Beyazlı Kadın

Veeee bitti. Sonunda bitirdim. Biraz elimde süründürdüm ama sonunda vedalaştık Wilkie Collins'in esrar romanı ile. Kitabın başlarında beyazlı kadının birdenbire beyazlar içinde orman yolunda ortaya çıkıp imalı bir biçimde konuşması varlığı konusunda insanın kafasında soru işaretleri oluşturuyor. Beyazlı kadın var mı yoksa o bir hayalet mi? İlerleyen sayfalarda Anne Catherick'in yanı nam-ı değer Beyazlı Kadın'ın bir hayalet olmadığı olduğu ortaya çıkıyor. 



Roman Walter Hartright'in Limmeridge Malikanesinde yaşayan Laura ve Marian'a resim dersi vermek için yıldızsız dolunaylı bir gecede malikaneye gitmek için yola çıkmasıyla başlıyor. Tenha yolda ilerlerken aniden önüne çıkan bir kadın Londra'ya giden yolu soruyor. Hartright gecenin birinde tenha ormanlık yolda karşısına çıkan beyazlar içindeki kadını görünce çok şaşırıyor. İlk şaşkınlıkla kadının sorusuna cevap veremiyor. 'Gecenin o saatinde o tenha yerde bu garip hayaletin ansızın karşıma çıkıvermesi beni ciddi surette sarsmıştı' diyerek karşılaşma anlarını anlatıyor. İlk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra kadınla birlikte yürümeye başlıyorlar. Kadın Hartright'a geçirdiği bir kazadan ve Limmeridge Malikanesini bir kez daha görmek istediğini çünkü orada çok sevdiği Bn. Fairlie'nin olduğunu söylüyor. Walter duydukları karşında iyice şaşkınlığa düşüyor ama kadının 'Bir şey sormayın bana. Zalim bir kötülüğe, zalim bir haksızlığa uğradım' demesiyle bir şey soramıyor. Ana caddeye geldiklerinde Walter kadına bir araba çeviriyor ve kadın arabaya binip gözden kayboluyor. Biraz sonra gelen bir başka arabanın içindeki iki adam yolun kenarındaki polise beyazlı bir kadın görüp görmediklerini eğer görürlerse hemen yakalamaları gerektiğini çünkü kadının tımarhaneden kaçtığı söyleyerek gidiyorlar.    


Walter'ın Limmeridge Malikanesine varmasıyla romanın diğer kahramanlarıyla birer birer tanışıyoruz. Marian Halcombe, hastalık hastası odasından çıkamayan B. Fairlie, yardımcıları Bn. Vesey ve Laura Fairlie, Sir Pervical, Bn. Clements, Kont ve Kontes Fosco. 


Marian Halcombe ailesini şöyle tanıtıyor Walter'a : 'Adım Marian Halcombe. B.Fairlie'ye amcam, yeğeni Miss Fairlie'ye de kardeşim derim. Annem iki kere evlenmiş. Önce benim babam Halcombe ile, sonra üvey kardeşimin babası B. Fairlie ile. Kardeşimle benim aramda ikimizin de anasız babasız olmamızdan başka benzerlik yok. Benim babam fakir bir adammış. Miss Fairlie'nin babası ise zengin. Benim beş param yok, onun ise bir serveti var. ben esmerim, o sarışın güzel.' Bu sohbet sırasında Walter Marian'a yolda başından geçen olayı ve Beyazlı Kadın'ı anlatır. 


Laura, Sir Percival ile nişanlıdır. Kendinden oldukça büyük olan bu adamı sevmemekte evlenmek istememektedir. Sir Percival geniş arazilere sahip ama borç batağında kıvranan bir adamdır ve bir önce Laura ile evlenmek istemektedir. Ve bu arada avukatları aracılığı ile Laura'ya bir evlilik anlaşması imzalatmak ister. Bu anlaşmaya göre Laura kocasından önce çocuksuz  ölürse tüm serveti kocasına kalacaktı. Laura bu anlaşmayı imzalamak istemez. Bu arada Kont Fosco sahneye çıkar. Malikanede dersler devam ederken Laura ile Walter arasında imkansız bir aşk doğmuştur. 


