Beyoğlu Sahaf Festivali 2012





Son günlerdeki koşturmadan sonra bugün kendime izin verdim. Sabah günü nasıl değerlendirebilirim diye düşünmeye başladım. Yapacak o kadar çok şey var ki. Yeni vizyona giren Roma'ya Sevgilerle'yi seyretmek istiyorum aynı zamanda Beyoğlu'ndaki Sahaflar Festivali'ne gitmek istiyorum, hava güzel sahilde yürüyüp sonra bir kafede oturup dergi karıştırmak istiyorum, Kadıköy pazarına gidip cümbüşün içinde kaybolmak istiyorum. İstiyorum da istiyorum. Boş günüm ya ne yapacağımı şaşırdım:) Hepsini bir güne sığdıramayacağıma göre bir seçim yapmam gerekiyor ve kazanan (blog takipçilerimin ve okuyucularımın tahmin edeceği gibi:) Beyoğlu Sahaf Festivali oldu. 

Çayımı yudumlarken Hürriyet gazetesinde birde Doğan Hızlan'ın "Eski kitap kokusu ve eski sesler" yazısını da okuyunca kim tutar seni dedim ve soluğu Tepebaşı'nda aldım. 



Tepemde parlayan sıkıcı güneşi saymazsak:( sabah saatleri olduğu için tenha olması stantları daha rahat gezmeme, kitapları daha rahat incelememe fırsat verdi. Bu sene altıncısı düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali'ne geçen seneye göre daha az sahaf katılmıştı. Geçen sene 72 sahafın katıldığı etkinliğe bu sene 68 sahaf katılmış. 2010'da ise 74 sahafın katıldığını göz önüne alırsak katılım her sene biraz daha azalıyor. 




Stantlarda, her çeşit eski kitap, yerli yabancı 45 ve LP plaklar, eski valizlerin içinde eski resimler, kartpostallar, tiyatro sinema afişleri, posterler, dergiler (Hayat, TV'de 7 Gün vs), fotoromanlar, tablolar, hediyelikler (özellikle Müteferrika'nın standındaki baykuşlara bittim) bulabilirsiniz. Stantlardan yükselen eski parçalarda cabası. 




Yerli kitapseverlerin yanı sıra ziyaretçilerin içinde yabancılarda vardı. Onların ilgi alanları ise gözlemleyebildiğim kadarıyla gravürler, Türk sanatları ile ilgili kitaplar, kartpostallar ve plaklardı. 

Bendeniz her zamanki gibi o sahaf senin bu sahaf benim bir kaç tur atıp her ne kadar "bak evde okunacak o kadar kitap seni bekliyor, tut kendini bir araba kitapla eve dönmeye kalkma, kütüphanede yer kalmadı zaten" diyerek kendimi telkin etmeye çalıştıysam da yine de kitap almadan edemedim ama bu kez hakkımı yememem lazım biraz başarılı olduğum galiba. Binlerce kitabın içinden sadece iki kitap, rengarenk kitap ayraçları  ve ufak bir deniz kabuğu tablosuyla eve geldim.  




14 Ekim'e kadar Tepebaşı TRT binasının önündeki alanda devam edecek olan Sahaflar Festivali'ni bir de büyük usta Doğan Hızlan'dan dinlemek isterseniz linki tıklayınız. "Eski kitap kokusu ve eski sesler".

Hafta sonu için program yapmayan kitap kurtlarına; sahaflar sizi bekliyor...Ben mi ne yapacağım?  Elimdeki kitabı bitirip yeni aldıklarıma başlayacağım. Belki araya bir film sıkıştırabilirim. Neyse şimdilik bu kadar...

Mutlu bir hafta sonu geçirmeniz dileği ile:) 






İstanbul deyince aklıma kuleler gelir.
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır.
Ama şu Kızkulesi'nin aklı olsa,
Galata kulesine varır.
Bir sürü çocukları olur.


