SEVGİLİLER GÜNÜ VE ÇİÇEKLER


14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşıyor. Mağazalar bu özel gün için hazırlıklarını yapmışlar bile. Vitrinler kırmızıya bürünmüş. Günün rengi tutkunun, aşkın simgesi kırmızı. Kırmızı kalp, kırmızı ayıcık, kırmızı mum, kırmızı balon, kırmızı iç çamaşırları, kırmızı, kırmızı....

Sevgililer Günü'nün tarihi Antik Roma'ya dayanıyormuş. 15 Şubat'ta bereket tanrısı Lupercus onuruna Lupercalia günü kutlanır ve tanrıya adaklar sunulurmuş. Lupercalia bayramı arifesinde genç erkekler üzerinde kızların isimleri yazılı olan kura çekerler ve kutlama boyunca adını çektikleri kızla çift olurlarmış. Bu kutlamalarda evlilikle sonuçlanan birliktelikler yaşanırmış.

469 yılında Papa kuralar hariç kutlamaları yasaklamış. Kuralarda ise kızların yerine azizlerin isimleri yazılmasını şart koşmuş.

İmparator II Cladius ise erkeklerin eşlerini ve ailelerini bırakıp savaşa gitmek istememelerinden 
dolayı evliliği yasaklamış. Aziz Valentin Cladius döneminde Romada yaşayan bir papaz imiş. Kendisi gibi papaz olan Aziz Maurius ile birlikte evlenmek isteyen çiftleri gizlice evlendiriyorlarmış. Bu durum bir süre sonra imparatorun kulağına gitmiş ve Aziz Valentin'i tutuklatarak öldürtmüş. 14 Şubat'ta da gömülmüş. Bu olaydan yaklaşık 200 yıl sonra Papa Gelanius Aziz Valentin'i onurlandırmak için 14 Şubat'ı Aziz Valentin günü ilan etmiş.



Yıllar sonra 14 Şubat sevgililerin birbirlerine aşk mesajları gönderdiği bir güne dönüşmüş ve Aziz Valentin sevgililerin koruyucu meleği olarak anılmaya başlamış.

1800 li yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk sevgililer günü kartını yollamasıyla bu gün dalga dalga diğer ülkelere de yayılarak kutlanmaya başlamış. 14 Şubat'ta sevgililer aşklarının ifadesi olarak birbirlerine ufak hediyeler verirlermiş. Çikolata ve çiçek sevgililer gününün sembolik hediyeleri haline gelmiş.


Çiçekler...Sade ama anlamlı. Her birinin ayrı dili olan rengarenk, mis kokularıyla duyguların en güzel ifade şekli. 

Her çiçeğe ayrı bir anlam yükleme ilk kez 1600 yıllarında İstanbul'da başlamış. 1716'da İstanbul'da yaşayan İngiliz Lady Mary Wortley Montagu ülkesini dönerken çiçek dilini yanında götürmüş. Zamanla bu dil İngiltere'den Fransa'ya oradan da Avrupa'ya yayılmış. 


Sevgililer Günü'nüne damgası vuran çiçek aşkın çiçeği kırmızı güldür. Verilme nedeni ne olursa olsun benim çiçekteki tercihim mis gibi kokusu kırılgan yapısıyla kışın prensesi fulya'dır. Aralık Ocak geldiğinde fulyalar sokak çiçekçilerinin sepetlerinde yerlerini aldıklarında gözüm başka çiçeği görmez. Demet demet alır gelirim eve. Özenle yerleştiririm vazoya. Gidip gelip koklarım. İki üç aydır ömürleri, sonra bir sonraki kışa kadar başka çiçeklere bırakırlar yerlerini. Fulya'nın çiçek dilindeki manası beni unutma demek miş.


Bu Sevgililer gününde sevgilinize çiçek almak istiyorsanız aşağıdaki yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim. İçlerinden biri aşkınızı ve kendinizi en iyi ifade eden çiçeklerden biri olabilir.

