Yine Eylül İçin





Atilla Birkiye'den...

Mavi Bir Damla

Yaşlı adam şöyle der genç kıza: “Saçlarınızın teli neden bir özgürlük ipi!” Kız önce duralar ama sonra yanıtlar: “Ayın mavi olduğu gün vardır, işte o zaman saç tellerimin herbiri ‘mehtabın kırık dal uçları’dır.”
Yaşlı adam tatmin olmamıştır bu yanıttan ve yine sorar: “Peki, ya özgürlük!”

Kız şöyle der: “Özgürlük hiç yok ya da hep var!”

Yaşlı adam kıza “O zaman aşk nedir?” diye sorar. Kız da şöyle der: “Sabahları erkenden kalkıp buz gibi mavi suya girdin mi?”
“Evet” der, yaşlı adam; “gençken sabahları erken kalkar ve soğuk sulara girer, yüzer yüzerdim. Peki bunun konumuzla ne ilgisi var?”

Kız bir kez daha konuşmaz, yaşlı adam da başka bir soru sormaz. Birlikte güneşin batışını izlerler, sonra ardından mavi ay çıkar. Onu da izlerler.

Aslında adam çok da yaşlı değildir, ağır adımların arifesindedir, kız ise mavi bir damladır, Yunanca şarkıdan dökülen.
Adamın aklı tüm kederle dolar, yüreğine bir tembellik çöker, ardından bir Akdeniz hüznü basar, bulutlarla yarışan.
Adam, yolculuğa hiç çıkmamış bir yolcu, kız hatlarıyla karayeldir. Bedeni ayın hilalinden düşmüştür; bir şarkıyı gözleri kapalı söyler.
Adam dinledikçe içine çeker kızın parmaklarının inceliğini ve der ki: “Kalbim unutma Eylül sesini!”

Aradan yıllar geçer, genç kız olgun bir kadın olur; yaşlı adam da toprakla bütünleşir. Kadın her yıl ayın mavi olduğu gün, ki bu Eylül’dedir, yaşlı adamla oturdukları deniz kıyısındaki banka gelir, önce güneşin batışını izler; sonra  mavi ayın doğuşunu!

Sular yine soğuktur...

Ben Hep Seni Yazdım, Özgür yay. 2008.)

Filmlerdeki Kütüphaneler


Harry Potter 
Duke Humfrey- Bodleian Kütüphanesi- Oxford


                                                            Melekler ve Şeytanlar
                                                             Vatikan Kütüphanesi

                                               
                                                              Yarından Sonra
                                                    New York Halk Kütüphanesi


                                                                 Ghostbusters
                                                         Los Angeles Kütüphanesi


                                                                  Dokuzuncu Kapı

Çekimleri İspanya, Fransa ve Portekiz'de yapılan 1999 yapımı filmde bu şehirlerden kütüphaneler görebilirsiniz ...Konusu ise kısaca şöyle: Dean Corso, zengin koleksiyoncular için eski ve çok değerli kitapları araştıran ve bulan bir araştırmacıdır. Yaptığı görev kültürel birikim, hüner ve çelik gibi sinirler gerektirmektedir. Corso, ünlü bir kitapsever olan Boris Balkan için Satanik ayinleri anlatan bir seri kitabın sonuncusunun peşine düşer. Rivayete göre bu kitap Karanlıklar Krallığının dokuz kapısını açacak bir el yazmasıdır. Geri kalan iki kopyası Avrupa’dadır. New York’tan Toledo’ya, Portekiz’den Paris’e giden yollarda Corso labirent gibi tuzaklarla, vahşi ve gizemli ölümlerle karşılaşır. Kendisini koruyan güçler yardımı ile kendisinden çok daha güçlü bir varlığa karşı adım adım yaklaşmaktadır. Zamanla asıl görevinin bir kitabı bulmaktan çok daha farklı olduğunu anlar.





                                                                     Gülün Adı

Bunlar benim ilk aklıma gelen filmlerdeki kütüphaneler...Listeye başka filmlerde eklenebilir. Düşündükçe aklıma geliyor mesela Indiana Jones, Mumya, Joe Black, Miranda, eskilerden My Fair Lady...