Bir süre sonra Walter Hartright'tan malikaneyi terk etmesi istenir. Walter Londra'ya döner oradan da  Marian'a gönderdiği mektupta seyahat hazırlıklarından ve Londra'ya döndüğünden beri takip edildiği ve tam Liperpool'dan gemiye bineceği sırada birinin arkasından Anne Catherick'ten bahsettiğini ve tüm bu olanların bir manası olduğunu yazar. 


Laura bir süre sonra evlenir ve Sir Pervical ile balayı için İtalya'ya giderler. Dönüşlerinde Anne Catherick ortaya çıkar ve ona Sir Pervical ile ilgili sırrını açıklayacağını söyler. Buluşacakları gün Laura hastalanır buluşma yerine gidemez yerine onları takip eden Kont Fosco gider. Ve kısa bir süre sonra Laura'nın ölüm haberi alınır. 


Roman bundan sonra yazarınında dediği gibi esrara bürünüyor. Tüm entrikalar yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Laura ve Anne Catherick'in benzerliği ilginç bir şekil alıyor. Sir Pervical'la Anne Catherick arasındaki sır ortaya çıkıyor. Ufak bir tüyo vermek gerekirse roman mutlu sonla bitiyor.


Kitaptaki;


'Karımın en cüretkarane emirlerime, en karışık atasarılarıma, hiç tereddüt etmeden boyun eğmesindeki sır nedir?' 


'Müsaadenizle size B.Hartright'ı tanıtayım. B.Harthright da benim adıma konuşmak lütfunda bulunacaklar. Anlatacağı gayet acı bir hikayedir. Lütfen onu dinleyiniz...Gürültü yapmayınız'


gibi cümlelerden dolayı okurken bazı yerlerinde kendimi eski Zeki Müren, Ayhan Işık,  Belgin Doruk filmi izler gibi hissettim:) 1964 basımı olunca tercümesi de böyle oluyor. 


Gotik edebiyat 'Esrar' romanı okumak isteyenlere tavsiye edilir...Can yayınlarında yeni basımını bulabilirsiniz. 


İyi okumalar:)

















Kitaplar




Kitaplar ölüleri canlandırmaz; bir budalayı akıllı, bir aptalı zeki yapmaz. Zekayı canlandırır, biler, keskinleştirir ve bilgi açlığını giderir. Ondan sessizlik istediğinde dilsizdir; konuşturmak istersen eğer bir hatip olur. Kitap sayesinde, bir ay içinde, bir uzmanın ağzından bir yaşam boyu öğrenemeyeceğin kadar şey öğrenirsin ve bu yüzden bilgiye borçlanmış olmazsın. Kitap seni iğrenç insanlarla düşüp kalkmaktan ve aptal, anlayışsız insanlarla ilişki kurmaktan kurtarır. Gece gündüz, hem yolculuklarında hem yerleşik bir yaşam sürerken itaat eder sana. Gözden düşersen eğer, kitap sana gene hizmet etmeye devam edebilir. Sana doğru ters rüzgarlar esmeye başlarsa, kitap sırtını dönmez. Öyle bir zaman gelir ki kitap, yazarından üstün olur.

N.Tusi

Bir Kitabın Doğuşu


Bir kitabın nasıl yapıldığını merak ediyorsanız linki tıklayınız...Okuyucularını farklı dünyalara götüren bir kitabın doğuşu...

Sabit Fikir'den...


Tebrikler, nur topu gibi bir kitabınız oldu!

Henry Miller: "Yazarken yapılacak son şey rahat etmektir"

Henry Miller: "Yazarken yapılacak son şey rahat etmektir"
İlk kitabı Yengeç Dönencesi'ni 42 yaşındayken Paris'te yayınladıktan sonra sansür, pornografi, ve müstehcenlik ile boğuşmak zorunda kalan Henry Miller, roman yazma sürecini ve roman sanatına dair düşüncelerini anlatıyor.




Öncelikle, gerçek anlamda yazmaya nasıl başladığınızı bize anlatır mısınız? Yazmadan önce Hemingway gibi kalemlerinizi sivriltir misiniz, yoksa 'motor' dedirtecek bir şeyiniz yok mu?

