En sevdiğim mevsime geldik;
yapraklar sararacak, gök gürültülü
yağmurlar yağacak.
Sonbahar, hüzündür; hüzün ise ben
demektir.


Özdemir ASAF







“Çocuklar gibi kendinizi oyalamak için ya da hırslı insanlar 

gibi öğrenmek için okumayın. Hayır, yaşamak için okuyun.”

-G. Flaubert

Mutluyum Devam Et

Happy thank you more please - Mutluyum Devam Et.  İşte zaman zaman seyretmekten zevk aldığım filmlerden biri daha. 2010 yılı yapımı drama altı New York'lunun hayatından bir kesimi anlatıyor. İçlerinde en kahraman yok, dünyanın kurtaran birileri hiç yok, vurdu kırdı, kavga dövüş yok, patlayan arabalar, uçan tekmeler de yok. Eğer bu tür filmleri seviyorsanız kesinlikle sizin için değil ama hayatın içinden sıradan, abartısız insan hikayelerini seviyorsanız ve daha önce seyretmediyseniz alın kahvenizi elinize (sulu gözlüler için diğer elinize de mendilinizi) geçin tv karşısına. Film başlıyor...




Sam Wexler kitap yazmaya çalışan ve yazdıklarını bastırmaya uğraşan genç bir yazardır.  Bir gün metroda ufak bir çocukla karşılaşır. Rasheen adlı bu çocuk gidecek yeri olmadığı ve koruyucu aileden kaçtığını söyleyerek Sam'in peşine takılır. Sam ilk başta bu olaya hiç sıcak bakmasa da Rasheen'in çaresizliği karşısında çocuğu alıp evine götürür. Bu güne kadar hiç çocuk bakmamış olan Sam'ın hayatında böylelikle yeni bir sayfa açılır. Bu arada Rasheen'in sayesinde kitabının basılma şansını kaçırır. Hayatının fırsatını kaçırmasına çok kızmasına rağmen diğer taraftan da kitap yazarken Sam'ın çok güzel resimlerini çizen bu sevimli çocuğa bağlanır.
Annie ilişkilerinde sorunlar yaşayan, Sam'ın en sevdiği ve güvendiği arkadaşıdır. Birbirleriyle tüm sırlarını paylaşırlar. Charlie ve Mary Catherine ise Los Angeles'a yerleşmek isteyen ve ilişkilerini sorgulayan bir çifttir. Ve Mississippi. Barlarda şarkıcılık yapan genç güzel Mississippi ile Sam'ın arasında bir aşk doğar.
Filme adını veren cümle ise happy thank you more please Annie'nin bindiği taksinin şoförü ile yaptığı konuşmadan alınma. Taksi şoförü kendisine teşekkür etmesini söylüyor. Teşekkürler ve daha lütfen. Şükredip teşekkür edersen evren sana daha fazlasını verir.
Filmin büyüsünü bozmamak için daha fazlasını anlatmayacağım. Hayatın içinden insan hikayelerini konu alan filmleri seviyorsanız bunu da sevecekseniz. 
İyi seyirler ve okuduğunuz için teşekkürler:)

Biz Küçükken





Biz küçükken çok büyüktük. Mesela kollarımızı bir açardık, dünyayı kucaklardık. Güzeldik biz küçükken.

Kaşlarımızı almayı bilmezdik, makyaj çok büyüklerin işiydi sevmezdik. Arkadaşlarımızla beraber bir gece uyuyabilirsek eğer velinimetti bizim için, lükstü, zenginlikti. Ailelerimiz en az beş kez arardı eve beş dakika geç kaldığımızda. Otobüsteyim bile diyemezdik, otobüsle bir yere gidemezdik. Otobüs lükstü, zenginlikti. Koşa koşa eve varana dek nefes almazdık ve nerdesin sen sorusunu duymadan cevabı verirdik.

Biz bir gülerdik küçükken, kalbimiz kahkahalar atardı. Biz küçükken öğretmenimiz en yakın arkadaşımızla sıralarımızı ayırmasın diye, teneffüse kadar konuşmazdık. Not yazardık birbirlerimize. Biz diyorum küçükken bizdik böyle bayağı bir kalabalıktık. Yani biz diyebileceğim kadar çok. Biz küçükken bir büyüktük ki böyle kollarımızı açsak sığmazdı eni boyu.

