Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları-SU

                                               


Roman, gazeteci Defne Kaman'ın Kadıköy iskelesinden kalkan son Beşiktaş vapuruna binerek sırra kadem basmasıyla başlıyor. Bindiği vapurdan çıkmayan Defne Kaman'ın başına gelenleri çözmek ise izine ayrılma hayalleri kuran genç polis Ümit Kaman'a kalıyor.

Cehennem gibi sıcak bir İstanbul gününde köyündeki ırmağın kenarında su sesi dinleyerek uyuyacağı izin gününü bekleyen Ümit Kaman'ın düşünceleri karakolun kapısından giren birbirinden garip üç kadının sayesinde dağılıyor. Umay Bayülgen, süslü kızı ve seksi torunu üç kuşak komiser Ümit'e Defne Kaman'ın kaybolduğunu bildirirken birbirleriyle tartışmayı da ihmal etmiyorlar. Komiser Ümit, şu an için, ilk görüşte çok garip gelen kendini otacı olarak tanıtan, saçlarını küçük kızlar gibi başının iki yanında saç örgüsü yapmış, uçlarına boncuklar bağlamış, giydiği kızılderili giysisinden püsküller sarkan Defne Kaman'ın anneannesi Umay Bayülgen'in büyüsü altına gireceğini henüz bilmemektedir ilerleyen sayfalarda. Aynı şekilde okuyucuda:)

Genç komiser bir yandan Defne'nin kayboluşu ile ilgilenirken, diğer taraftan da Alevi olduğu için aileleri tarafından birlikte olmalarına karşı çıkılan sevgilisi Tasvir'den haber beklemektedir.

Defne'nin kadın cinayetleri ve çevre koruma ile ilgili yazdığı yazılarda kaybolmasınına ait bir iz aranırken Defne Kaman Kadıköy'ün sokaklarındaki yıkılmak üzere duran eski rum evlerinden birinin kapısında sırısıklam bir şekilde Komiser Ümit'in karşısına çıkar ve ona üzerinde şifre gibi bir şeyler yazan kağıt verir. Ümit ilk önce bu yaşadığının sıcağın bir oyunu olduğunu düşünsede elindeki kağıdı inceleyince yaşadığının hayal olmadığını anlar. İşte burada kitabın sayfalarının arasına Umay Bayülgen'den sonra benim en sevdiğim karakterlerden biri Sahaf Semahat sızar. Sahaf Semahat dükkanındaki 25.000'den fazla görmüş geçirmiş kitabı tek tek tanıyan, kitap ve hayvan sevmeyen insana güvenmem diyen, osmanlıca dersleri alan, eski dille yeni dil arasında köprü kurmaya çalışan, özündeki hoşgörüyü kaybetmiş insanlar yüzünden bu dünyanın yakında kendi kendini yok edeceğine inanan, dükkanından çıkmayan ve kitap boyunca çocukluğunun geçtiği Nevşehir'den neden göçüp geldiğini açıklamayan içimiz biri. O kadar inandırıcı canlandırılmış ki okurken acaba Kadıköy'de Sahaf Semahat var mı diye düşünmedim değil:)

Ve bütün bunlar olurken Kadıköy İskelelesindeki kalabalık ise birden ortaya çıkan yunusu izlemektedir...

Bendeniz biraz daha yazarsam neredeyse tüm kitabı yazmaktan korkarak okumanızı tavsiye ederek burada kesiyorum.

Son bir not; romanda şamanizm ve alevilikle ilgili çok güzel bilgiler var. İlgilenenlere duyurulur:)

Şimdi sırada her zaman olduğu gibi kitaptan tadımlıklar var ama kitapta o kadar çok tadımlık paragraf vardı ki hangisini yazacağımı şaşırdım. İşte bir kaç tanesi...

"Yaşamak tabiatın efendisi değil onun parçası olduğunu hissetmektir çünkü ona döneceğiz."

"Bir kadının baba sevgisi açlığını hiçbir başka erkek veya vitamin hapı gideremez."

"Çıkarsız paylaşılan saf mutluluk o kadar eşsiz ve nadir güzelliktir ki onun bu yüzden dünyada daima en çok kıskanılan ve satın alınamayacak tek mutluluk olduğu söylenir."

" Hayatta tek bir mucize vardır oda genç yaşta iyi bir öğretmene rastlamaktır. Çocukken karşımıza çıkan hoşgörüsüz, katı, mutsuz rol modellerinin hayatımızı ne fena kararttığını çoğumuz iyi bilir. Çünkü bizler hayal kurmanın aşalandığı ve/ya tehlikeli sayıldığı bir kültürün çocuklarıyız."

UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI SU    BUKET UZUNER    EVEREST YAYINLARI


Paleolitik mağaraya dizi seti rötuşu!- Muhteşem Rezillik!!!

İnanılmaz ama gerçek...Paleolitik Yarımburgaz Mağarası dizi seti olarak kullanılırken tahrip edilmiş. İnsanlığın en eski yaşam alanlarından biri olan bu mağaranın benzerleri Fransa'da özel korumaya alınırken bizim Yarımburgaz dizi filmciler ve sinemacılar tarafından acımazsızca kullanılarak duvarlarına yazılar yazılarak tahrip edilmiş. İşte size Muhteşem Yüzyıl'dan Muhteşem Rezillik!!!! İşte ülkemizde arkeolojiye ve tarihi eserlere verilen önem...Yurtdışındaki eserlerimizi milletin gözüne soka soka geri aldık diyen Kültür Bakanlığı ellerindekini korumayı ne zaman öğrenecek acaba??? İşte Radikal'den Ömer Erbil'in haberi....

