yakın gelecekte azalacak gibi görünse de, sahip olma isteği azalacak gibi görünüyor. Yazının ve bilginin elektronik ortama geçmesiyle birlikte artık önemli olan, bilginin ve verilerin materyal halinin elinizde bulunması değil, internette serbest dolaşan bilgiye olan erişilebilirlik. Çünkü siz çağırmadığınız sürece bilgisayarınızdaki ve internetteki verilerin varlığıyla yokluğu bir. 
Bonnet'nin bibliomanlığının yerini bugün başka bir tür biriktirmecilik almış durumda. Nitekim bugün bir ara işe yarar diye internetten kitap, film, müzik indiren birçok insanın bilgisayarı, onda birini bile okumadığı, izlemediği, dinlemediği verilerle dolu. Bonnet ise, kütüphanesindeki bütün kitapların nerede olduklarını ve içlerinde ne olduğunu bildiğini söylüyor. Elektronik ortamda biriktirdiğimiz kitap, film ve müziklerin belki de birçoğunun içeriğinden ve bir bölümünün varlığından bile habersiziz. 
Yakın gelecekte fiziksel kütüphaneler azalırken, bireysel sanal kütüphanelerin sayısı artacağa benziyor. Sözgelimi, bugün bile insanların binlerce kitabı biriktirmek için bütün duvarları raflarla kaplı evlere sahip olması gerekmiyor. Herkesin bildiği pdf, e-book ve torrent paylaşım siteleri sayesinde ücret ödemeden birçok kitaba sahip olabiliyorsunuz. Bir anlamda, devasa kütüphaneler ayrıcalıklarını kaybediyor, kitaba erişim ve büyük bireysel kütüphaneler kitleselleşiyor. Öte yandan, daha çok kitaba sahip olmanın daha çok kitap okunacağı anlamına gelip gelmediği oldukça tartışmalı.

8 bin yıllık resimler mıcır olacak


Hangisi Taş Devri

Beşparmak Dağları'ndaki 8 bin yıllık kaya 

resimleri, taşocaklarında mıcır olmaya aday. Alman ekip resimleri kurtarmaya çalışıyor.










Radikal gazetesinden Ömer Erbil'in haberine göre;Bafa Gölü’ünün kıyısında Batı Anadolu ’nun en güzel antik kentlerinden biri olan Herakleia Latmos’u araştıran Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. Anneliese Peschlow-Bindokat, 1990’ların başında bölgede başlattığı yüzey araştırmalarında Beşparmak Dağları’nın çeşitli kesimlerinde bugüne kadar binlerce kaya resmi tespit etti. M.Ö. 6 bin – M.Ö. 5 binin ilk yarısına tarihlenen bu kaya resimleri Yakındoğu arkeolojisinin son dönemdeki en büyük keşiflerinden biri olarak nitelendiriliyor. Ancak Türkiye ’nin bu eşsiz kültür hazinesi son yıllarda ruhsat sayısı hızla artan taş (feldispat) ocakları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu engellenemezse ülke turizminin ve kültürünün eşsiz bir yöresi benzersiz değerleriyle birlikte bir daha geri gelmemecesine yok olacak. Dr. Peschlow, bu konuda UNESCO’ya ve koruma kurullarına ayrıntılı bir rapor hazırladı. Elinde GPRS cihazıyla dağ tepe demeden gezip bu tür resimlerin olduğu kayaları tek tek tespit etmeye çalışan Peschlow, “Dünyanın en önemli kültür mirası taşocaklarında mıcır oluyor” diye sitem ediyor. Yine Peschlow’a göre resimlerin konusu ve dili, kaya resim sanatı içinde dünyada bir ilk. 

Latmos, Anadolu’nun kutsal dağlarından biriydi. 1400 metreye ulaşan zirvesi çok eski zamanlarda bir bereket kültü merkeziydi. 1974 yılından bu yana bölgede yüzey araştırmaları yapan Dr. Anneliese Peschlow bu kaya resimlerini 1990’lı yıllarda fark etti. Bal üreticisi bir köylü tarafından fark edilen resimleri Petchlow’a ilk anlattığında bunların Bizans döneminden kalma freskler olabileceği sanıldı. Ancak Peschlow köylü ile beraber kayaların üzerindeki resimleri gördüğünde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Resimler ilk insanların çizimlerini andırıyordu. Peschlow araştırmalarını sürdürdükçe pek çok kaya ve oyukta bu türden resimlerin olduğunu fark etti. Yıllardır bu resimler üzerinde bilimsel çalışmalarını derinleştirdi ve bunların 8 bin 500 yıl öncesine gittiğini belgeledi.

Son birkaç yıldır bu bölgede cam, seramik, kaynak elektrotları ve boya sanayiinde kullanılan hammaddenin çıkarıldığı yedi feldspat ocağı açıldı. İşin daha vahimi çok sayıda ocak açılması için de başvuru yapıldı. Ocaklar hammadde için dağdan topladıkları kayaları mıcır haline getiriyor. İşte tehlike burada başlıyor.

Hangi taşın yanında binlerce yıllık sanat şaheseri resimlerin olduğu bilinmediğinden, taşocaklarında bu kayalar birer ikişer mıcır haline dönüyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...