Sonra mı? Büyüdük. Kollarımızı açtığımızda bir kişiyi bile sığdıramayacak hale geldik. Küçülene kadar büyüdük, çok büyüdük yani. Biz olamadık bir daha. Sen, ben olduk. Büyüklük lüks değildi, zenginlik değildi. Koşa koşa büyüdük. Büyürken ne de çok küçüldük.

Nâzım Hikmet Ran

Adım Sonbahar


Sonbahar demişken Atilla Birkiye'nin Atilla İlhan'lı ve şiirli bu güzel yazısını paylaşmadan edemedim. İşte;





Adım Sonbahar

Bütün uzak telefonlarda ağlayan kadınları öğrendiğinde on dokuz yaşındaydı. Tam yirmi beş yıl olmuş okuyalı, yalnız gecelerde elinden hiç bırakmayalı, Attilâ İlhan’ı.

Hani sözüm biraz da sana, hani gecenin bir vakti, o “genç yürekte” ebru gibi renkli bir iz bırakan sana:

Tam tamına elli yıl olmuş Duvar’ın çıkışının; ilk kitabı Attilâ İlhan’ın.

Sonra on kitap, yüzlerce şiir,  o sarsıcı şiir evreninin içine sürükleyen. Yalnız gecelerde, gece lambasının hemen yanında, yatağın başucunda bekleyen.

Henüz taze, saf, iyi niyetli; yıkanmamış dünyanın kiriyle. Bir elinde Attilâ İlhan şiirleri; yarım ay, hanımeli kokulu bahçenin duvarından aşağıya düşerken.

Belki de on dokuz yaşındaki o çocuğun derdi, yıllarca bitmez tükenmez derdi, ki başka bir değişle romantizm tutkunu kısaca, belki de hep o şiirlerdendir.

O şiirler ki, bazen insanın yüreğine bir hançer gibi saplanır.

O şiirler ki bazen insanı alıp, uzak bir mavi şehre götürür.

O şiirler ki bazen bir kadının dudaklarında öldürür.

İstanbul’un dört bir yanını gezdirir: sanki sokağa çıkma yasağıdır; Beyoğlu’nda, gecenin karanlığını bıçak gibi kesen derin bir sokaktır.

Henüz on dokuz yaşındaydı, genç bir delikanlı, pasaj sonrası, birkaç arjantin, kafa da iyi; arkadaşlar sağolsun; yatağına kadar getirmişler onu.

Kapı kapanır kapanmaz elinde, ya ben sana mecburum ya da yasak sevişmek. Alkolün etkisi hiçbir şey şiirin yanında...

Galiba en çok sevdiği, o yıllar, ben sana mecburum, hep:


ben sana mecburum bilemezsin

adını mıh gibi aklımda tutuyorum

büyüdükçe büyüyor gözlerin

ben sana mecburum bilemezsin

içimi seninle ısıtıyorum


Sonra kim bilir kaç yağmurlu genç kadına okunmuştur o şiir...

Kaç ayrılık sonrası, ki bilinir, ayrılık da sevdaya dahildir...

Evet, ayrılık sonrası, mehtabın aydınlattığı o yalnız bahçede rakısını yudumlarken...

Gözyaşları toprağa damlarken, kaç kez okumuştur, kendi kendine.

Bir yanda haziranda açan kırmızı güllerin kokusu, öte yanda pek nadirdir bilen, babasının özenle yetiştirdiği frenk üzümleri...

Reçeli de olur, likörü de...

Yalnız geçen yaz gecelerinin ardından gelen sonbahar serinliğinde, ağaç yapraklarının, bazısı yeşil, bazısı sarı, bazısı kahverengi, bazısı kızıldır; ama daha çok kızıldır, o şiirlerde sonbaharın yaprakları.

Daha o zaman, saf ve gencecikken anlamıştır adının “yanlışlığını”.


oysa ben akşam olmuşum

yapraklarım dökülüyor

usul usul

           adım sonbahar


Yirmi beş yıldır bağımlı: iyileşmesi olanaksız, şiir bağımlısı; tam yirmi beş yıl.