İnsanlığın en eski yaşam alanlarından Yarımburgaz Mağarası Türk film ve dizi endüstrisinin de 'gözde'si. Ancak diziye gösterdikleri özeni tarihe göstermiyorlar. Çekim izni almıyor, duvarlara boyayla yazı yazıyorlar.

Paleolitik mağaraya dizi seti rötuşu!
Yarımburgaz Mağarası, insanlık tarihinin 400 bin yıllık en eski yaşam alanı. Girişi demir parmaklıkla korunuyor görünse de tarihi mağara adeta yol geçen hanı. Tinercisi, definecisi, ayyaşı hep orada. Mağaranın girişi oyularak yapay bir kapı inşa edilmiş! İstenmeyen misafirler de oradan içeri giriyor. Yıllarca Türk sinemasına set olan tarihi mağara şimdilerde de dizilerin talanına uğruyor. Muhteşem Yüzyıl dizisinin 43 ve 44. bölümlerindeki bazı önemli sahneler bu mağarada çekildi. 1. Derece Sit Alanı ve Korunması Gerekli Kültür Varlığı olarak tescilli mağarada çekim için izin alma gereği bile duyulmamış. Paleolitik çağ arkeolojisi için önemli verilerin bulunduğu mağarada ateşler yakılmış, zemin kazılmış, tavanlarına sahneyi zenginleştirmek için yapay sarkıtlar konmuş. Demir kapı kırılarak içeriye girilen mağarada Leyla ile Mecnun dizisinin de bir bölümü çekilmiş. Onlar da daha önce fresklerin bulunduğu duvara boya ile ‘Acil çıkış kapısı’ yazmışlar. Radikal’in ele geçirdiği müze raporunda tahribat tek tek anlatılmış. İstanbul 7 No’lu Koruma Kurulu Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Cezası 2 ile 5 yıl arasında hapis. Ceza ertelenmiyor, para cezasına da çevrilmiyor. 
Ali Baba ve 40 Haramiler, Küçük Ağa, Tarkan, Kara Murat, Yorr’un Öyküsü gibi pek çok Türk sineması bu mağarada çekildi. Ali Baba ve 40 Haramiler filminde ‘‘Açıl susam açıl’’ parolasıyla girilen mağara da burası. Küçük Ağa filminde duvarlardaki tarihi freskler kazınarak yok edildi. Yorr’un Öyküsü filminde ise mağaraya büyük bir havuz yapılmış, daha sonra havuz dinamitle patlatılarak içindeki suyla birlikte arkeolojik dolgu malzemeleri de akıp gitmişti. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, 1986’ya kadar set olarak kullanılan mağarayı kurtarmak için bu tarihte bilimsel kazı çalışmalarına başladı ve uzun yıllar sinemacılar mağaraya yaklaşmadı. Ancak bilimsel kazılar da parasızlıktan 3 yıl gibi kısa sürede sonlandırıldı. Bu araştırmalarda önemli bulgular elde edildi ve Yarımburgaz Mağarası’nın paleolitik çağ kapsamında dünya çapında bilinen az sayıda yerlerden biri olduğu kabul edildi.

İzlerken fark ettiler 
Son tahribatı ise Muhteşem Yüzyıl dizisini evde izleyen iki genç arkeolog fark etti. Arkeolog Yiğit Ozar dizide gördüğü mağaranın Yarımburgaz olabileceğini düşünüp işin peşine düşüyor. Paleolitik çağ arkeoloğu doktora öğrencisi Ardahan Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Berkay Dinçer ile durumu paylaşıyor. Yerinde yaptıkları incelemede dizinin burada çekildiğine kanaat getirip şikâyetçi oluyorlar. İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanları Yarımburgaz Mağarası’na giderek rapor tutuyor. İşte o rapordan bazı tespitler: ‘‘Mağaranın girişini kapatan demir kapının bir kanadı söküldüğü, yerine inşaat demirinden nizami olmayan parmaklık yapıldığı, kaya kilisenin girişindeki güney nişi kapatan demir kapının da sökülerek işlevini yitirdiği görülmüştür... 3x 3 m. ölçülerinde kareye yakın bir alanın kazıldığı görülmüştür. Havuz oluşturmak amacıyla açılan bu çukurun üzerinde kalan mağara tavanında yer yer alçı izleri görülmektedir. Bunların dekor oluşturmak amacıyla kullanılan süslemelere ait olduğu düşünülmektedir. Mağara tabanına açılan çukurun tekrar doldurulması da mağara içindeki tahribatın izlerini ortadan kaldırmaya yönelik gayretin sonucu olarak düşünülmektedir.’’

2 ila 5 yıl hapis 
Rapor 7 No’lu Koruma Bölge Kurulu’na gönderildi. Koruma Kurulu 1. derece sit alanında yapılan izinsiz uygulamayı Cumhuriyet Savcılığı’na bildirdi. İlk toplantıda mağarayla ilgili alınması gereken önlemler gündeme getirilecek. Kültür Bakanlığı yetkilileri ise “Konu mahkemede. Bundan sonra konuşmamız doğru değil” diyor. 2863 sayılı yasanın 65. maddesi şöyle: ‘‘Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler 2 ila 5 yıl hapis ve 5000 güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır.’’
Ardahan Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Berkay Dinçer ise 400 bin yıllık izleri tahrip etmenin büyük suç olduğuna dikkat çekerek şöyle diyor: Muhteşem Yüzyıl’da mağaranın tavanına alçıdan sarkıtlar yapılmış, izleri duruyor. Leyla ile Mecnun’da duvara yazılanlar silinmeye çalışılmış. Bu tür temizlik çalışmaları bile bilimsel verilere dayanılarak yapılmalı. Mağaranın korunması için acil bir proje geliştirilmeli. Demir parmaklıklarla burayı koruyamayız.’’