Bedri Rahmi Eyüboğlu







Taksim'in kenar mahalle, Şişli'nin son durak olduğu İstanbul

Hafta sonunun tüm koşturmasını geride bıraktıktan sonra vazgeçilmez içkim bir fincan kahvemi yanıma alıp CD'ye Lorenna Mc Kennitt'in The Visit'i (çok eski, kimilerine göre iç bayıltıcı ama benim çok sevdiğim cd'lerden biri) koydum. Salona dalga dalga çello, arp, balalayka, akordeon tınılarıyla Kelt müziğinin ezgileri yayılmaya başladığında bendeniz çoktan  internetin başına oturmuş gazetelerin kitap eklerinde gezintiye çıkmıştım bile. Radikal, Cumhuriyet, Vatan...Yeni çıkanlar, çok satanlar, e-kitaplar (ısınamadım gitti), yazarlarla röportajlar, kitap tanıtımları. Birbirinden güzel yazılar. Anlayacağınız üzere bir yandan müzik diğer yandan kitaplar  kendimi kaybettim sayfalar arasında. 

Vatan'ın kitap ekindeki başlık dikkatimi çekti: Bir zamanlar Şişli son durak, Zincirlikuyu'da şehrin dışındaydı. Evet öyle olduğunu aile büyüklerinden çok dinlemiştim. Eski İstanbul'un güzelliklerini, insanlarını. 

Aydın Boysan kendi gibi mimar olan oğlu Burak Boysan ile birlikte yazdığı 40. kitabında eski İstanbul'u anlatmış. "Şimdiki İstanbul'u yadırgıyorum" diyor röportajında. "Her tarafında feci değişiklikler var. " diye anlatmaya devam ediyor ve gidişattan çok rahatsız olduğunu da eklemeyi unutmuyor. Bende onun kadar rahatsız olanların gurubunda olduğum için sonuna kadar okudum Aydın Boysan röportajını ve İstanbul sevdalılarıyla paylaşmak istedim. 

İşte Aydın ve Burak Boysan'la eski bir İstanbul masalı...


Bir zamanlar Şişli son durak, Zincirlikuyu da şehrin dışıydı




91 yaşına basan mimar ve yazar Aydın Boysan ile 58 yaşındaki oğlu mimar Burak Boysan güçlerini birleştirdi, İstanbul’u anlatan bir kitap yazdı

Aydın Bey bu sizin 40. kitabınız ve bu kez sizin gibi mimar olan oğlunuz Burak Boysan ile birlikte imzanızı atıyorsunuz... Bu kitabı birlikte yapma fikri nasıl doğdu?

A.B.: İlk kitabım çıktığında 63 yaşındaydım, o zamana kadar yazmadım çünkü mimarlıktan işten yazmaya vakit yoktu. Tam 55 yıl aktif mimarlık yaptım. Benim yaptığım binaları yaysanız 200 tane futbol sahası eder. Sonra 15 sene de Teknik Üniversite’de mimarlık dersleri verdim haftada 6 saat. Baba-oğul olarak da birlikte mimarlık yaptık ama uzun sürmedi, 5-6 sene. ‘Mimarlıkta birlikte devam edemedik, bari başka bir iş yapalım birlikte’ dedik ve işte bu kitabı yaptık.

B.B.: “İki Nesil Bir Şehir”de babam benzersiz anılarını anlatıyor. O 1921 doğumlu; “bu şehir nasıl bir şehirdi?” onu görüyoruz babamın anılarıda. Büyüdüğü yer olan Samatya’daki Narlıkapı’yı, Aksaray Azimkar sokağı, Pertevniyal’ı... Ben ise işin teknik kısmında devreye giriyorum, ve şehri o açıdan anlatıyorum.

Aydın Bey’in anılarında İstanbul’a dair çok ilginç bilgiler yer alıyor. Mesela bir zamanlar Samatya’da Shakespeare Tiyatrosu oynandığını...

B.B.: O tiyatroyu şöyle hayal edin surlara sırtını yaslamış bir tiyatro. Marmara denizine bakıyor. Surların önünde Shakespeare, Moliere oyunları oynanıyor, seyirciler de etrafında izliyor.