Şimdilik film karelerindeki kütüphanelerden bu kadar...Hepinize bol kitaplı günler dilerim. 

Daha çok okuyan bir toplum olmamız dileği ile 8 Eylül Dünya Okuma ve Yazma Günü kutlu olsun:)

Okulla Barışmak






Bir daha mı asla dedim. Kapısından adım atmam. Elimde diplomam arkama bakmadan çıktım ve o gün dediğimi yaptım. Bir daha kapısına uğramadım. Pilav günlerine gitmedim. Bilmem kaçıncı mezunlar gününe plaketimi almaya gitmedim. Çöpe atsalar umurumda değildi doğrusu. Yıllarca arabayla önünden geçerken o tarafa bakmamaya çalıştım.

Okula ilk adımımı attığım günden mezun olduğum güne kadar sevmedim, sevemedim. Evet çok zordu, evet çok disiplinliydi, bizi çok zorlamışlardı, okurken suyumuzu sıkıp, posamızı çıkarmışlardı ama...Yiğidi öldür hakkını yeme derler ya işte öyle bir şeydi bu okul. Tek kelime yabancı dil bilmeden kapısından adım atmıştım ama ana dilim gibi konuşarak çıkmıştım. Gerek iş hayatıma gerek özel hayatıma etki etmişti o okulda öğretilenler. Yine bir gün çocuğum olsa asla o okullardan birine vermem diyordum. Hatta sınıf arkadaşlarım biz  yandık çocuğumuzu da yakmayız diyorlardı ve haklıydılar ben de çocuğumu bu cendereye sokamazdım. Nasıl olsa iyi bir okulda okuyordu orada devam ederdi. 

Her sene kabusumuz olan SBS sınavlarına teker teker girdi. İlk sene orta, ikinci sene biraz daha yüksek ve son sene oldukça yüksek bir puan aldı. Aldığı puan kendine ciddi bir başarı bursu sağladı. Gururu okşandı. Okulların kayıtları başladığı  gün karşıma geldi. "Ben" dedi ben o okullardan birini istiyorum. "Tamam çok iyi bir başarı kazandım, kendi okulum bunu değerlendirdi, bana değer verdiğini gösterdi ve onun sayesinde bu puanı aldım ama puanımı o okulların birinde değerlendirmek istiyorum. Biliyorum çok zorlar ama ben başarırım." Kalakaldım. Nefessiz kaldım. Tepemden aşağı sular döküldü...Önce kaynar sonra buzzzz. Kabus başlıyor diye geçirdim içimden. Çocukluk travmam geri döndü. Gecenin bir yarılarına kadar ders çalışmam, olmadı sabahın köründe kalkıp o günkü sınav için konuları yarı uyur yarı uyanık tekrar etmeye çalışmam. Hepsi birer birer geri geldi. İçimden nah başarırsın diyorum. İnek olmak lazım inek sadece 5 almak için. Sen inek değilsin ki...Sen normal bir öğrencisin dahası bende senin öyle olmanı istiyorum. 

Emin misin diye sordum? Cevabın olumsuz olmasını, arasıra yaptığı gibi hayıırrr şaka yaptım demesini beklerken eminim deyiverdi. Emin, gidecek, vermiş kararını. Hatta okulu bile seçmiş ama çocuğum beni üzmemek için benimkini değilde şu anda çok revaçta olan bir başkasına göz dikmiş meğerse. Lütfetmiş. 

Tamam mı diye sordu? Tamam dedim. Emin misin? Evveettt!!! (Ben hala hayır bekliyorum cevap olarak diyemedim)

Puan takibine geçtik. Tamam puan bizimkine geldi. Önkayıt. Okulu gezme. Belki vazgeçer diye gözünün içine bakarken bizimkinden  peş peşe like işareti geliyor...Nuh diyor peygamber demiyor. Okulun müdür muavini okulun ciddiyetini, disiplinini ve zorluğunu anlatıyor ama koymuş kafaya bir kere gidecek. 