Bu lanet Mayaların sonunu getirdi

Metni küçült
Metni büyüt
Bu lanet Mayaların sonunu getirdi
Maya uygarlığının çökmesinde doğa felaketleri kadar 'kötü ruhların' da büyük bir rol oynamış olabileceğini öne sürülüyor.
Bu büyük uygarlığın bir zaman varlığını sürdürdüğü sınırlar içinde bugün Guatemala, Belize, El Salvador ve Honduras da yer alıyor.Mayaların altın çağını, Klasik Dönem olarak bilinen M.S 250 ile 900 yılları arasında yaşadı. Bu dönemin sonunda, uygarlık bugün hala tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı gerileme sürecine girdi. Nüfus, ciddi ölçüde azalırken, halk büyük şehirleri terk etti ve uygarlığın topraklarından geriye küçük bir parça kaldı.
Bilim dünyası, Mayaların çöküşünde en büyük etkenin ormanların azalması olduğunu düşünüyor. Ağaçların yok olmasıyla erozyon verimli toprakları yok ederken, güneşin etkisini artırması buharlaşmayı ve sonucunda kuraklığı getirdi.
Ancak Georgetown, Cincinnati ve George Mason Üniversite'si tarafından yapılan yeni araştırmalar, Mayaların karşılaştığı düşünülen doğal felaketlerin uygarlığın tüm bögelerini aynı derecede etkilemediğini ortaya koydu. Terk edilen bazı yerleşimler yıllarca boş kalırken, diğer bölgeler çok daha uzun süre ayakta kalmayı başardı.
Klasik Dönem'de Maya toprakları.

Arkeologlar ise Mayaların, doğal felaketlerin yanı sıra sahip olduklrı kültürle de kendi sonlarını hazırlamış olabileceklerini belirtiyor. Bu düşünceye göre, zenginlik az sayıdaki ilahi krallardan oluşan elit bir tabakada toplanıyordu.
Ancak liderlerin savaşlarda başarısız olması veya mevsimsel kuraklıkların önüne geçememeleri sonlarını hazırlıyordu. Maya krallarının çok eşliliği benimsemesi ve arkalarında birbirileriyle savaşan nesiller bırakmaları da yolsuzluğun artmasını sağlayan bir etken oldu.
SU KAYNAKLARI SIKINTISI
Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinin bu ayki sayısında yer alan araştırmayı yürüten bilim insanları, Mayaların gerileme döneminde, bazı bölgelerdeki yerleşimler hızla çökerken diğerlerinin nasıl ayakta kalabildiğini araştırdı. M.S 100-250 yılları arasındaki sıkıntılı dönem ile 750-950 yılları arasındaki gelişmelerin yüksek ve alçak bölgelerde nasıl yaşandığı incelendi.Bugüne dek uzanan veriler, Mayaların Yucatan Yarımada'sı gibi alçak bölgelere kıyasla daha yüksek arazilerinde daha hızlı bir çöküş süreci yaşadıklarını gösterdi.
Ağırlıklı olarak yağmur suyuna bağımlı olan bu bölgeler, alçak bölgeler gibi ırmak ve nehirlere ve subatan olarak bilinen su kaynaklarına erişim sağlayamıyordu. Sonuç olarak, çok fazla işçi gerektiren su taşıma sistemleri inşa etmek yerine, kuraklık çeken Mayalar yüksek arazileri terk etti ve geri dönmedi. Buna karşılık, alçak bölgelerdeki Maya şehirleri politik ve ekonomik sıkıntılara rağmen daha uzun bir süre ayakta kalmayı başardı.
LANETLİ BÖLGELER
Araştırmacılara göre, Klasik Dönem'de Maya tanrıları ve ilahi krallar da çöküşe zemin hazırlamış olabilir. Terk edilen yerleşimler, Mayaların gözünde zamanla lanetlenmiş bölgelere dönüştü. Mayalar, ormanların kapladığı lanetli bölgeleri yeniden elde etmek için, tanrıların öfkesini çekmemeye dikkat ederek ritüeller düzenledi.
Livescience'a konuşan Cincinnati Üniversitesi'nden Nicholas Dunning, "Mayaların çöküşünde kuraklığın ve diğer çevresel faktörlerin rol oynadığı konusunda çok az şüphem var... Ayrıca, bu felaketlerin yaşandığı bölgelerin de birbirlerinden farklı olduğu dikkat çekiyor. Orta bölgelerdeki yüksek bölgeler kuraklığa karşı çaresiz kalırken, alçak bölgelerde suya erişimi kolay olan yerleşimler çevresel olumsuzluklara daha dirençliydi" dedi.
Dunning, Mayaların gerileme sürecinde kültürel faktörlerinde büyük rol oynadığını söyledi ve güçlü liderlik ile toplumun değişikliklere karşı gösterdiği esnekliğin, eski uygarlıkların nasıl sona erdiklerini anlamada belirleyici faktörler olduğuna dikkat çekti.


Kaynak : http://www.internethaber.com/maya-uygarligi-lanet-sonunu-sonu-uygarlik-maya-laneti-arkeolog--410058h.htm#ixzz1q893dUpU

Gizemli yeraltı şehri açılıyor

Gizemli yeraltı şehri açılıyor

Aksaray'ın Gülağaç ilçesinde Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nde uzmanlarca gerçekleştirilen kurtarma kazıları tamamlandı.