Sözüm yine sana, ellinci yılı Duvar’ın: yani, o coşkulu, tutkulu, zaman zaman yasaklı sevda serüveni başlayalı...

Geçen zaman iyi kötü, güzel çirkin, neşeli hüzünlü...

Kim ne derse desin, ama bir ebru gibi renkli iz yaşamdan, bizde kalan.

Yüreğimizde, ebruli bir iz o şiirlerden kalan...

  

(Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2008)


Sonbahar


Beyoğlu'nda Kendimi Kaybettiğim Kitabevleri

Beyoğlu demek kitap, kitapçı, sanat, sergi, sinema, tiyatro, dünya vatandaşları, yüzyıllar öncesinden gelen binalar ve buralarda yaşayan insanların ruhlarını hissettiğim mekan, Galata Kulesi, Doğan Apt, Botter Apt, Barnathan Apt., Pera Palas (say say bitmez) caminin, kilisenin, sinagogun omuz omuza verdiği dinler arası kardeşlik, eski pasajları, hanları,  semtin ziyaretçilerine sunduğu farklı hoş sürprizleri, her defasında gözüme çarpan değişik fotoğraf kareleri, tramvay, kediler, sokak çalgıcıları (bayılırım dinlemeye:), Çiçek Pasajı, Nevizade, balık pazarı,  hoş bir sohbet eşliğinde içilen bir fincan kahve veya bir kadeh şarap demek benim için.

Hepsinin ayrı ayrı yeri ayrı güzelliği var ama kitapçıları biraz daha güzel ve özel. 

"İstanbul'daki yabancı yayın ağırlıklı kitapçılar da genellikle Galata ve Pera bölgesinde toplanmışlardır. 1850 yılı başlarında hiç rastlanmayan bu dükkan türü, aradan geçen üç yıl içinde üç kitapçının birden açılmasıyla 1853'te önem kazanmaya başlamış, 1866 yılına gelindiğinde bunların sayısı beşe varmıştır. 25 Ocak 1866 JC'de (Journal de Costantinople), o yıl içinde her dilden eski ve yeni yayınların bulunabileceği, iki kuruluşun daha hizmete gireceği duyurulmaktadır." 

"Örneğin 14 Nisan 1851 tarihli JC'da Fransızca, İngilizce ve İtalyanca kitaplarında bulunabileceği J.J.Wick Kitabevi'nin Mevlevihane çevresindeki Tassovich Hanı'na taşındığı bildirilemektedir.
LMO'in (Le Moniteur Oriental) 30 Aralık 1899 tarihli sayısında da, Ste. Marie Kilisesi'nin yanındaki Depasta Kardeşler, Avrupa düzeyinde bir kitapçı olarak tanıtılmaktadır." diye anlatmış Prof.Dr. Nur Akın 19.Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve Pera adlı eserinde bölgedeki kitapçıları. 



19. yy Pera'sından günümüz Beyoğlu'na zaman tünelinde yaptığım yolculuğun sonunda kendimi İstiklal Caddesindeki kitapçılarda buluyorum. Önce Tünelin çıkışında tam karşıma gelen ufacık ve bana çok sevimli gelen Kırmızı Kedi Kitabevi. Aralık 2010'da açılışı yapılan kitabevinin raflarında istediğiniz kitabı rahatlıkla bulabilirsiniz. 





Tünel'den Taksim'e doğru yürüyüşe geçtimde sağ tarafta Robinson Crusoe. Klasik dekoru yerli ve yabancı yayınlarıyla sadece yerli kitap kurtlarının değil turistlerinde ilgi odağı olan Robinson Crusoe'de Beyoğlu'ndan uğramadan ayrılmadığım kitapçılardan biridir.  





Sırada Denizler Kitabevi var. Tam bir Beyoğlu klasiği diye adlandırabilirim. Denize gönül vermiş olan yerli yabancı herkesin uğrak yeri. Antika kitapları, gravürleri ve birbirinden güzel hediyelik eşyalarıyla İstiklal'in vazgeçilmezlerinden benim için. 