Hayır, genel olarak yok. İşe genelde kahvaltıdan sonra başlıyorum. Makinenin önüne otururum, eğer yazacak bir şey bulamazsam bırakıyorum. Ama hayır, bir hazırlık aşamam yok.

Daha iyi çalıştığınız günler ya da belli zaman dilimleri var mı?

Sabahları tercih ediyorum ve sadece iki ya da üç saat ayırıyorum. Bu işin çok başlarındayken gece yarısından sonra yazmaya başlıyordum. Paris'e gittikten sonra farkettim ki sabahları çalışmak gece yarılarından sonra çalışmaktan daha iyi. Sonra daha uzun çalışmaya başladım. Sabah çalışmaya başla, öğle yemeğinden sonra kısa bir uyku çek, kalk ve tekrar yaz, bazen gece yarılarına kadar yaz şeklinde devam etti çalışma tempom. Son 10-15 yıldır çok çalışmanın gerekli olmadığını anladım. Kötü bir şeymiş aslında, suyu boşa akıtıyorsunuz.


Haberin devamını okumak için linke tıklayınız...Sabit Fikir'den

Henry Miller: "Yazarken yapılacak son şey rahat etmektir"

Her güne bir şarkı, bir kitap

Kitap okurken müzik dinler misiniz?


Ben bazen dinlerim. O günkü ruh halime göre değişir müzik türüm. Bazen klasik, bazen slow, bazen...


Genelde klasik müzik dinlerim çello veya viyolonsel...Vivaldi olabilir veya Jordi Savall...Kitap okurken sözsüz müzik dinlerim ki aklım sözlere takılmasın kitabın büyüsü bozulmasın. 


Vatan Gazetesi'nin Tuna Kiremitçi ile hazırladıkları her güne bir şarkı, bir kitap dizisini okuyunca aklıma ilk gelen kitap nedense (yine her zamanki gibi nedensiz:) George Perec'in Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi adlı kitabı geldi. Bu kitapta bence güzel bir akordeonla okunur diye geçirdim içimden. Mesela bir musette:)



Dr. Jivago güzel bir piyano dinletisiyle, Maeve Binchy'nin İtalyanca Aşk Başkadır'ı güzel bir napoliten parçayla, Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler'i sirtaki ile, İstanbul Bir Masaldı İstanbul Kanatlarımın Altında ile, Borges, Fuentes, Marquez tutku ve aşkın müziği tango ile, Mine Kırıkkanat'ın Destinası ve Bilge Karasu'nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Bizans müziği ile, Merlyn Kelt müziği ile...Daha yüzlerce yazılabilir ama ben burada kesiyorum ve Vatan Gazetesi'ndeki Tuna Kiremitçi'nin yazısını paylaşıyorum...


İyi okumalar ve dinlemeler:)


VATAN KİTAP - Vatan Gazetesi VATAN KİTAP - Gazetevatan.com

Bugün Pazar



Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
...
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet,
ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

Nâzım Hikmet Ran
Ufak şeylerden zevk alabilmek; 
Lüks yerine zarafet aramak; 
Saygı istemek yerine değerli olmak;
Zengin olmak yerine kimseye muhtaç olmamak;
Sıkı çalışmak, sessizce düşünmek ve dürüst konuşmak;
Yıldızları, kuşları, bebekleri ve bilgeleri açık kalple dinlemek;
İşte benim senfonim!

 William Ellery Channing

80 yıl süren unutkanlık!