Aksaray Müze Müdürü ve Aziz Mercurius Yeraltı Şehri Kazı Başkanı Yusuf Altın, Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nin Kapadokya bölgesinde, Gülağaç ilçesine bağlı Saratlı beldesinde bulunduğunu söyledi.

Milattan sonra 250'li yıllara ait olan Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nde 2011 yılında başlayan temizlik çalışmalarının bu yıl kurtarma ve turizme kazandırma çalışması olarak devam ettiğini belirten Altın, “Bu yeraltı şehrinin en önemli özelliği Kapadokya bölgesinde olmayan ve bu yeraltı şehri içinde olan bir kiliseye sahip olması, içindeki mezarlarla bir gizem taşımasıdır” dedi.

AZİZ MERCURİUS YERALTI ŞEHRİ'NDEN FOTOĞRAFLAR

Yeraltı şehrindeki kurtarma kazısını tamamladıklarını ve ulaştıkları mezar sayısının 31'e yükseldiğini kaydeden Altın, şöyle devam etti:

“İçindeki kilisede geçen yılki çalışmalarda 20 mezar açmıştık. Mezarları açmaya devam ettik. Mezarları incelemek için Bakanlığımızdan bir antropolog geldi. Kilisedeki mezarları açtığımızda daha çok çocuk mezarlarıyla karşılaştık. Bir kaç tane de yetişkin mezarı bulunuyor. Üst üstüne gömülmüş kadın erkek mezarı var. Yine bir sandık tipi mezarda 3 insan iskeleti bulundu. Bu mezarın içinde kireç artıklarının bulunması nedeniyle bir bulaşıcı hastalıktan ölmüş olabileceklerini düşünüyoruz. Mezarların çoğunluğunda çocuk olması ise çocuklara olan saygının bir göstergesi... Bu dönem, Hristiyanlığın ilk dönemleri olduğu için insanlar fakir. Cumhuriyet Üniversitesi'nden gelen iki antropolog da 5 yıl gibi bir süreçte çıkan bu iskeletleri incelemeye alacaklar. Mezarlardan çıkan, erken Hristiyanlık dönemine ait bu iskeletlerin yaşam kültürleri, yaşları, ölüm sebepleri detaylı şekilde araştırılacak.”

Altın, kilisenin ortasında bir erzak ambarı bulduklarını ifade ederek, “Bunun kiliseye bağışların toplandığı bir ambar olduğunu düşünüyoruz. Yaklaşık 1,5 metre derinliğinde ve içine daha sonra açılan mezarların toprağı doldurulmuş” dedi.

“Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'ni ülke turizmine kazandıracağız” diyen Altın, “Bunun için çalışmalarımız sürüyor. Bakanlıktan gelen antropolog çalışmasını tamamladı ve yeraltı şehrinin turizme açılmasında bir sakınca bulunmuyor. Bundan sonra çevre düzenleme projesi yapılacak” ifadelerini kullandı.

Haberin devamı için linki tıklayınız....

DARISI BAŞIMIZA

'İyi niyetli kütüphane'

'İyi niyetli kütüphane'

Almanya'nın Köln kentindeki şehir parkında okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak amacıyla oluşturulan ve geçen yıl “Fikir Ülkesi” ödülüne değer görülen kütüphanede ne kitapların, ne de okuyucuların kaydı tutuluyor.Her şey iyi niyet ve gönüllülük esasına dayanıyor.

Köln şehir parkındaki küçük, yeşil ahşap kulübede hizmet veren Mini Bibliothek (Mini Bib) yani küçük kulübe, Köln Şehir Kütüphanesi'nin bir şubesi. Okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak için özgün bir proje olarak hayata geçirilen kütüphanede, ne kitaplar, ne de kitapları okumak için ödünç alanlar kaydediliyor. Okuyucu dilediği kitabı alıyor ve sadece kitabın ait olduğu kategoriye bir çizik atılıyor. İsim, adres ve benzeri bilgilere ihtiyaç yok.
Kitaplar; çocuk, edebiyat ve uzmanlık kitapları olmak üzere 3 kategoriye ayrılıyor. Kütüphaneye giren veya çıkan her kitap için ilgili kategorideki çizikler sayılabiliyor.

Mini Bib ile ilgili bilgi veren gönüllü kütüphaneci Karin Odening, önünde duran defterdeki çentikleri göstererek, günde 10 ile 30 kitabın ödünç alındığı bu küçük kütüphanede mevcut tek kayıt sisteminin nasıl işlediğini anlattı./_np/0499/16160499.jpg

Odening, “Aldığınız kitabı okumak için 2 haftanız var. Herhangi bir zorlama yok. Başka kitaplarla birlikte geri de getirebilirsiniz, bir daha uğramayabilirsiniz de... İyi niyet esas” diye konuştu.

Bu kütüphanenin türünün tek örneği olduğunu vurgulayan Odening, Köln Şehir Kütüphanesinin özellikle şehrin daha fakir ve eğitim bakımından daha geride kalmış bölgelerinde başka şubeler açmayı da planladığını söyledi.
İki yılı aşkın süredir haftanın 7 günü açık olan kütüphanede toplamda 20 gönüllü nöbetleşe çalışıyor. Gönüllülerin, profesyonel hayatlarında kitapla ilgili bir alanda çalışıyor olmaları da gerekmiyor. Odening için ise durum biraz farklı. O, yargıçlar, avukatlar ve savcılar için meslek kitapları basan bir yayınevinde çalışıyor.
 