Kayıt Bürosuna gidiyoruz. Elimize kağıtları tutuşturuyorlar. Başlıyoruz dosyayı yazmaya. Ağzı kulaklarında. Veriyoruz dosyayı, tamam bitti. İstediği oldu. Artık o kafasına koyduğu okulun öğrencisi. Hayırlı olsun diyorum. Birlikte ağır ağır caddeye çıkıp yürümeye başlıyoruz. Gel diyor bir kahve içelim. Vayyy bir anda büyüdü adam, beni kahve içmeye davet ediyor. Girdi havalara.
Önümüze gelen cafe'ye oturuyoruz. Bir filtre kahve bir ice bilmem ne...Aklım hala kayıtta. İçeceklerimizi yudumlarken "okuluna gidecek misin" diyor bana? Birden nereden geldi aklına bunu sormak anlamıyorum. 

"Neden gideyim" diye soruyorum. 
"Barışmak için" diyor. 
"Barışmak için? Okulla mı?"
"Evet, okulla barışmak için. Çok zorlandığını hiç sevmediğini biliyorum ama bence bir dene. Sence zamanı gelmedi mi? 

"Eyvah ne oldu buna böyle. Çocuk gidiyor elden. Evladım iyi misin sen?" diye soramıyorum tabii.
Bir yandan da bana bilmişçe verdiği bu fikir hoşuma gidiyor. 

"Tamam" diyorum "Gidiyor muyuz buradan sonra?" 
"Tamam gidiyoruz" diyor. 

Kahvelerimizi içiyoruz. Biniyoruz bir taksiye okulun önündeyiz. Yıllar öncesinde olduğu gibi merdivenleri yine tepemden bakıyor. Ağır demir kapının bir kanadı sonuna kadar açık. İçime bir sıkıntı çöküyor öğrenciyken her sabah olduğu gibi. Hadi çıkalım diyorum. Ben gelmiyorum sen kendin git diyor. Bu sefer yalnız git. Sonra birlikte gezeriz. 

Merdivenin basamağına oturuyor. Rolleri değiştik galiba o büyük ben çocuk. Niye aklına uyup geldim ki? Söyleniyorum kendi kendime. Yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Kapıya güvenlik konmuş. Bizim zamanımızda görevliler dururdu ve kuş uçurtmazlardı. Kimliğimi verip içeri giriyorum. Ufak tefek değişikliklerle her şey aynı. Aynı eski yıldız karolar, aynı devasa beyaz pencereler, aynı odalar, idare, müdür odası, öğretmenler odası, sekreterlik köşeyi dönünce ahşap döşemeli tebeşir kokulu sınıflar. Kayıt için veliler toplanmış. Aralarından geçip avluya gidiyorum. Okulu modernleştirmişler. Bahçeye yeni bölümler eklenmiş. Çınar ağaçları olduğu gibi duruyor.  

"Hoşgeldin, geleceğini biliyordum" diyor bir ses. "Pilav günlerinde gelmeyeceğini bile bile gözlerim seni aradı. Bir gün geleceğini biliyordum ve yanılmadım. İşte buradasın." 

"Evet" diyorum gülümseyerek, hatırladın mı beni? 

"Unutur muyum. Kötü not aldığında, ikmale kaldığında az ağlamadın dibimde. Ağlama duvarına çevirmiştiniz beni arkadaşlarınla. Çantalarınıza, eşofmanlarınıza az bekçilik etmedim. Pencerelerden fırlattığınız şeyler bazen dallarıma takılı kalırdı. Ceza alırdınız. Gölgeme sığınıp öğlen yemeklerinizi atıştırırdınız. Az öğretmen dedikodusu dinlemedim sizden. Bazen car car kafamı öyle şişirirdiniz ki okul tatil olsun diye bakardım ama hafta sonları da sessizlikten sıkılır pazartesi günü zilini dört gözle beklerdim."



"Kaç yıl oldu? On mu, yirmi mi? Kimler geldi kimler geçti. Hatırlar mısın çok sevdiğin bir edebiyat öğretmenin vardı. Dibinden ayrılmazdın. Okuldan sonra hiç gördün mü? Peki ya tarihçiyi? Deli matematikçinin başına gelenleri duydun mu? Kıt not çoğrafyacıyı. Hepinizin pek beğendiği örnek aldığı dünya güzeli kibar ingilizceciyi, yumurtayı anlatmak için bir yumurtlamadığı kalan fransızcacıyı, voleybolcu kimyacıyı, hepinizi azarlayan yaşlı sekreteri?  "Evet ya bu okulda sevdiğim öğretmenlerim de vardı benim. Hatırlatman iyi oldu."

Hepsi teker önüme geliyorlar. Zaman tünelinin içindeyim şimdi. Avlu bir anda öğrencilerle doluyor. Kantinin önünde simit, gazoz almak için sıraya girenler, elinde defteri bir sonraki sınava çalışanlar, basket potasına top sokmaya çalışanlar, gülüp eğlenenler, bunalım takılanlar, öğretmenlerle konuşanlar, kenarda toplanmış dedikodu yapanlar, hafta sonu programları, sevgililer, dershane... 

Ne o pencereden kalem kutusu mu fırlattılar yaşlı çınarın kafasına yine?  Despot müdür çıkıyor dışarı. "Kim attı bunu?" diye cırtlak bir ses çıkartıyor. Kimseden çıt yok. "İşte" diyorum "yine başlıyoruz." Kabus geri döndü. Biraz sonra elinde sınav kağıtları ile fenci geçiyor. "Şimdiki derste açıklayacağım sonuçları ama pek parlak değil."  Ne zaman oldu ki? 

"Sana neler verdim diyor başka bir ses kulağımın dibinde. Kazandırdıklarımın farkında mısın? Evet derslerden, sınavlardan, kıt notlardan sıkılıyordunuz. Merak etme şimdikilerde öyle. Sövüp sayıyordunuz. Şimdikilerde aynı. Hep aynı idi. Senden öncekiler, sen ve sonrakiler. Hayatında hiç mi işine yaramadı benim öğrettiklerim. Hiç mi övgü almadın konuştuğun insanlardan, çalıştığın yerlerden. Kim seni böyle şekillendirdi. Bir düşün bakalım kimin sayesinde buralara geldin?"

"Ailemin, başarmak için gece gündüz eşek gibi çalışan kendimin ve duymak istediğin buysa evet kabul ediyorum senin. Ama bu kadar zorlaman gerekiyor muydu? Kendinden nefret ettirecek kadar. Daha eğlenceli olamaz mıydın? Biraz daha esnek mesela? 

"Evet haklısın diyor belki biraz daha anlayışlı olabilirdim bende." Ve yaptığını kabullenerek dalga dalga avlunun gürültüsü içinde kayboluyor. 

Hesaplaşma bitti galiba diye geçiriyorum içimden. Bu kadar sene beklemek gereksizmiş. 

Zil çalıyor herkes sınıflara dağılıyor. Avlu boşalıyor. Zaman tüneli kayboluyor. 

Birkaç veli kayıt için hala sıra bekliyor. Oturduğum basamaktan kalkıyorum. Yine gel diye göz kırpıyor çınar arkamdan. Kırdın artık şeytanın bacağını. Gülümseyerek bakıyorum eski dostuma, elimle bir öpücük gönderiyorum. 

Kimliğimi alıyorum kapıdan, çıktığım gibi iniyorum merdivenlerden. Tekrar dönüp bakıyorum okula. Bu kez daha farklı görünüyor gözüme. Barıştık galiba diyorum. Evet barıştık artık. Hafif bir rüzgar esiyor ve bir ses  tarih tekerrürden ibaretmiş diye usulca fısıldıyor kulağıma. Gülümsüyorum ve yoluma devam ediyorum. 

Yeşim Kuşçu Ermutlu

Jane Austen Kitap Kulübü




Karen Joy Fowler'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan Jane Austen Kitap Kulübü çok severek izlediğim filmlerden biridir. Bir kaç kez seyretmeme rağmen evde yalnız kaldığım keyif günlerimde güzel bir film seyretmek istediğimde kahve eşliğinde büyük bir zevkle sıkılmadan seyrederim. 

Film, California'da yaşayan beş kadın ve bir erkeğin Jane Austen kitapları etrafında birleşmesini anlatır. Altı kişilik bu grup her ay seçtikleri bir Jane Austen kitabını tartışmak için bir araya gelirler. Bu toplantıları sırasında kitapların konuları yanı sıra kendi yaşantılarını da paylaşırlar. Yaptıklarını yorumlarda kendilerini açığa çıkartırlar. Okudukları Jane Austen kitaplarının 21.yy versiyonunu ilişkilerinde yaşamaya başlarlar. 

         
Sylvie uzun süren bir evlilikten sonra kocası tarafından terk edilir. Bu zor durumu arkadaşlarının desteği ile atlatmaya çalışmaktadır. Kızı Allegra ise lezbiyen bir ilişki yaşamaktadır. Fransızca öğretmeni Prudie öğrencisi ile yakınlaşmakta ve evliliğinde bir takım sorunlar yaşamaktadır. Kulübün diğer üyelerinden bilim-kurgu düşkünü Grigg grubun bir başka üyesi Jocelyn ile ilgilenmektedir. Bir çok kez ilişki yaşamış Bernadette ise yeni bir mutluluğun peşinden gitmektedir.  Filmin en beğendiğim karelerinden biri, bir ay içinde bitirmeleri gereken kitabı her ortamda okumaya çalışmaları. Abartı olsa bile diş fırçalarken dahi okumaya çalışan kulüp üyesi  var içlerinde:)                                                                                                                                                                           2007 yapımı bu filmi eğer hala izlemediyseniz tavsiye ederim. Bir fincan kahveyle iyi gidiyor doğrusu:) 

Kitap Çevirileri


Uzun süredir okuyacağım kitapların çevirmenlerine dikkat etmeye başladım. Kitapçıda alacağım kitabı incelerken çevirmeninde geçmişini okumaya başladım. Bir eseri yazarından sonra rezil de eden vezir de eden çevirmenidir. Bana göre kitabın hayata geçirilmesinde çevirmenin önemi çok büyük. Okuduğum kadarıyla son zamanlarda her dil bilen çeviri yapmaya kalkıyor ve maalesef herkes bu işi beceremiyor. Çeviri yapmak için o dilin gramerini, kelimelerini ve deyimlerini bilmek yeterli olmuyor. Bir dili konuşabilirsiniz, yazabilirsiniz ama bu bir kitabı tercüme edebilmeniz için yeterli değildir. Çeviri yapılan her iki dilinde girdisini çıktısını çok ama çok iyi bilmek gerekiyor. O dilin geldiği kültür, gelenekleri görenekleri, tarihi, psikolojik ve sosyolojik yapısı vs. bile tercümede önem kazanıyor.

Bazı kitaplarda anlamak için bir cümleyi iki kere okuduğum olmuştur. Ne yani ne demek bu böyle diye. Cümle kurmak yerine kelimeleri sıralayıp cümleyi okuyucuya bırakan kitaplarda okumaya çalışmadım değil:) 

Bunların yanı sıra zevkle okuduğum çok fazla kitap var. Mesela Carlos Ruiz Zafon'un Rüzgarın Gölgesi, Joanne Harris Böğürtlen Şarabı, Kate Moss Tapınak, Paulo Coelho Brida, son okuduklarımdan Grangé Şeytan Yemini, ilk aklıma gelenler. Bu liste yazdıkça uzar. 

Sabit Fikir Neil Gaiman'ın Yıldız Tozu adlı kitabının çevirisi ile ilgili bir yazı yayınlanmış: Yıldız Tozu Türkçede dağılıyor mu? başlığı altında. Kitabın özensiz çevirisinin kitabı ne kadar sıkıcı hale getirdiğini yazıyor... 

Kötü çevirilerden şikayetçi olanlara...


Yıldızın tozu Türkçede dağılıyor mu?


Sanırım böyle şahane bir kitabı böyle bir Türkçe’yle basmak Türkiye’deki “çok satan” kitap anlayışından kaynaklanıyor. Sanki bestseller okuyan okur kitabın diliyle, edebi değeriyle hiç ilgilenmiyormuş gibi.
Neil Gaiman kimdir? Önce buradan başlayalım: Neil Gaiman 1960 İngiltere doğumlu, bir sürü kitabı ve pek çok ödülü olan, şu sıralar Amerika’da yaşayan ve Amerika’da da Avrupa’da da oldukça kabul gören, hatırı sayılır bir okur kitlesi olan bir yazar. Bir bilimkurgu ve fantezi yazarı. Bilirsiniz, bilimkurgu zor zanaattır. Bilimkurgu ve fantastik romanların okuyucusu da ayrıdır, yazarı da. Edebiyat metinleri içinde belki de en karakteristik türlerden biridir bilimkurgu. Sizi bu dünyadan alır, bir başka dünyaya savurur. O yepyeni ve hayaller içindeki dünyada her şey size gerçek görünür ama. İyi bir bilimkurgu romanı okuyorsanız, hikayeden şüphe etmezsiniz. Hayal dünyası içinde de olsa ayakları çok sağlam bir şekilde yere basmak zorundadır bilimkurgu yazarının. Bu yüzden de, yineleyelim, bilimkurgu zor zanaattır. Ve çok kıymetli bir edebiyat eseridir bu yüzden.

Ama Türkiye’ye gelince işler değişir. Bilim kurgu ve fantezi romanları Türkiye’de genellikle yalnızca “bestseller”lar olarak görülüyor belli ki. Neil Gaiman’ın Yıldız Tozu isimli başyapıtı da bu yüzden Türkçe çevirisinden okunduğunda hiç de bir “başyapıt” gibi gelmiyor okura. Yalnızca “çok satan” bir kitap. Ve çok satan kitapların kaderini belirleyen yayıncılar, anlaşılan o ki, bu kitapların taşıdığı edebi değere pek de önem vermiyorlar. Çünkü çok satan bu tür kitapların çevirileri genellikle kötü, şanslıysanız “şöyle böyle” oluyor.

Neil Gaiman’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan Yıldız Tozu isimli romanı şanslı çeviriler arasında bile değil.  Kitabı büyük bir hevesle alıyorsunuz ama daha ilk sayfalardan canınızı sıkmaya başlıyor. Çünkü belli ki yapılan çeviri ikinci kez okunmamış bile. O denli özensiz. Cümleler baştan savma, bazı cümlelerin yapısı bozuk... Burada tabii ki suçu çevirmende değil yayınevinde aramak gerekiyor. Neil Gaiman gibi önemli bir yazarın en önemli eserlerinden biri sayılan bir romanı nasıl bu kadar özensiz bir çeviriyle basmışlar, benim aklım almıyor.

Yazının devamını okumak için linki tıklayınız...



Dünyanın Bütün Sabahları



Kitabın orjinal adı 'Tous les matins du monde' Tous les matins du monde sont sans retour' Kitabın 76. sayfasındaki 'dünyanın bütün sabahları bir daha geri gelmez' cümlesi esere adını vermiş. 

Roman, 17.yy Fransa'sında eşini kaybettikten sonra çiftliğinde iki kızıyla beraber yaşayan besteci viyola da gamba sanatçısı Sainte-Colombe'un hikayesini anlatmaktadır. Colombe sanatta ün değil şiiri ve huzuru arayan bir müzik dehasıdır. Versaille Sarayında çalması ve saray müzisyenlerine katılması için kral tarafından gönderilen elçiyi 'ben yaşamımı bir dut ağacının içindeki kül rengi tahtalara, bir viyolanın yedi telinden çıkan seslere, iki kızıma adadım. Dostlarımda anılarımdır. Sarayım şu gördüğünüz söğütler, akan su, sazan balıkları ve mürver çiçekleridir. Yüce kralımıza söyleyin ben yalnızca kendime ait bir yabanım' diyerek geri gönderir. 

Kızları viyola çalmak için uygun boya gelinde onlara da viyola da gamba çalmasını öğretir ve birlikte konserler vermeye başlarlar. On beş günde bir verdikleri bu konserlere katılmak için soylular birbirleriyle yarışır.  

Bahçesindeki küçük tahta kulübesinde kırmızı kaplı defterine yeni bestelerini yazar ama bunları bastırmamakta ve halkın yargısına sunmakta direnir. Sanatı sanat için yapmayı tercih eder. 

Hayatını besteleri, kızları, verdiği konserleri ve kayığı ile paylaşırken horozibiği gibi kıpkırmızı on yedi yaşlarında bir çocuk bir gün kapılarını çalar. Sainte-Colombe'dan viyola hocası olmasını rica eder. Sainte-Colombe önce kabul etmese de daha sonra Marin Marais'yi öğrencisi olarak kabul eder ve birlikte çalışmaya başlarlar. Bu arada Colombe'un büyük kızı Madeleine ile Marais arasındaki yakınlaşma aşka dönüşür. Bir gün Marais Colombe'a Versaille Sarayına kabul edildiğini ve kralın huzurunda çalacağını söylediğinde evde büyük bir olay çıkar ve Colombe Marais'i evden kovar. Marais evi terk eder ama aklı her zaman Madeleine'de ve Sainte-Colombe'un bestelerinde kalır. Gizli gizli eve gelerek Colombe'un çaldıklarını dinler ve kardeşinden Madeleine hakkında bilgi alır. 

Madeleine hamiledir ve ölü bir çocuk doğurduktan sonra hastalanmıştır. Marais gizli gizli sevgilisini ziyaret etmeye devam eder. Bu ziyaretlerinin birinde Madeleine sevgilisinden 'Düş gören kız'ı çalmasını ister. Marais, Madeleine'in isteğini yerini getirir. Marin Marais sevgilisinin bu son istediğini yerine getirdikten sonra Versaille'a dönmek üzere arabaya bindikten sonra Madeleine hasta yatağından kalkar, Marais'in biraz önce oturup viyola çaldığı taburenin üzerine çıkar, ipi kirişin üzerinden geçirir, bir düğüm yapar, boynuna geçirir ve intihar eder.

Aradan yıllar geçer, Sainte-Colombe kendi deyimiyle artık gölgelerle konuşan yalnız bir adamdır. Çok ender çalmaktadır. Marin Marais ise gizli ziyaretlerini sürdürmekte hocası öldükten sonra eserlerinin tamamen kaybolacağı korkusunu yaşayarak geceleri onu gizli gizli dinlemeye devam etmektedir. Sonunda bir kış gecesi Colombe'un kendi kendine konuştuğu bir sırada yine evine gelir ve kapısını çalar. Ondan son bir ders rica eder. Birlikte Madeleine'in viyolasını alırlar ve gözyaşları içinde sabahın ilk ışıklarına kadar çalarlar.

Okuduğum kitapların sonunu genelde yazmamaya ve okuyucuya bırakmayı tercih ederim ama bu kitabın sonunu yazmak istedim. 

Dünyanın Bütün Sabahları benim çok sevdiğim kitaplardan biridir. Kitabı ikinci okuyuşum. Kitapta  ve filmde Colombe'un Özlemler Ağıtı adını verdiği eserini çaldığı an en sevdiğim bölümlerden biridir.

'Nota defterine bakmaya gerek bile görmedi. Eli çalgı tuşu üstünde kendiliğinden gidip geliyordu, gözyaşlarını tutamadı. O anda ezgiler yükselirken, solgun benizli bir kadın kapının yanı başında göründü, gülümseyen dudaklarının üstüne parmaklarını koyarak konuşmayacağını ve yapmakta olduğu işi bırakmamasını işaret etti. Mösyö de Sainte Colombe'un nota sehpasının çevresinde sessizce dolaştı. Masanın ve şarap şişesinin yanı başında köşede duran müzik sandığının üstüne ilişti ve dinlemeye koyuldu. 

Bu, karısının ta kendisiydi ve gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Çaldığı parçayı tamamladıktan sonra gözlerini açınca artık onun orada olmadığını gördü. Viyolasını yerine bıraktı, şarap sürahisinin yanındaki tabağa elini uzatırken hemen hemen dibine inmiş bardağı gördü ve onun yanında mavi örtüsünün üstünde duran yarısı ısırılmış pastaya gözü takılınca şaşırdı kaldı.Bu ziyareti başkaları izledi.'


Filmin müzikleri ünlü viyola da gamba sanatçısı Jordi Savall tarafından yapılmış. Viyola da Gamba ve Jordi Savall demişken onun bir eserini de paylaşmadan olmaz:) İşte sevdiğim parçalarından biri...
Güzel bir kitap okumak isteyenlere tavsiye edilir...                                                                             DÜNYANIN BÜTÜN SABAHLARI     PASCAL QUINARD      CAN YAYINLARI

30 AĞUSTOS

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI'MIZ KUTLU OLSUN!

MEHTAP, YAZ VE AŞK


Dışarıda şimşek çakıyor. Uzaktan gök gürültüsünün sesi geliyor kulağıma. Giderek yaklaşıyor. Bir kez daha şimşek geceyi aydınlatıyor. Yağmur damlaları düşmek üzere. Belki bazı yerlere düştüler bile. Yaz göçmen kuşlarıyla birlikte yavaş yavaş terk ediyor bizi. Dalgaların sesi, kuş cıvıltıları yerini şehrin gürültüsüne bıraktı. Yazlık evlerin kapıları bir bir kapanmaya başladı. Yaz bitti, sonbahar kendini hissettirmeye başladı. 
Yaz sonu genellikle hüzünlüdür diye yazmış Atilla Birkiye Mehtap, Yaz ve Aşk başlıklı yazısında. Hele ki yaz aşkı yaşamışsan ve yazın bitmesiyle aşkın da sonu da gelmişse.
İşte yaz sonunu anlatan güzel bir yazı...Atilla Birkiye'nin kaleminden...Mehtap, Yaz ve Aşk 


Yazsonu genellikle hüzünlüdür; güneşin aydınlığı giderek kendini “karamsar ve sıkıntılı” ışıklara bırakır. Sonbaharın üzerinde taşıdığı hüzün de biraz bundandır. Yeni arkadaşlıklar, dostluklar bir tatil kasabasında kalmıştır. Denizin mavili ve mehtaplı gecelerdeki söyleşiler, kumdaki ateşin başında içilen içkiler...
Belki de bir aşk... Genellikle bir aşk. Coşkuyla yaşanan. Öylesine bir coşkudur ki, sanki, siz, sevgili, deniz ve mehtaptan başka hiçbir şey yoktur yeryüzünde...
Evet, yaz aşkları başkadır. Biraz platonik, bazen biraz umutsuz, biraz imkânsız aşklardır bunlar. Gizli kalmış aşklardır bazısı; söyleyememenin ki söyleyememek için bazen binlerce neden çıkar karşınıza, gizlediği aşklardır.
Yaşamın çetrefilliği diye bir şey vardı. Yollar ayrılır, ayrılabilir; işler karışır. Genellikle de gençlik aşklarıdır yaz aşkları. Anılarını hiç unutamadığımız aşklardır. Çoğunlukla hüzünle biter; bazen acıyla. Sonu sanki hep ayrılıktır...
Zaten her bitiş, her ayrılık hüzün ve acı değil midir, hep bizimle birlikte olan...
Yaz aşkları bazen mehtabın denizden batışı gibidir. Ay inişe geçtiğinde giderek kızıllaşır, yukarıdaki parlaklığını yitirmiştir. Bir süre sonra denizin ortasında kızıl bir toptur. Ne yazık ki o kızıllık orada kalmayacak giderek küçülecektir. Karanlık suların içinde ateşin sönmesi gibi kızıllık birdenbire yiter ve yüreğinizde bir acı duyumsarsınız.
Belki de bu, karşılığı olmayan bir aşk hançerinin bıraktığı acıdır. Belki de uzaklardaki sevgilidir. Belki hiç yaşanmayacak bir aşktır. Belki de birkaç gün sonra yaşanacak zorunlu bir ayrılıktır...
Yaz biter, sonbahar gelir. Ayrılığın ardındaki hüznü sonbaharda yaşarsınız. Sanki doğa, duygularınıza denk düşmektedir.
Türkçe’nin en güzel aşk şiirlerinden biri olan Cemal Süreya’nın “Aşk” adlı şiirinden üç dizeyle, yaz aşklarına şapka çıkartalım:

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.