Hayatta en kızdığım şeylerden biridir okumak için alınan kitabımın geri verilmemesi. Genelde ödünç alınan her kitabın başına gelen bir şeydir bu. Alınan kitap kolay kolay iade edilmez. Çok nadir insanlar ki ben bunları kitaba saygı duyan insanlar olarak adlandırıyorum aldıklarını iade ederler. Hatta bazıları var ki aldığı kitabı okumaz bile. Eve gelince koyar bir kenara sonra akibeti belli olmaz zavallının. Bir seyyar satıcının el arabasında mı sonlanır yoksa çöpte mi bilinmez. Bazıları da kitabı alıp okur size iade eder ama aldığınızda kitabı okumuş mu güreş mi tutmuş anlayamazsınız. Yepyeni verdiğiniz kitabı savaş alanından çıkmış gibi darmağan alırsınız. Ve benim gibi kitabı çok seven biriyseniz kitabın o halini görünce nasıl olsa paramparça olmuş diyerek geri kalan parçalarınıda siz kafasında paralamak isterseniz. İşte buna benzer olayları çok yaşadığım için kütüphaneme kırtasiyeden aldığım 'Dışarıya Kitap Verilmez. Lütfen İstememeye Çalışın.' yazısını koydum. Yazıyı farkeden artık istememeye çalışıyor. Bu da benim cimriliğim diyemeyeceğim tecrübe yenilen kazıkların bileşkesiymiş. Tecrübelerim sonucu bu yazıyı oraya koydum:)

Neyse bugün Radikal'de okuduğum bir haber ise bu konuda pes dedirtecek türdeydi. İrlanda'da bir kütüphaneden 1932 yılında alınan kitap tamı tamına 80 yıl sonra iade edilmiş. Ben bir yıl sonra dönse razıyım adamlar 80 yıl sonra kütüphaneye geri vermişler. Alanlar mı yoksa kitabı herhangi bir yerde bulupta mı kütüphaneye vermişler o belli değil ama 80 yıl sonra da olsa iade edilmiş. Eh ne deyim artık. Darısı benim kitapların başına ama ben hayattayken olsa fena olmaz doğrusu:))

İşte Radikal'deki haber...

80 yıl süren unutkanlık!
İrlanda’nın Navan kentindeki bir kütüphaneden 1932’de ödünç alınan bir kitap, 80 yıl sonra iade edildi. Önceki gün kimliği belirsiz bir kişi tarafından kapının altından gizlice ittirilen kitabın gecikme cezası ise hafta başına 1 cent’ten 4 bin 160 euro olarak hesap edildi. 1994’da yapılan sistem değişikliği nedeniyle önceki kullanıcının kim olduğu konusunda herhangi bir bilgiye sahip olmadıklarını söyleyen kütüphane yetkilileri, 1932’de Dublin’de düzenlenen bir Hıristiyanlık Kongresi öncesi kitabın alındığını tahmin ediyor.

'Duvarların Yarım Yüzyılı'

'Duvarların Yarım Yüzyılı'

Ressam Burhan Doğançay'ın 14 ayrı dönemine ait eserleriyle dünyanın önde gelen müzelerinin koleksiyonlarında bulunan 120 çalışmasından oluşan “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi” sergisi, yarın İstanbul Modern Sanat Müzesi'nde ziyarete açılacak.

Serginin tanıtımı amacıyla düzenlenen basın toplantısına konuşan Doğançay, serginin Türkiye'de bir ilk olduğunu söyledi.
Bir ressamın 50 yılını kapsayan bir sergiyi düzenlemenin kolay olmadığını belirterek, “İlk defa 13 resim dünyanın önemli müzelerinden buraya geldi. Bu eserler, 23 Eylül'den sonra geldikleri müzelere geri gönderilecek” diye konuştu.

Doğançay, duvar yazılarına da değinerek, şöyle konuştu:
“Şimdi duvarlar tertemiz. Çünkü her gencin bilgisayarı var. Yazacaklarını buralara yazıyorlar. 1970'li yıllarda İstanbul'da bir santimetrekare yer yoktu duvarlarda. Politik mesajlarla doluydu. Şimdi duvarlarda yazan tek şey 'Buraya çöp dökmeyin.' Gelişen bu teknolojiye rağmen taş devrinde yaşıyorum. İnternetteki duvarlar ve tweetlerle hiç ilgim yok. Nasıl işlediğini bile bilmiyorum. Bu arada, fakir ülkelerle zengin ülkeler arasındaki uçurum giderek artıyor. Böyle giderse terörizm artacak.”