Yapı Kredi yayınları. İşte saatlerce içinden çıkamadığım mekanlardan biri daha. Kitapçı mı demek yoksa kütüphane mi demek daha doğru ben karar veremedim. 




Sırada ArkeoPera var. Kendimi tam anlamıyla kaybettiğim bir yer burası. Dekorasyonu ve arkeoloji kitapları ile tam bir İstanbul klasiği diyebilirim. Arkeoloji ve tarih kitabı aradığımda gideceğim ilk adres. Kitapların yanı sıra hediyelik eşyaları ve takıları da çok güzel:)




ArkeoPera'ya gelip te Homer'e uğramadan olmaz doğrusu. ArkeoPera'nın bir kaç dükkan yanı Homer. Ne yok ki? Arkeoloji (işte bu konudaki ikinci adresim haksızlık yapmayım bazen birincide olabiliyor:), tarih, dekorasyon, bahçe, sanat, yiyecek, çocuk kitapları aklınıza ne gelirse yerli yabancı her türlü yayın var. İşte Beyoğlu'nun tarihi dokusuyla bütünleşmiş bir kitapçı daha. 



Ve son olarak EFY. Kendilerini 'Hachette yayınevi kapandıktan sonra Fransızca kitap ruhunu Türkiye'de devam ettiren' kitabevi olarak tanıtıyorlar. Fransızca başta olmak üzere İtalyanca ve İspanyolca kitaplar satıyorlar. 

Şimdilik sahafları ve antika yayın satan kitapçıları yazmıyorum. Onlar bir daha ki sefere...Kalın sağlıcakla bol kitapla ve kitabeviyle...





Bir misafirliğe gitsem,
Bana temiz bir yatak yapsalar,
Her şeyi,adımı bile unutup
Uyusam..
Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa,

Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar,
Nerde olduğumu hatırlamasam,
Hatta adımı bile unutsam…

Melih Cevdet Anday






Yine Eylül İçin





Atilla Birkiye'den...

Mavi Bir Damla

Yaşlı adam şöyle der genç kıza: “Saçlarınızın teli neden bir özgürlük ipi!” Kız önce duralar ama sonra yanıtlar: “Ayın mavi olduğu gün vardır, işte o zaman saç tellerimin herbiri ‘mehtabın kırık dal uçları’dır.”
Yaşlı adam tatmin olmamıştır bu yanıttan ve yine sorar: “Peki, ya özgürlük!”

Kız şöyle der: “Özgürlük hiç yok ya da hep var!”

Yaşlı adam kıza “O zaman aşk nedir?” diye sorar. Kız da şöyle der: “Sabahları erkenden kalkıp buz gibi mavi suya girdin mi?”
“Evet” der, yaşlı adam; “gençken sabahları erken kalkar ve soğuk sulara girer, yüzer yüzerdim. Peki bunun konumuzla ne ilgisi var?”

Kız bir kez daha konuşmaz, yaşlı adam da başka bir soru sormaz. Birlikte güneşin batışını izlerler, sonra ardından mavi ay çıkar. Onu da izlerler.

Aslında adam çok da yaşlı değildir, ağır adımların arifesindedir, kız ise mavi bir damladır, Yunanca şarkıdan dökülen.
Adamın aklı tüm kederle dolar, yüreğine bir tembellik çöker, ardından bir Akdeniz hüznü basar, bulutlarla yarışan.
Adam, yolculuğa hiç çıkmamış bir yolcu, kız hatlarıyla karayeldir. Bedeni ayın hilalinden düşmüştür; bir şarkıyı gözleri kapalı söyler.
Adam dinledikçe içine çeker kızın parmaklarının inceliğini ve der ki: “Kalbim unutma Eylül sesini!”

Aradan yıllar geçer, genç kız olgun bir kadın olur; yaşlı adam da toprakla bütünleşir. Kadın her yıl ayın mavi olduğu gün, ki bu Eylül’dedir, yaşlı adamla oturdukları deniz kıyısındaki banka gelir, önce güneşin batışını izler; sonra  mavi ayın doğuşunu!

Sular yine soğuktur...

Ben Hep Seni Yazdım, Özgür yay. 2008.)