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Yazarların kayıp eserleri

Bazı yazarların yayımlanan eserleri kadar çalındığı ya da kaybolduğu için yayımlanmayan eserleri de edebiyat tarihine geçti. Ama tabii kayıp olarak...

Hepsi dünya edebiyat tarihinde hatırı sayılır bir yere sahip. İnişli çıkışlı yaşadıkları hayatları yazın dünyalarını da etkiledi şüphesiz. Biz onları yayımlanan yapıtlarıyla tanıdık ve okurları olduk. Ama yazdıkları her yapıt yayımlanmadı. Kimi yarım kaldı, kimi öldükten sonra yakılmasını istedi, kimi elleriyle yaktı, kimi trende çaldırdı, kiminin yazdıkları da kayboldu gitti. İşte o yazarlardan bazıları ve onların tuhaf hikayeleri...


Kaleminin en güçlü döneminde yazmıştı

   

 Sylvia Plath’in tek romanı Sırça Fanus dışında başka bir roman yazmaya başladığına dair tek kanıt 1977’de Ted Hughes’tan gelmişti. Hughes, eski eşinin adı Double Exposure olması düşünülen başka bir roman için 130 sayfa civarı bir şeyler karaladığını ancak romanın 1970’lerde bir ara kaybolduğunu söylemişti. Edebiyatseverlerin karalar bağlamasının sebebi ise Plath’in Ariel kitabını oluşturan şiirleri de yazdığı dönem olması. Zira Plath kariyerinin en özgün örneklerini bu dönemde veriyordu.


Pustperest misin sen Gogol


Ömrü yettiğince ahlak ve din konularıyla mücadele eden Nikolay Gogol, başyapıtını da bu savaştan çıkarmıştı. Gogol, 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatının çığır açan eserlerinden biri olarak kabul edilen Ölü Canlar'ın devamı niteliğinde bir roman daha yazmıştı. Ne var ki, edebiyatın putperestlik olduğunu telkin eden bir papazın sözlerini dinleyen Gogol, Ölü Canlar II metnini yaktı. Delirmenin eşiğine gelen Gogol 10 gün sonra hayatını kaybetti.




Yarım kalan roman

Hastalığı iyice ilerlemiş olan Jane Austen, ölümünden sonra ailesinin The Brothers (Kardeşler) adını verdiği son romanını tamamlayamadan hayatını kaybetti. Austen’ın hastalık ve evham üzerine yazdığı son eseri Aşk ve Gurur'un ününü gölgede bırakır mıydı, hiç bilemeyeceğiz.



Yazarların kayıp eserleri: Yazarların kayıp eserleri

Yüz yıldır kayıp olan beş yüz yıllık kitap bulundu


Dublin’deki Archbishop Marsh’s Library’den (Başpiskopos Marsh’ın Kütüphanesi) yüz yıldan uzun bir süre önce kaybolmuş olan beş yüz yıllık bir kitap, nihayet iade edildi. Yunan filozof ve doktor Galen‘in beş ciltlik eserinin bir parçası olan kitap, aslında 1701′den beri kütüphaneye aitti ve özgün koleksiyonunun bir parçasını oluşturuyordu. Kitabın neden ya da nasıl kaybolduğu bilinmiyor, fakat kütüphane yetkilisi Dr. McElligott’ın açıklamasına göre, bu kadar önemli bir tıbbi metin yüz yıl önce bile ciddi bir şekilde korunuyor olmalıydı.


Irish Times‘ın haberine göre, 17. yüzyılda yaşamış doktor Theodore Gulston’a ait olan kitap Dublin’deki bir eskiciden antika bir aynayla beraber 90 avroya alındıktan sonra geçtiğimiz cuma kütüphaneye teslim edilmiş. Dr. McElligott, kitabın, görür görmez değerini anlayan biri tarafından bulunmuş olmasının büyük bir şans olduğunu söylüyor. Adsız kahramanla ilgili olarak “Özellikle de her türlü ödülü reddetmesi çok etkileyiciydi — tek istediği doğru olanı yapmaktı,” diye de ekliyor. Ciltlerin en önemli özelliklerinden biri de Gulston’ın sayfaların kenarlarına notlar almış ve bazı bölümleri kâğıt parçaları ya da iğnelerle işaretlemiş olması. “Tarihçiler ve akademisyenler için bu altın tozu gibi,” diyor Dr. McElligott.



Türkiye’de de birçok nadir eser, değerini bilmeyen aileler tarafından sahaflara satılıyor. Fakat, Divânü Lûgâti’t-Türk‘ün (Türk Diyalektikleri Sözlüğü) durumunda olduğu gibi bazen sahaflar da ellerinin altında ne bulunduğundan habersiz olabiliyorlar. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından Araplara Türkçe öğretmek için hazırlanan sözlük, uzun yıllar yok olduğu düşünüldükten sonra, 1910 yılında Ali Emiri Efendi tarafından Burhan sahaftan 33 liraya alınmış, böylece dünya üzerindeki tek kopyasının tıpkıbasımı ve günümüz Türkçesine uyarlanmış yeni baskılarıyla tabiri caizse insanlığa yeniden kazandırılmıştır (Melville House aracılığıyla).

Sabit Fikir'den alınmıştır...