“En kapsamlı Doğançay sergisi”
İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, İstanbul Modern'de Doğançay'ın ülkedeki en kapsamlı sergisinin oluşturulduğunu söyledi.
Ezcacıbaşı, serginin sanatçının 50 yıllık sanatsal yaşamından kesitler sunduğunu belirterek, şunları kaydetti:

“Burhan Doğançay'ın Türkiye'deki ilk retrospektifi 2001 yılında Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı tarafından Dolmabahçe Kültür Merkezi'nde düzenlenmişti. Böyle bir serginin bir müzede sergilenmesini arzu eden Burhan Doğançay'ın isteğini, yıllar sonra İstanbul Modern'de gerçekleştirmekten dolayı büyük mutluluk duyuyoruz. 1987 yılında, 1. İstanbul Bienali'nde sorumlu olduğum Askeri Müze'de aynı salonda yan yana sergilenen 'Muhteşem Çağ', 'Madonna' ve 'Mavi Senfoni', bu sergide yine bir arada yer alıyor.”
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız

Edebiyat tarihinin en iyi 100 giriş cümlesi

Sabit Fikir'den 'Edebiyat tarihinin en iyi 100 giriş cümlesi'
 
En kötü giriş cümlesi yarışmasının kazananları belli olurken, stylist.co.uk sitesi, kendilerine göre “en iyi ve en ikonik” giriş cümleleriyle başlayan eserleri seçti. “Bir kitabın okuyucuyu ilk cümleden itibaren etkilemesi gibisi yoktur. Okuyucunun okuduğu ilk cümle, kitabın giriş cümlesi, o kitabın satmasını, kapanış cümlesi ise yazarın daha fazla okuyucu kazanmasını sağlar derler,” diyen sitenin “En iyi 100 giriş cümlesi” listesi aşağıda. Cümlelerin Türkçe çevirilerini okuyucularımızın katkısıyla yerleştirmeye devam ediyoruz.


1.J.D. Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklar
"Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum."

2.Leo Tolstoy Anna Karenina
"Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir."

3.Jane Austen Aşk ve Gurur
"Parası pulu olan her bekar erkeğin kendine bir yaşam arkadaşı seçmesinin kaçınılmaz olduğu, herkesçe benimsenen bir gerçektir."
"Dunyaca kabul edilmis bir gercektir, hali vakti yerinde olan her bekar erkegin mutlaka bir ese ihtiyaci vardir." (Hamdi koç çevirisiyle)

4.Charles Dickens İki Şehrin Hikayesi
"Akıl çağıydı, budalalık çağıydı da. İnanç çağıydı aynı zamanda inkar çağıydı da. Bir taraftan aydınlık bir taraftan karanlık mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, yeisin kışı. Her şeyimiz vardı ama hiç bir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ama hepimiz cehenneme de gidiyorduk."

Yazının devamını okumak için linki tıklayınız...

İtfaiye arabası her geçtiğinde...


Canhıraş siren sesleri geliyor caddeden. Pencereden dışarı bakıyorum. Kıpkırmızı itfaiye arabaları yol vermek için önlerinde böcek gibi oraya buraya kaçışan araçları yara yara ilerlemeye çalışıyorlar. Bir süreliğine yol açılsa da ileride aynı manzara ile karşılaşılıyor. Yol yine tıkanıyor, sirenler yine etrafını yırtarcasına çalıyor ve yol yine açılıyor. İlerledikçe sesleri azalıyor sonra tamamen yok oluyor. Olay yerine varılıyor. Seyirciler toplanmış,yorumlar başlamış. Her kafadan ayrı bir ses, ayrı bir kurtarma senaryosu yazılıyor. Akıl verenler, vah vah çekenler. Kurtulanlar ağlaşıyor, bağırışıyor. Canlarını kurtardıklarına sevineceklerine, giden mallarına yanıyorlar. Ne de olsa mal canın yongası. İtfaiyeciler hummalı bir çalışma başlatıyor. Hortumlar çıkıyor, sular boşalıyor koyu duman yavaş yavaş açılıyor. Tüm bu curcunadan geriye simsiyah isle kaplı bir bina ve genizleri yakan yanık konusu miras kalıyor. İtfaiyeciler toplanıyor ve geldikleri gibi geri gidiyorlar. Bir sonraki ihbara kadar...


Bir filmi geçmişe sararak gözlerim itfaiye arabalarının arkasına takılmış, sirenleri kulaklarımda kaybolana kadar takip ediyorum onları.