A.B.: Ben doğduğumda Vahdettin padişahtı, sene 1921. İstanbul’da hayat bambaşkaydı. Bundan 50 sene önce Nejat Eczacıbaşı’yla yeni tanıştığımızda bir akşam sofrasındayız. O sorunca, ben de feyiz aldığım yerleri sayayım dedim: İstanbul’da Davutpaşa Çöp İskelesi, Davutpaşa Ispanak Viranesi, Samatya Narlıkapı Çıkmazı, Yeşilköy Bamya Tarlası... Şaştı kaldı. Kahkahalar patladı. Gerçekler böyle ama... İstanbul’un kenar mahalleleri vaktiyle bir başka türlüydü. Tiyatro hayatımızın bir parçasıydı yav. Mesela Yeşilköy’de tren istasyonundan 20 adım kuzeye gidince tüfekleri çıkarıp kuş avına başlardık...

Bir de şehrin sınırlarının Şişli’de bittiğini söylüyorsunuz, bugün inanması çok güç. Tramvayın son durağı Şişli’ymiş... 

A.B.: Evet son durak Şişli, Şişli’den çıkınca sağ tarafta tramvay deposu var, az ilerde likör fabrikası, daha ileride de asri mezarlık... Orası şimdiki Zincirlikuyu Mezarlığı. Mezarlıkları şehir dışına çıkarma uygulamasının bir provasıydı orası, o amaçla şehrin dışına yapılmıştı. Şimdi ise Zincirlikuyu şehrin göbeği.

B.B.: Taksim’de AKM’nin olduğu yer ve Gümüşsuyu’ndan inerken sol tarafın olduğu yer Ayazpaşa Mezarlığıydı; boylu boyunca askeri hastaneye kadar. Öbür tarafta ise Divan Oteli’ne doğru Harbiye’ye kadar Ermeni mezarlığı Surp Agop Mezarlığı vardı. 1920’lerde mezarlıklar çok şehir içinde kalıyor deniyor ve 1930’lar-40’larda şehir dışına, en uzağa atalım diyerek Zircirlikuyu mezarlığı yapılıyor.

ŞİMDİKİ İSTANBUL’U YADIRGIYORUM

Aydın Bey, siz anlattığınız hikayelerdeki İstanbul’u yaşadınız. O yüzden İstanbul’a karşı duygularınız bambaşka olmalı. Sonraki nesiller aynı şeyi hissedemiyordur herhalde...

A.B.: Herhalde; çünkü bilmiyorlar. Ben şimdi yadırgıyorum bu şehri çok. Her tarafında feci değişiklikler var. Hiçbir yer aynı kalmadı. Bu gidişattan çok büyük rahatsızım. Sanki başka yerde yaşıyormuşum gibi bir his geliyor zaman zaman, o zaman Samatya’ya, surların dibine gidiyorum, memleketime geldiğimi hissedebileyim diye.

B.B.: Şunu söylemek lazım: Babamın yaşadığı yer, Narlıkapı çıkmazı, 34 numaralı bina hâlâ orada duruyor. O sokak da duruyor. Tahmin ederceğiniz gibi, en yoksul yerler en az değişen yerler aslında. Daha sonra taşındıkları Laleli Azimkar sokaktaki evin yerinde şimdi kirası ayda 10 bin dolar olan binalar var. Benim doğup büyüdüğüm yerlerin de hiçbiri durmuyor bugün.

Burak Bey, siz 1954 doğumlusunuz. Siz de başka bir İstanbul tanıdınız, onu yaşadınız değil mi? 

B.B.: Benim de ‘buralar eskiden dutluktu’ diyeceğim yerler çok fazla aslıda... Doğrusunu isterseniz bugün 25 yaşında çocuklar bile söyleyebilir bunu... Babamın İstanbul’uyla benim İstanbul’um arasında çok büyük bir fark yok aslında. İstanbul’un Kurtuluş Savaşı’dan önce yaklaşık 1 milyon 100 bin nüfusu var. Sonra büyük göçler oluyor Rumlar gidiyor, Ermeniler gidiyor bir de bürokratlar gidiyor, başkent Ankara’ya taşınıyor. 700 bine düşüyor nüfus. Ama 1950’lerde nüfus tekrar 1 milyon. Yani çap olarak çok büyük bir değişiklik yok aslında. Hatta bizimkiler 1960’ta Nişantaşı’na taşındılar. Orada babaannem ‘Benim İstanbul’a gidip bir şeyler almam lazım’ derdi. Nişantaşı’ndan gitmeyi kastettiği yer Eminönü, Sirkeci’ydi. Tarihi yarımada esas merkezdi, onun dışındaki her yer yeni yerlerdi. Asıl fark, babamın zamanında nüfusu azalan şehir, benim zamanımda nüfusu artan şehir haline geldi. Şehrin patladığı dönem Menderes dönemiydi. 1957’den itibaren şehir bambaşka bir şehir oluyor. Ciddi şekilde büyümeye, göçler almaya başlıyor. Bugün resmi sayıya göre 14 milyon nüfuslu İstanbul’a gelen bir yabancıya bundan 80 -90 sene önce buranın nüfusunun 700 bin olduğunu anlatmak çok zor. Söylediğinizde şaşırıp kalır.

A.B.: Buna kafası çalışan kimseyi inandıramazsınız ya! Bütün bunlar benim anlayışsızlığımdan doğmuyor kardeş. Bu şehrin nüfusu oldu 20 milyon. Bütün İsviçre 6 milyon yahu! Dünyadaki ülkelerin yarıdan çoğu 20 milyondan az nüfuslu.

B.B.: Babamın kitapta anılarını anlattığı İstanbul çok özel bir İstanbul. 8 bin senelik bir şehirden bahsediyoruz. Babamın anlattığı şehirse bu şehrin son 90 senesi. Şehrin tarihinin yüzde birlik bir kısmı. Ama bu yüzde birdeki değişim 8 bin senelik bir şehir için inanılır gibi değil. 1950’de şehrin nüfusu 1 milyon, şimdi 15-20 milyon. 1945’te şehrin alanı 7 bin hektar, şimdi 200 bin hektar. Yani son 65 senede 30 misli büyümüş bir şehirden bahsediyoruz. Bu şehrin hikayesi çok acayip, çok da yadırgatıcı. İstanbul’un geçmişteki kozmopolit nüfusunun değişmesinin de değişimde rolü var değil mi?

A.B.: İstanbul’da şehrin kültüründe tiyatro, opera yaygın olarak vardı. Bunların rahat kullanılır olması aslında o zamanlar İstanbul’da yaşayanların üçte birinin Hıristiyan olmasından dolayıydı.

B.B.: 1927 nüfus sayımında İstanbul’da yüzde 67 Müslüman, yüzde 33 gayrımüslim var. Onun İstanbul’uyla benim İstanbul’umun farkını konuşuyorduk ya, ben 54 doğumluyum ve 1955’te 6-7 Eylül olayları oluyor...

A.B.: 6- 7 Eylül İstanbul tarihinin en önemli olaylarından biridir. Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in gitmesiyle bu şehrin yapısı değişti, tarzı değişti, yaşama biçimi değişti.

B.B.: Benim dönemim, onların azalmaya başladığı bir dönem. Ben Türkleştirilmeye başlayan bir İstanbul’da büyüdüm, babam ise daha kozmopolit bir İstanbul’da. Bu önemli, çok önemli bir fark.

A.B.: Nüfusun üçte biri Hıristiyandı ama şehre katkıları üçte bir değil daha fazlaydı. Şehrin önde gelenleri onlardı, toplumun yapısını oluşturanlar onlardı. Galiba Türkiye’nin geldiği noktayı anlamak için İstanbul’un bu yapısına bakmak yeterli.

İstanbul’un en dramatik kayıpları nelerdir sizce?

A.B.: Denizle insan ilişkisinin kesilmesi var. Samatya sahilinde yaşamış bir insan olarak denizle biz iç içe yaşıyorduk. Bir kere evimizde mayomuzu giyer denize öyle giderdik. Balık tutardık. Kürek çekerdik. Denize girerdik, 10 metre derine dalar midye sökerdik. Toplum hayatı denizden koptu, koparıldı, bu alçak sahil yolu!

Bu olumsuz değişimlere rağmen İstanbul’da bugün en keyif aldğınız yer neresi?

A.B.: Narlıkapı çıkmazı! Bizim sokakçık zavallı; orası hâlâ yaşıyor eskisi gibi. Belki koca şehirde geriye kadan tek sokakçık orası. En az değişen yeri. Ama belki orası da değişmiştir geçen haftadan beri gitmedim, bilemiyorum...

B.B.: Başta tarihi yarımada ve Beyoğlu olmak üzere hâlâ her yerini ve her şeyini seviyorum İstanbul’un. Burası dünyanın en dinamik şehirlerinden biri. Bu dinamizm insanı da şehri de dinç tutan bir şey.

Şimdilerde İstanbul’la ilgili bir çok yeni proje de gündemde. Mesela Taksim projesi ve buraya yeniden yapılmak istenen Topçu kışlası... Bu projeyi nasıl değerlendiriyorsunuz mimar olarak?

A.B.: Taksim kenar mahalleyken doğdum ben. Taksimin önem kazanmaya başlaması o anıtın yapılmaya başlamasıdır. Sene 1928. Ondan sonra bütün o meydan ortaya çıktı. Kışlanın kaldırılması Taksim’in derisinin açılması gibi bir şeydi. O zamanlar kışlanını avlusunda milli futbol maçları yapılıyordu. İlk milli maç, Türkiye-Romanya Taksim kışlasının avlusunda yapıldı, 2-2 bitti. Orası bir harabeydi. Maçlar oynanırken şöyle sahneler oluyordu: Yıkık duvarlardan kaçıp beleş seyretmek için içeri girenleri polisler kovalardı. Polisler çocukları kovalarken izleyenler maçı bırakır onları seyrederdi. 1930’ların sonunda yıkıldı kışla.

B.B.: Asıl Taksim’e yol projesi feci bir proje. Bildiğiniz Bolu-Gerede’ye yapılacak bir karayolları projesinin Gümüşsuyu’na, Tarlabaşı’na, Sıraselviler’e ve Mete Caddesi’ne taşınmış hali. Kışla meselesinde ise asıl konuşulan şu: Kışla biçiminde bir AVM mi yapalım, kışla biçiminde bir otel mi ? Yani şehrin ilk meydanını ve etrafındaki tek küçük parkını nasıl tekrar ranta dönüştürebiliriz onu konuşuyoruz.

A.B.: Taksim’i de demokrasimize benzetecekler...

B.B.: Oysa buraya hiçbir şey yapılmaması lazım. Taksim çok önemli bir yer. Şehrin merkezi burası. Yılbaşı kutlamaları burada yapılıyor, siyaseten de çok önemli bir yer tutuyor. Sonuçta Taksim bu şehrin tek planlanmış meydanı.

Karaciğerimin heykelini dikmeliler

“İstanbul’da doğmuş, yaşamış, yaşlanmış olmaktan şikayetçi değilim hiç” diyor Aydın Boysan, “Dünyayı gezdim, 5 kıtayı da gezdim, Sibirya, Çin, Japonya, Amerika... heveslendiğim bütün memleketleri de gördüm. Ama İstanbulda dünyaya gelmiş olmaktan burada yaşamaktan memnunum. Sonuçta ne kadar değişse de, bir hukukum var yahu! Hâlâ bir taş parçası olsa hatırlatıyor bana. Mesela buraya Çiçek Pasajı’na geldik. Ben 70 senedir gelirim, 70 senedir içerim burada. Gelince duygulanıyorum. Cihat Burak’ı hatırlıyorum mesela, burada birlikte içerdik. Sonra burada Degustasyon vardır, Rum lokantasıydı... Giderdik. Garsonları da Rum’du, adlarını hâlâ hatırlarım, Koço, Niko... Selahattin Pınar da gelirdi, ounla da içerdik orada. Demlendikten sonra kalkar saza giderdik. Tepebaşı kat otoparkının olduğu yerdeki Tepebaşı Bahçesi’ne...”

Aydın Boysan ne kadar değişse de hâlâ tutkuyla seviyor İstanbul’u. İstanbul onun vazgeçilmezi. Ama o da İstanbul’un... Zira Çiçek Pasajı’nın duvarlarında yer alan oranın müdavimi ünlülerin resimleri arasında onun resmi de yer alıyor. “Annem hep fotoğrafım müzeye konsun isterdi. Müzeye değil ama Çiçek Pasajı’na kondu” diyen Boysan için bu durum İstanbul ile aralarındaki aşkın belgesi gibi. Zira neşeli yüzü şehrin tam kalbinde asılı duruyor. Bunca yıldır içki masasıyla ilişkisini yakinen sürdüren Boysan “Aslında karaciğerimin heykelini de dikmeleri gerek” diyor!
Mine Akverdi


Bir Hitit Duası



Tanrım beni yavaşlat!
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir…
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele…

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver!
Sinirlerimdeki ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların nağmeleriyle yıka, götür!

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol…
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret. 

Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir yazıdan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret!

Her gün bana kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın kazanmadığını, yaşamda hızını arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır…

Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru uzatmama yardım et.

Yardım et ki kaderimin yıldızına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.

Ve, hepsinden önemlisi…


Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver!






Romanını canlı canlı yazıyor


Romanını canlı canlı yazıyor

İngiliz yazar Silvia Hartmann yeni romanını okurların gözü önünde yazıyor.











Bir romanın nasıl yazıldığını merak edenler, Hartmann'ın "The Dragon Lords" adlı yeni romanının yazım sürecine internet üzerinden tanıklık edebiliyor.
Arama motoru Google'ın "Google Docs" hizmeti sayesinde, yazarın her yeni cümlesinin internet kullanıcılarının monitörlerine eş zamanlı olarak yansıdığı belirtiliyor.
Tanıtımlara göre, Hartmann'ın "Naked Writer" projesi, okurlara, hikaye ilerlerken yazılanlara dair yorum yapabilme ve hikayenin oluşturulmasına katkıda bulunabilme olanağı da sağlıyor.
Romanın yazımına 12 Eylül'de başlayan Silvia Hartmann, okur ve yazar arasındaki ilişkinin sınırlarını zorlamanın inanılmaz bir deneyim olduğunu düşünüyor.
Kitaplarını StarFields takma adıyla yazan Silvia Hartmann'ın, yaratıcılık ve kişisel gelişim üzerine çalışmaları da bulunuyor.

Hürriyet Gazetesi;
Haberin devamı için linki tıklayınız...









En sevdiğim mevsime geldik;
yapraklar sararacak, gök gürültülü
yağmurlar yağacak.
Sonbahar, hüzündür; hüzün ise ben
demektir.


Özdemir ASAF







“Çocuklar gibi kendinizi oyalamak için ya da hırslı insanlar 

gibi öğrenmek için okumayın. Hayır, yaşamak için okuyun.”

-G. Flaubert

Mutluyum Devam Et

Happy thank you more please - Mutluyum Devam Et.  İşte zaman zaman seyretmekten zevk aldığım filmlerden biri daha. 2010 yılı yapımı drama altı New York'lunun hayatından bir kesimi anlatıyor. İçlerinde en kahraman yok, dünyanın kurtaran birileri hiç yok, vurdu kırdı, kavga dövüş yok, patlayan arabalar, uçan tekmeler de yok. Eğer bu tür filmleri seviyorsanız kesinlikle sizin için değil ama hayatın içinden sıradan, abartısız insan hikayelerini seviyorsanız ve daha önce seyretmediyseniz alın kahvenizi elinize (sulu gözlüler için diğer elinize de mendilinizi) geçin tv karşısına. Film başlıyor...




Sam Wexler kitap yazmaya çalışan ve yazdıklarını bastırmaya uğraşan genç bir yazardır.  Bir gün metroda ufak bir çocukla karşılaşır. Rasheen adlı bu çocuk gidecek yeri olmadığı ve koruyucu aileden kaçtığını söyleyerek Sam'in peşine takılır. Sam ilk başta bu olaya hiç sıcak bakmasa da Rasheen'in çaresizliği karşısında çocuğu alıp evine götürür. Bu güne kadar hiç çocuk bakmamış olan Sam'ın hayatında böylelikle yeni bir sayfa açılır. Bu arada Rasheen'in sayesinde kitabının basılma şansını kaçırır. Hayatının fırsatını kaçırmasına çok kızmasına rağmen diğer taraftan da kitap yazarken Sam'ın çok güzel resimlerini çizen bu sevimli çocuğa bağlanır.
Annie ilişkilerinde sorunlar yaşayan, Sam'ın en sevdiği ve güvendiği arkadaşıdır. Birbirleriyle tüm sırlarını paylaşırlar. Charlie ve Mary Catherine ise Los Angeles'a yerleşmek isteyen ve ilişkilerini sorgulayan bir çifttir. Ve Mississippi. Barlarda şarkıcılık yapan genç güzel Mississippi ile Sam'ın arasında bir aşk doğar.
Filme adını veren cümle ise happy thank you more please Annie'nin bindiği taksinin şoförü ile yaptığı konuşmadan alınma. Taksi şoförü kendisine teşekkür etmesini söylüyor. Teşekkürler ve daha lütfen. Şükredip teşekkür edersen evren sana daha fazlasını verir.
Filmin büyüsünü bozmamak için daha fazlasını anlatmayacağım. Hayatın içinden insan hikayelerini konu alan filmleri seviyorsanız bunu da sevecekseniz. 
İyi seyirler ve okuduğunuz için teşekkürler:)

Biz Küçükken





Biz küçükken çok büyüktük. Mesela kollarımızı bir açardık, dünyayı kucaklardık. Güzeldik biz küçükken.

Kaşlarımızı almayı bilmezdik, makyaj çok büyüklerin işiydi sevmezdik. Arkadaşlarımızla beraber bir gece uyuyabilirsek eğer velinimetti bizim için, lükstü, zenginlikti. Ailelerimiz en az beş kez arardı eve beş dakika geç kaldığımızda. Otobüsteyim bile diyemezdik, otobüsle bir yere gidemezdik. Otobüs lükstü, zenginlikti. Koşa koşa eve varana dek nefes almazdık ve nerdesin sen sorusunu duymadan cevabı verirdik.

Biz bir gülerdik küçükken, kalbimiz kahkahalar atardı. Biz küçükken öğretmenimiz en yakın arkadaşımızla sıralarımızı ayırmasın diye, teneffüse kadar konuşmazdık. Not yazardık birbirlerimize. Biz diyorum küçükken bizdik böyle bayağı bir kalabalıktık. Yani biz diyebileceğim kadar çok. Biz küçükken bir büyüktük ki böyle kollarımızı açsak sığmazdı eni boyu.

Sonra mı? Büyüdük. Kollarımızı açtığımızda bir kişiyi bile sığdıramayacak hale geldik. Küçülene kadar büyüdük, çok büyüdük yani. Biz olamadık bir daha. Sen, ben olduk. Büyüklük lüks değildi, zenginlik değildi. Koşa koşa büyüdük. Büyürken ne de çok küçüldük.

Nâzım Hikmet Ran

Adım Sonbahar


Sonbahar demişken Atilla Birkiye'nin Atilla İlhan'lı ve şiirli bu güzel yazısını paylaşmadan edemedim. İşte;





Adım Sonbahar

Bütün uzak telefonlarda ağlayan kadınları öğrendiğinde on dokuz yaşındaydı. Tam yirmi beş yıl olmuş okuyalı, yalnız gecelerde elinden hiç bırakmayalı, Attilâ İlhan’ı.

Hani sözüm biraz da sana, hani gecenin bir vakti, o “genç yürekte” ebru gibi renkli bir iz bırakan sana:

Tam tamına elli yıl olmuş Duvar’ın çıkışının; ilk kitabı Attilâ İlhan’ın.

Sonra on kitap, yüzlerce şiir,  o sarsıcı şiir evreninin içine sürükleyen. Yalnız gecelerde, gece lambasının hemen yanında, yatağın başucunda bekleyen.

Henüz taze, saf, iyi niyetli; yıkanmamış dünyanın kiriyle. Bir elinde Attilâ İlhan şiirleri; yarım ay, hanımeli kokulu bahçenin duvarından aşağıya düşerken.

Belki de on dokuz yaşındaki o çocuğun derdi, yıllarca bitmez tükenmez derdi, ki başka bir değişle romantizm tutkunu kısaca, belki de hep o şiirlerdendir.

O şiirler ki, bazen insanın yüreğine bir hançer gibi saplanır.

O şiirler ki bazen insanı alıp, uzak bir mavi şehre götürür.

O şiirler ki bazen bir kadının dudaklarında öldürür.

İstanbul’un dört bir yanını gezdirir: sanki sokağa çıkma yasağıdır; Beyoğlu’nda, gecenin karanlığını bıçak gibi kesen derin bir sokaktır.

Henüz on dokuz yaşındaydı, genç bir delikanlı, pasaj sonrası, birkaç arjantin, kafa da iyi; arkadaşlar sağolsun; yatağına kadar getirmişler onu.

Kapı kapanır kapanmaz elinde, ya ben sana mecburum ya da yasak sevişmek. Alkolün etkisi hiçbir şey şiirin yanında...

Galiba en çok sevdiği, o yıllar, ben sana mecburum, hep:


ben sana mecburum bilemezsin

adını mıh gibi aklımda tutuyorum

büyüdükçe büyüyor gözlerin

ben sana mecburum bilemezsin

içimi seninle ısıtıyorum


Sonra kim bilir kaç yağmurlu genç kadına okunmuştur o şiir...

Kaç ayrılık sonrası, ki bilinir, ayrılık da sevdaya dahildir...

Evet, ayrılık sonrası, mehtabın aydınlattığı o yalnız bahçede rakısını yudumlarken...

Gözyaşları toprağa damlarken, kaç kez okumuştur, kendi kendine.

Bir yanda haziranda açan kırmızı güllerin kokusu, öte yanda pek nadirdir bilen, babasının özenle yetiştirdiği frenk üzümleri...

Reçeli de olur, likörü de...

Yalnız geçen yaz gecelerinin ardından gelen sonbahar serinliğinde, ağaç yapraklarının, bazısı yeşil, bazısı sarı, bazısı kahverengi, bazısı kızıldır; ama daha çok kızıldır, o şiirlerde sonbaharın yaprakları.

Daha o zaman, saf ve gencecikken anlamıştır adının “yanlışlığını”.


oysa ben akşam olmuşum

yapraklarım dökülüyor

usul usul

           adım sonbahar


Yirmi beş yıldır bağımlı: iyileşmesi olanaksız, şiir bağımlısı; tam yirmi beş yıl.

Sözüm yine sana, ellinci yılı Duvar’ın: yani, o coşkulu, tutkulu, zaman zaman yasaklı sevda serüveni başlayalı...

Geçen zaman iyi kötü, güzel çirkin, neşeli hüzünlü...

Kim ne derse desin, ama bir ebru gibi renkli iz yaşamdan, bizde kalan.

Yüreğimizde, ebruli bir iz o şiirlerden kalan...

  

(Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2008)