SİYAHLI KADIN

Avukat Arthur Kipps müvekkili Alice Drablow'un ölümü üzerine miras işlerini halletmek, Eel Marsh Malikanesini satmak için oğlunu ve dadısını evde bırakarak Londra dışında bir kasabaya gider. Kasabalıların misafirperver olmadığını ve kasabada istenmediğini anlar fakat işlerini bitirmek için hafta sonuna kadar kalmak zorundadır. Trende tanıştığı adamın yardımıyla gelgitlerlerin ortasında kalmış Eel Marsh malikanesine ulaşır. Burada bulduğu bir takım yazılarda Alice Drablow'un oğlunun zorla evlatlık verildiğini ve çocuğun bataklıkta öldüğünü öğrenir. Araştırmalarını ilerlettikçe malikanede yalnız olmadığının farkına varır. Siyahlı kadın ve çocuklar tarafından izlenmektedir.

Bu arada kasabada garip çocuk ölümleri meydana gelmeye başlar. Kipps Alice Drablow'un ve oğlunun trajik ölümü yanı sıra çocuk ölümlerini de araştırmaya başlar ve tüm yollar siyahlı kadına çıkar. Sonunda Kipps siyahlı kadının istediğini ona verir ama her şeyin bir bedeli vardır. Ve o bedeli filmin sonunda öder.


Siyahlı Kadın karanlık, gotik bir film. Beklenmedik anda ortaya çıkan hayaletleri, sallanan sandalyeleri, nerden geldiği bilinmeyen sesleri, kendi kendine çalışan oyuncakları, mezarları, ölüleri ile tipik bir korku filmi. Son zamanlarda seyrettiğim en güzel korku filmi diyebilirim. Bu arada manzaraları çok hoşuma gitti. Filmin geneli Essex bölgesinde Osea adasında çekilmiş. Filmin başrolü Arthur Kipps karakterini Daniel Radcliffe canlandırıyor ama bana göre biraz daha Harry Potter olarak kalsaymış daha iyi olurmuş:) Nedense bu rol onun üzerinde eğreti durmuş gibi geldi bana. Radcliffe'i Harry Potter olarak görmeye olarak alışmışım ki büyümesini kabullenemedim herhalde:)) Şaka bir yana eski bir kasabada, eski evlerin arasında geçen karanlık bir korku filmi seyretmek isterseniz kaçırmayın derim...

TATİANA ALEXIEVICH VE DİĞERLERİ… KAYBOLAN MOZAİKLER.


Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir evin yüksek tavanlı geniş salonunda son notaların tınılarını bitirip ellerimizi eski piyanonun tuşlarından çektikten sonra “Bu günlük bu kadar, gelecek sefere yüz onbeş, yüz onaltı ve yüz onyedinci sayfaları çalışıp geliyorsun. Ölçülere dikkat et üç sekizlik vivace  (çabuk, canlı), üç dörtlük andante (orta hızda) ve iki dörtlük moderato (ağır)  çalınacak” dedi her zamanki gibi ‘r’ lerin üstüne bastıra bastıra, sert emir verir gibi konuşarak.
“Tamam, Bayan Tatiana” dedim. “Haftaya bu parçaları hazırlıyorum. Bu arada dikkatimi çekti bugün çok şık ve heyecanlısınız. Özel birini bekliyorsunuz herhalde?”
“Ahh evet birazdan bizim kızlar gelecek. Lina ve Anna. Sana daha önce onlardan bahsetmiştim değil mi? Hani şu balerin olanlar. Vaktin varsa otur da tanıştırayım seni onlarla”.
“Vaktim var ama rahatsız etmeyim sizleri”
“Hayıırrr. Rahatsız etmiş olmazsın, isterim onlarla tanışmanı. Bilirsin sen benim için diğer öğrencilerimden farklısın. “
“Tamam, kalıyorum o zaman”.
“Benim mutfakta biraz işim var. Votkaları hazırlayacağım, ha bir de semaveri.
Arkasından baktım, beyaz saçlarını topuz yapmış, ince, uzun boylu, buz mavisi gözlü Tatiana’nın. Daha dün gibi geldi bu eve ilk gelişim. Uzun süre ara verdiğim piyano derslerine tekrar başlamak istiyordum. Opera’da çalışan komşumuzdan yardım istemiştim.
“Bizim Tatuş var ders veren, bizden emekli, ben bir konuşayım haber veririm sana” demişti. Ertesi gün Tatiana’yla konuştum telefonunu bekliyor” diyerek hakkında fazla bilgi vermeden telefon numarasını yazdığı kâğıdı elime tutuşturdu.  Tatiana Alexievich 259…..
Numarayı çevirmemden bu yana iki yıl geçmişti.
“Daha önce piyano çalıştınız mı?”
“Evet”
“İyi o zaman”
“Derslerim kırk beş dakika sürer. Ücretimi her dersin sonunda alırım. Her hafta düzenli gelmelisiniz. Ders atlatan öğrencileri sevmem. Yarın saat üçte müsaidim.  Sizin içinde uygunsa görüşebiliriz. Gelirken daha önce çalıştığınız notaları yanınızda getirin lütfen”.
“Yarın saat üçte görüşmek üzere” diyerek bana hiç seçenek bırakmayan, tek taraflı, nefes almaksızın cümlelerin sıralandığı,  sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş hızlı bir görüşmenin sonunda adresini vererek telefonu kapatmıştı. Kimine göre oldukça itici gelebilecek bu konuşma nedense hoşuma gitmişti. Beni hiç tanımamasına rağmen şartlarını hiç kıvırmadan önüme koymuş, kısacası bu iş disiplin ister, öyle lay lay lom işi değildir ona göre gel” demek istemişti.
Ertesi gün elimde notalar, Beyoğlu’ndan Tünel’e inen sokaklardan birinde, ferforje kapılı, beş katlı eski bir apartmanın önünde Tatiana yazan zile basıp içeri girdiğimde ilk önce eski evlere özgü nem kokusuyla sonra da sırasıyla ahşap camlı ikinci bir kapı, mermer merdivenler ve yıllara meydan okumuş bir asansörle karşılaştım. İki kişinin zor sığabileceği asansör gıcırdayarak üçüncü kata çıktı. Kapıyı çaldığımda çift kanatlı kapının arkasından gelen sesi yanıtlar yanıtlamaz kapı açıldı. Karşımda yaşlı ama dimdik duran, beyaz saçlı, uzun etek ve v yakalı kazak giymiş, babet ayakkabılı bir kadın duruyordu.
                                                           
“Merhaba ben Tatiana” dedi sıkıca, kendine güvenli bir şekilde elimi sıkarak. Aklıma bir yerlerde okumuş olduğum “tanışmalarda ilk otuz saniye” isimli makale gelmişti. Bu güne kadar otuz saniyede beni etkileyen kimse olmadığı için bunun bir geyikten ibaret olduğunu savunan ben Tatiana’yı gördükten sonra fikrimi tamamen değiştirmiştim.
“İşte bu” dedim içimden. Bu kadın piyanoyu tam anlamıyla öğrenmek isteyen bana öğretebilecek kişi, bundan başkası olamaz. O ana kadar hiçte kale almadığım bir teoriyi alt üst ederek bana bunun doğruluğunu bilmeden yüzüme çarpan bu kadın kim bilir ilerde önümde başka hangi yolları açacaktı.  
Ve aradan geçen iki yıl o andaki düşüncemin hiç de yanlış olmadığını gün gibi ortaya koydu. Belli ki bende onun istediği gibi bir öğrenci oldum. Hastalıktan kafamı kaldıramadığım,  sınavlardan sabahlara kadar ders çalıştığım ve piyanonun kapağını dahi açamadığım zamanlarda bile uykulu gözlerle, sürünerek de olsa mutlaka derslerine gittim. İşte bu yüzden bende onun için farklıydım.
Salondaki gümüşlüğün üzerindeki resimlerine baktım. Resital verirken, büyük bir bahçede ailesi ile objektife gülümserken, elinde içki bardağı bir resepsiyonda, anılar, anılar. Yavaşça mutfağa doğru gittim “Yardıma ihtiyacınız var mı Bayan Tatiana” diye sordum.
“Ah yok ben her şeyi hazırladım bir tek şu semaveri fişe takacağım o kadar. Bunların elektriklilerini çıkarmışlar. Bir öğrencim hediye etti. Biz Rusya’da bunu odun ateşiyle ısıtırdık.” dedi gülerek. Gümüş tepsiye yaydığı kenarları dantel işlenmiş beyaz keten örtünün üzerine dört tane votka bardağı yerleştirdi. “Smirnoff, çarın içkisi, bilirsin” dedi. “Eskiden votkaları annem yapardı. Bende biliyorum yapmasını ama uzun iş. Marketten almak daha kolay”. Mutfak tezgâhının diğer tarafına porselen çiçekli pasta tabaklarını, parlatılmış gümüş çatal ve bıçak takımını, gümüş sıvama tekniği ile yapılmış antika sayılabilecek zarflı bardakları ve beyaz ketenden kolalanmış peçeteleri hazırlamıştı.
“Pirochki yaptım” dedi. “Bilirmisin? Rus Böreği”. Bilmiyordum ama nedense bilmiyorum diyemediğim için sesimi çıkartmadım. “Bu da Pacha, piramit pasta. Çayla ikram edeceğim bunları. Umarım seversin” demeye kalmadan kapı çaldı. “Geldiler” dedi gözleri parlayarak. Belli ki bir iki arkadaşı ve öğrencilerinden başka gelen kimsesi olmadığı için her kapının çalışı onda ayrı bir heyecan yaratıyordu.
Kim tahmin edebilirdi ki dadılarla muhteşem bir köşkte büyümüş, piyano dersleri almış, kristal ve porselenlerle donatılmış koskoca masalarda kardeşleri, anne ve babasıyla yemekler yemiş, genç kızlığında davet edildiği balolarda valsler yapmış ve bu gecelerden birinde hayatının aşkıyla karşılaşmış, Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarının karla kaplandığı kış mevsiminde bir yerden bir yere atlı kızaklarla, kürkler içinde uçarcasına yolculuklar yapmış Tatiana Alexievich’in Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde yaşamını üç beş arkadaşının ve ders verdiği öğrencilerinin yolunu bekleyerek birçok vatandaşı gibi şaşalı hayatını sona erdiren, ülkesinden kaçmasına neden olan Rus devrimi sayesinde başından geçen onca olaya rağmen yine de dimdik hayata tutunmaya çalışacağını. Aynen böyle özetlemişti bitirdiğimiz bir dersin sonunda koskoca hayatını. O zaman anlamıştım geçmişinde yaşamanın günümüzdeki yaşantısından daha mutlu ettiğini onu. Ne zaman Rusya’dan ve evinden bahsetse gözleri buğulanır ve ağlamamak için zor tutardı kendini. Her zaman son cümlesi “neyse ki canımızı kurtarabildik” olurdu.
Kapıyı açtığında içeriye kendi yaşlarında iki yaşlı hanım girdi. Aralarında Rusça bir şeyler konuştular. Salona girdiklerinde Tatiana beni Anna ve Lina ile tanıştırdı. Bu tanışma faslı bana Tatiana ile ikinci ve üçüncü kez tanışıyormuşum gibi geldi. Aynı disiplin, aynı duruş, aynı konuşma tarzıyla seri üretim yapan fabrikanın ürünleri gibiydiler.
Anna çok şık Chanell döpiyesini inci kolye ile tamamlamış, Lina ise lacivert ceket pantolon takımının üstüne gözleriyle aynı renkte bir fular takmıştı. Yetmişli yaşlarını süren bu üç kadın zariflikte birbiriyle yarışıyordu.
Bolşevik devriminden sonra güz yaprakları gibi bir ülkeden diğerine savrulan birçok Rus gibi onların payına da İstanbul’da buluşmak düşmüştü. O gün neler anlatmadılar ki geçmiş yaşamları ile ilgili. Anna’nın  göl kenarında doğduğu, duvarlarında büyük portreler asılı, koridorlarında çocuk seslerinin çınladığı, oyun oynarken kayboldukları, sütunlu koskoca köşkü. Özel öğretmenlerden aldığı binicilik ve bale derslerini, aileleri geceleri davete gittiği zaman dadılarının tüm kardeşleri şömine ateşi karşısında toplayıp anlattığı masallarla süslenmiş mutlu çocukluk günlerini.
Lina’nın her pazar ailesi ile kiliseye gidişi, rahiplerin duvarlarda yankılanan sesleri, dönüşte aşçılarının içmeleri için hazırladıkları borsch çorbasını nasıl iştahla yediklerini, tüm gün kaynayan semaveri, içilen ev votkalarını, kızaklı atları, çan seslerini, ilk aşklarını hatta arkalarında bıraktıkları nişanlılarını.
Anlattıklarını dinledikçe kendimi Dostoyevski, Tolstoy, Gogol ya da Puşkin’in kitaplarının içindeymişim gibi hissediyordum. Yoksa Çehov mu?
Ufak bir farkla Tatiana’nın deyimiyle bizim kızların hikâyeleri hep aynı şekilde bitiyordu.
Bir gün uyandıklarında St. Petersburg’un ismi  Petrograd olarak değişmiş, 1917’de kanlı bir devrim dalga dalga yayılmaya başlamış, insanların evleri basılmış, kimileri tutuklanarak bilinmeyene götürülmüş, şanslı olup kaçabilenler yanlarına alabildikleri eşyaları ile trenler ve gemilerle yeni hayatlarına doğru endişeli bir yolculuğa çıkmışlardı. Lina, Tatiana ve Anna’nın aileleri kader birliği yaparcasına İstanbul Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi. Diğerlerine göre daha şanslı sayılırlardı. Tatiana İstanbul Opera ve Balesinde yıllarca piyanist olarak çalışmış, Lina aynı yerde bir süre balerin daha sonra ise eğitmen olarak birçok eserin sahnelenmesinde balerin ve baletlere yardımcı olmuştu. Anna ise İstanbul’lu bir beyefendiye aşık olmuş, bu aşklarını mutlu bir izdivaçla tamamlamışlar, çok istemesine rağmen kendi çocuğu olmamış ama açtığı bale okulunda yüzlerce minik balerin yetiştirmişti.
Anıları eşliğinde onlarla birlikte içtiğim Smirnoff’un ve tavşankanı semaver çayının tadı sohbetleri gibi damağımda kalmıştı. Onlardan ayrıldıktan sonra İstanbul’un renkli mozaiğinin parçaları diye düşünmüştüm. O günden sonra bu yaşlı kızlarla bir daha karşılaşmadım. Önce Lina’nın, sonra da Anna’nın sonsuzluğa intikal ettiğini öğrendim.
Geçenlerde yine Tatiana’yı aradım. Uzun uzun çalan telefonu açan olmadı. Kim bilir diye geçirdim içimden, belki de kaybolan son mozaik Tatiana oldu içlerinde…
Yeşim Kuşçu Ermutlu
                                                                                              