Derken başka ihbar geliyor. X cadde Y sokak Z numarada yangın var. Hemen hazırlık yapılıyor. Yine sirenler, yine kaçışmalar olay yerine varılıyor ama bu kez yangın falan yok. Asayiş berkemal. Asılsız bir ihbar belli ki. Dönüyorlar gerisin geriye biraz kızgın. Dalga geçilecek bir konu değildir itfaiyenin işi. Asılsız ihbar kurtarılacak bir insanın kaybına, söndürülecek bir yangının dalga dalga yayılarak bir mahallenin felaketine yol açabilir. İşte bunun için kızgındırlar bu duyarsız kişiye.


Sonra başka bir gün yine bir ihbar geliyor. X cadde, Y sokak ve Z numarada yangın var. Yine atlıyorlar araçlara, açıyorlar sirenleri düşüyorlar yollara. Olay yerine varıldığında bir gariplik var. Kimse toplanmamış, ağlayan bağıran insanlar da yok, is kokusu da sarmamış etrafı dahası yangın da yok. Adresi kontrol ediyorlar, etraflarına bakıyorlar. Normal bir gün yaşanmakta mahalle. Bakkal kapının önünde sigara tüttürmekte, kedi kasabın kapısını beklemekte, manav müşterisine domates seçmekte, postacı bir apartmandan diğerine postaları dağıtmakta...Evlere bakıyorlar, camlara bakıyorlar, sokağa göz gezdiriyorlar ve yine kızgın toplanıp gidiyorlar. Ah bir ellerine geçirseler bu sorumsuzu.


O sırada kimsenin farketmediği biri pencereden sokağa bakmakta, tülün arkasından yanıp sönen itfaiye arabalarını seyretmektedir. Ne güzel renkleri vardır koca koca arabaların. Ne güzel sirenleri vardır. Onları gören tüm sürücüler yol vermek zorundadır. Her zaman öncelik onlarındır. Kahramandır onlar. Kırmızı kahramanlar. Polislerinde ambulanslarında sirenleri vardır ama itfaiyeler farklıdır. Hele geceleri ışıkları ne güzel yanar. Nani nani geceyi böler sesleri. Aynı oynadığı oyuncak arabaları gibi. İtfaiyeciler gittikten sonra tekrar döner salonun ortasına yaydığı arabalarına. Bu sefer yangına gitme sırası ondadır. Başlar nani nani diye taklitlerini yapmaya ve eliyle hızla ilerletir döşemenin üzerinde. O sırada annesinin yan odadan sesi gelir kulağına. Komşusuyla dertleşmektedir. 'Ahhh Selma Hanım'cığım aslan gibi delikanlı oldu ama öyle bir illet ki yakasındaki tedavisi yok. Doktorlar böyle idare edeceksiniz diyorlar. Neyse ki bazı şeyleri biliyor, biraz okuma yazma öğrendi, rakamları da tanıyor. Ne olur ne olmaz diye evin adresini de ezberlettik. Sürekli göz altında tutuyoruz. Bazen çok sakin bazen beş yaşındaki çocuklar gibi kaşla göz arasında oraya buraya saldırıyor. Dışarı çıkardığımızda insanların meraklı bakışlarına maruz kalıyoruz. Bilmem anlıyor mu? Huysuzlanıyor eve dönmek istiyor. Evde bile çok dikkat etmek zorundayım. Ocağı açıyor ateşi seyrediyor ya da rastgele telefon numaraları çeviriyor. Bir keresinde yakaladım. Halamı arıyorum dedi. Ses etmedim. Neyse ki şu arabalarla kendini oyalıyor en çokta itfaiye arabalarıyla.'


Gülümseyerek içeriye kulak kabarttı. Kendisinden ve arabalarından bahsedildiğine çok sevinmişti. Evet, annesi çok iyi biliyordu itfaiye arabalarını sevdiğini ama galiba canı sıkıldığında onlara telefon edip çağırdığını bilmiyordu. Bilseydi onu da söylerdi komşu teyzeye...


Yeşim Kuşçu Ermutlu


Hayatın içinden gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır...