Romanını canlı canlı yazıyor


Romanını canlı canlı yazıyor

İngiliz yazar Silvia Hartmann yeni romanını okurların gözü önünde yazıyor.











Bir romanın nasıl yazıldığını merak edenler, Hartmann'ın "The Dragon Lords" adlı yeni romanının yazım sürecine internet üzerinden tanıklık edebiliyor.
Arama motoru Google'ın "Google Docs" hizmeti sayesinde, yazarın her yeni cümlesinin internet kullanıcılarının monitörlerine eş zamanlı olarak yansıdığı belirtiliyor.
Tanıtımlara göre, Hartmann'ın "Naked Writer" projesi, okurlara, hikaye ilerlerken yazılanlara dair yorum yapabilme ve hikayenin oluşturulmasına katkıda bulunabilme olanağı da sağlıyor.
Romanın yazımına 12 Eylül'de başlayan Silvia Hartmann, okur ve yazar arasındaki ilişkinin sınırlarını zorlamanın inanılmaz bir deneyim olduğunu düşünüyor.
Kitaplarını StarFields takma adıyla yazan Silvia Hartmann'ın, yaratıcılık ve kişisel gelişim üzerine çalışmaları da bulunuyor.

Hürriyet Gazetesi;
Haberin devamı için linki tıklayınız...









En sevdiğim mevsime geldik;
yapraklar sararacak, gök gürültülü
yağmurlar yağacak.
Sonbahar, hüzündür; hüzün ise ben
demektir.


Özdemir ASAF







“Çocuklar gibi kendinizi oyalamak için ya da hırslı insanlar 

gibi öğrenmek için okumayın. Hayır, yaşamak için okuyun.”

-G. Flaubert

Mutluyum Devam Et

Happy thank you more please - Mutluyum Devam Et.  İşte zaman zaman seyretmekten zevk aldığım filmlerden biri daha. 2010 yılı yapımı drama altı New York'lunun hayatından bir kesimi anlatıyor. İçlerinde en kahraman yok, dünyanın kurtaran birileri hiç yok, vurdu kırdı, kavga dövüş yok, patlayan arabalar, uçan tekmeler de yok. Eğer bu tür filmleri seviyorsanız kesinlikle sizin için değil ama hayatın içinden sıradan, abartısız insan hikayelerini seviyorsanız ve daha önce seyretmediyseniz alın kahvenizi elinize (sulu gözlüler için diğer elinize de mendilinizi) geçin tv karşısına. Film başlıyor...




Sam Wexler kitap yazmaya çalışan ve yazdıklarını bastırmaya uğraşan genç bir yazardır.  Bir gün metroda ufak bir çocukla karşılaşır. Rasheen adlı bu çocuk gidecek yeri olmadığı ve koruyucu aileden kaçtığını söyleyerek Sam'in peşine takılır. Sam ilk başta bu olaya hiç sıcak bakmasa da Rasheen'in çaresizliği karşısında çocuğu alıp evine götürür. Bu güne kadar hiç çocuk bakmamış olan Sam'ın hayatında böylelikle yeni bir sayfa açılır. Bu arada Rasheen'in sayesinde kitabının basılma şansını kaçırır. Hayatının fırsatını kaçırmasına çok kızmasına rağmen diğer taraftan da kitap yazarken Sam'ın çok güzel resimlerini çizen bu sevimli çocuğa bağlanır.
Annie ilişkilerinde sorunlar yaşayan, Sam'ın en sevdiği ve güvendiği arkadaşıdır. Birbirleriyle tüm sırlarını paylaşırlar. Charlie ve Mary Catherine ise Los Angeles'a yerleşmek isteyen ve ilişkilerini sorgulayan bir çifttir. Ve Mississippi. Barlarda şarkıcılık yapan genç güzel Mississippi ile Sam'ın arasında bir aşk doğar.
Filme adını veren cümle ise happy thank you more please Annie'nin bindiği taksinin şoförü ile yaptığı konuşmadan alınma. Taksi şoförü kendisine teşekkür etmesini söylüyor. Teşekkürler ve daha lütfen. Şükredip teşekkür edersen evren sana daha fazlasını verir.
Filmin büyüsünü bozmamak için daha fazlasını anlatmayacağım. Hayatın içinden insan hikayelerini konu alan filmleri seviyorsanız bunu da sevecekseniz. 
İyi seyirler ve okuduğunuz için teşekkürler:)

Biz Küçükken





Biz küçükken çok büyüktük. Mesela kollarımızı bir açardık, dünyayı kucaklardık. Güzeldik biz küçükken.

Kaşlarımızı almayı bilmezdik, makyaj çok büyüklerin işiydi sevmezdik. Arkadaşlarımızla beraber bir gece uyuyabilirsek eğer velinimetti bizim için, lükstü, zenginlikti. Ailelerimiz en az beş kez arardı eve beş dakika geç kaldığımızda. Otobüsteyim bile diyemezdik, otobüsle bir yere gidemezdik. Otobüs lükstü, zenginlikti. Koşa koşa eve varana dek nefes almazdık ve nerdesin sen sorusunu duymadan cevabı verirdik.

Biz bir gülerdik küçükken, kalbimiz kahkahalar atardı. Biz küçükken öğretmenimiz en yakın arkadaşımızla sıralarımızı ayırmasın diye, teneffüse kadar konuşmazdık. Not yazardık birbirlerimize. Biz diyorum küçükken bizdik böyle bayağı bir kalabalıktık. Yani biz diyebileceğim kadar çok. Biz küçükken bir büyüktük ki böyle kollarımızı açsak sığmazdı eni boyu.

Sonra mı? Büyüdük. Kollarımızı açtığımızda bir kişiyi bile sığdıramayacak hale geldik. Küçülene kadar büyüdük, çok büyüdük yani. Biz olamadık bir daha. Sen, ben olduk. Büyüklük lüks değildi, zenginlik değildi. Koşa koşa büyüdük. Büyürken ne de çok küçüldük.

Nâzım Hikmet Ran