NENNİ



Uyusun da büyüsün canlar nenni
Meydanı boş buldukta kırk harami
Bir yandan bir yana
Savrula kavrula
Yanyana
…Yana yaka
Kanlı sivas ilinde
Madımak otelinde
Alevlerin dilinde
Uyusun da büyüsün canlar nenni
***
Dandini dandini dastana
Mandalar girmiş vatana
Kov bostancı camızı
Yemesin aşımızı
Elele tutuşa
Dayana dayanışa
Uyansında büyüsün bebeler nenni
***
Diyen canların canına okundu
Tekbir getirildi kundaklar kondu
Bir yandan bir yana
Savrula kavrula
Yanyana
Yana yana
Kanlı sivas ilinde
Madımak otelinde
Alevlerin dilinde
Uyusun da büyüsün canlar nenni.

Can Yücel                                                                         


                                                                                                           
                                                                                                              

GECE, KİTAP VE KONÇERTO...


Sayfaları arasına sızdığım güzel bir kitap, ellerimi ısıtan sıcacık bir kahve, battaniye, salona dalga dalga yayılan Rodrigo'nun çello konçertosu...

Varolmanın dayanılmaz hafifliği bu olsa gerek...

Dışarıda geri dönmüş kış, buzzz gibi bir hava, çisil çisil yağan yağmur, gün ışıyıncaya kadar şehrin tüm çirkinliklerini örten pırıl pırıl ışıklar ve kitap ve müzik ve kahve, biraz da melankoli...

Şehrin üstüne yavaş yavaş çöken uyku...Ve rüyalar aleminin büyülü dünyasında kaybolmak...

Sararmış sayfaların arasından geceye süzülmek usulca, kimseyi uyandırmadan ve günü burada noktalamak yeni bir güne yeni umutlara, yeni bir günün öyküsünü yazıncaya kadar...