İşte çiçeklerden bir mana buketi:)

Beyaz gül                                        Masumiyet
Kırmızı gül                                       Aşk
Pembe gül                                     Gönlüm sende
Sarı gül                                           Sıcak sevgi

Lilyum                                             Güven

Orkide                                            Gurur

Kırmızı karanfil                               Sevgi
Pembe karanfil                              İçtenlik
Sarı karanfil                                    Hüzün
Beyaz karanfil                                Temizlik, saflık

Beyaz krizantem                            Sadakat
Kırmızı krizantem                           Sessiz istek

Kırmızı lale                                      Seni seviyorum
Beyaz lale                                       Sağlık
Pembe lale                                     Anlayış

İris                                                    Hatıra

Kırmızı glayör                                  Zerafet
Beyaz glayör                                  Dostluk
Sarı glayör                                      Kıskançlık
Mor glayör                                      İnanç

Erken bir Sevgililer Günü yazısı oldu biliyorum ama asıl sürprizi 14 Şubat'a bıraktım.
Güne yakışan çok özel bir şiir hediye edeceğim tüm aşıklara. Romantizm, aşk ve erotizm kokan bir şiir...

Kanuni’nin denizcileri Malta’da günışığına çıktı

Kanuni’nin askerleri kazı çalışmasında bulundu

Malta’da yapılan yol çalışmasında, adayı fethetmek için 1565’te kuşatan Osmanlı İmparatorluğu donanmasının denizcilerine ait olduğu sanılan insan kemikleri bulundu. İnşaatçıların çalışması durduruldu bölgeyi arkeologlar araştıracak.

OSMANLI deniz savaşlarında çok önemli bir tarihi yeri olan Malta Adası’ndaki kazı çalışmalarında çıkan insan kalıntılarının Türk denizcilere ait olduğu belirlendi.

Tarihçileri heyecanlandıran bulgu “Malta Mirası” ve “Ulusal Miras’ın Koruması” adlı vakıfların yetkililerince yapılan incelemede ortaya çıktı. Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının sonuna yaklaşıldığı 1565 yılında Osmanlı kuvvetleri Malta’ya dört ay süren bir kuşatma uygulamıştı. Tarih boyunca yaşanan en kanlı ve şiddetli savaşlardan biri olarak gösterilen kuşatma, Ada’yı yöneten Hospitalier Şövalyeleri’nin galibiyeti ve Osmanlı kuvvetlerinin kuşatmayı kaldırması ile sonuçlanmıştı. Türk esirlere ait kalıntıların Marsa kasabasından Valetta sahiline yapılan bir yol çalışması sırasında bulunduğu ve tarihçilerin olayı daha iyi araştırıp kemikleri toplayabilmesi için yol çalışmalarının durdurulduğu kaydedildi. Yetkililer kazı alanında geçmişte bir caminin bulunduğunu da belirledi. Ancak 200 yıl önceki İngiliz işgali sırasında mezarlık ve caminin yıkıldığı anlaşıldı.

Türk askerleri zehirlenmişlerdi
Haberin tamamını okumak için linki tıklayınız...

KARLI GÜNLER SÜRÜYOR YİNE-ATİLLA BİRKİYE'DEN

                                              

Kar yine geldi çaldı kapımızı. Dışarısı buzzz gibi. Beyazlık, aydınlık çöktü şehrin üzerine:) Beyazlığın üstünde trafik keşmekeşi, ulaşım sorunu gibi siyah noktalar oluşsa da İstanbul farklı güzel manzaralar sunuyor her semtinde seyircilerine. Çıkıp biraz yürümek lazım...Dikkatlice, yavaş adımlarla...

İşte Atilla Birkiye böyle yazmış "Karlı günler sürüyor" yazısında..."Yürümeliyim..."


Kar iyice kenti sardı. Yalnız damlar değil beyazlaşan; sokaklar, kaldırımlar, parklar, merdivenler (ah, İstanbul’un merdivenleri!), bazı caddeler, bile.
Bir cumartesi sabahı, yine yalnız ama bu kez, ne hikmetse bir sevinç çığlığı uyanışta ya da kendine güven duygusu.
Kar lapa lapa yağıyor, İstanbul beyaz.
Yürümeliyim diye düşünüyor insan…
Boğaz yeşil ile mavi arası dönüşümlü, iki beyaz bakışımlı kıyı ortasında…
Hava soğuk, olsun yine de yürümeli insan.
Belki de kar neden, uyanıştaki sevinç çığlığına. Bir sevinç çığlığı daha sokağa çıkınca: yerler beyaz ve kaygan, birlikte; çocukluk günleri sanki.
İstiklal caddesinde yürüyorum, herkes gibi ben de adımlarımı özenle atıyorum; dikkatli, güvenli ve sağlam adımlar atıyorum.
Düşsem n’olur ki…



TAROT

                                                                   
Son günlerdeki merakım Tarot. Okuduğum bir yazıdan sonra öyle böyle değil fena halde taktım. 


Joker'in hayalperestliğine, Büyücü'nün mucizelerine, manastırın kalın duvarları arasında yaşayan Baş rahibenin güçlü sezgilerine, İmparatoriçenin şefkatine, Ölümün kaçınılmazlığına, Münzevi'nin mistik gücüne kapıldım gidiyorum. 


Tarot geleceği gösteren bir fal değil insanlık tarihinin kehanet yöntemlerinden biridir diye yazıyor kitaplar. Tarot'un tarihçeside kartların anlamları gibi gizlidir demeyi de ihmal etmiyorlar.


Tarot'un tarihi kimilerine göre Çin'e kimilerine göre Mısır'a dayanmakta ama somut olarak 14yy sonlarında Avrupa'da ortaya çıktığı yazılmakta. 1392'deki kartlardan sadece 17 tanesi günümüze kadar gelebilmiş. Daha sonra İtalyan ressam Bonifacio soylu Visconti ailesi için bir deste yaratmış. Visconti destesi günümüze kadar ulaşan ilk tarot destesi olarak bilinmektedir. 


Fransız düşünür Antoine Court de Gebelin 22 Büyük Arkana kartlarının eski Mısır uygarlığının dinsel öğelerini içerdiğine inanarak tarotu yeniden yorumlamış ve yarattığı kartlar Mısır Uygarlığındaki gizli öğretilerin görsel bir yansıması olmuş. 


18yy. ve 19yy mistisizmle ilgilenenler tarotun basit bir kart oyunundan farklı felsefesi olduğunu savunmuşlar.


Kartların üzerinde simyaya ve astrolojiye ait simgeler olduğu için okültizm (gizli bilim)  ile ilgisi olduğu söyleniyor. 

                                                                           


78 adet tarot kartları iki ana bölüme ayrılabiliyor. 22 tane Arkana Majör ve 56 tane Arkana Minör. (Majörler ve minörler kulağa hoş gelen bir melodi gibi). 


Arkana Majörler hayatın ruhsal, psikolojik, manevi gibi gizli yönlerini ortaya çıkarırken, Arkana Minörler günlük hayattan bilgi veriyorlar. Kartların düz anlamları olduğu gibi ters açılış anlamlarıda var. Bazen ters gelmesi düzlerinden daha hayırlı olabiliyor.  


Arkana Minör Asalar, Kupa takımı, Kılıç takımı, ve Tılsım (para) takımı olarak ayrılıyorlar. 

Asalar hırsı, karalı hedeflerin peşinden koşan girişimci insanları simgeleyen koç, yay ve aslan burçlarıyla özdeşleşiyorlar. 


Kupalar sevgi, aşk, aile gibi yaşamın duygusal yönlerini işaret eder. Balık, yengeç ve akrep burçları özelliğini gösteriyorlar. 


Kılıçlar mücadeleyi simgeliyor. Mücadelenin yanı sıra adalet, zafere ulaşma gibi anlamlar taşıyor. Burçları ikizler, terazi ve kova.


Tılsımlar (para) ise yaşamın maddi yönünü belirtiyor. Ayrıca azim ve hırsı simgeliyorlar. Boğa, başak ve oğlak burçlarının takımıdır. 


Saraylı kartlar ise kişilerin fiziksel ve psikolojik yönlerini ortaya koyarlar. 


Arkana Majör kartları hayatım manevi yönünü belirtiyor. Örn, Büyücü bilinçli bir zihnin temsilcisidir. Arkana Majör kartları varsa açılımda psikolojik ve ruhsal kuvvetlerin rolü vardır. Ölüm ve Şeytan bu grubun en kötü kartlarıdır.  


Tarot'un farklı desteleri vardır ama en ünlüsü Arthur Edgar Waite'ın geliştirtirdiği Raider-Waite destesi. Farklı desteleri gibi farklı açılışları oluyor. Bu açan kişiye göre değişiyor fakat Kelt açılışı en yaygını olarak biliniyor. 

                                                                    
                                                              
Tarot açılışı için uygun zaman ve mekan seçmek gerekiyor. Temiz güzel kokulu bir odada, mum ışığı eşlinde, sakinleştirici bir müzikle tam konsantrasyonla açılan kartların en doğruyu göstereceği belirtilmekte. Kartların tümünü bir resim olarak görmek ve yorumlamak ayrıca önemli. 


Ben şimdilik her güne bir kart seçip öğrenmeye çalışıyorum. Bakalım sonuna kadar gidip öğrenebilecek miyim yoksa sıkılıp yarı yolda mı bırakacağım. Henüz bunun cevabını vermediler. Bende kartlarda beklemedeyiz bu konuda...


 Benim gibi merak sarmış olanlara ve saracaklara bir kaç kitap önerisi;


A'dan Z'ye Tarot Fal Kitabı                 Marcia Masino          Gün Yayıncılık


Modern Tarot  (Rönesans Tarotu)      Jane Lyle                   Gün Yayıncılık


Kehanet Kitabı Tarot                            Nezih Yıldırım             KS Games                 

                                                                                 
                                                                          

CADI - PRİNKİPO'DA BÜYÜLÜ BİR ARAYIŞ



Sevgilisi Kenan'ın annesinin zengin bir kız olsaydı Ümran'ı tabii alırdık ama bu durumda imkansız, davul bile dengine Kenan'a layık bir kız buluruz demesiyle yok olan Kenan'ın yerine geçen eczacı kalfası İbrahim'le olan ilişkisiyle başlıyor roman. Ümran İbrahim'le evleniyor bir de çocukları oluyor. 


İlerleyen sayfalarda İbrahim'i adaya sırtını dönmüş gözünde yaşlarla yumrukları sıkılı bir şekilde adanın en güzel kızını aldığım halde, kalfalıktan eczane sahipliğine yükseldiği, bir oğula sahip olduğu ve güzel bir köşkte oturmasına rağmen her sabah neden bu kadar mutsuzluğa uyanıyorum sorusunu sorarken buluyoruz. 


Ümran ise olanlara İbrahim'le annem çıldırıyor. Çıldırsınlar hayatımı, mutluluğumu kazanmaya çalışan benim ama gelmeyecek yok olmaya mahkum olanım, yolu bulamayanım gölgelere karışacağım diyor ve hikayenin ortasında dediğini yapıyor. Sonrası mı? Sonrası fallar ve hurafelerle hikayenin devamında...


Ümran, İren, kocakarı, büyücü, falcı, Ferman adanın sokaklarında, çamlarda Oylum Yılmaz'ın farklı üslubuyla kendi öykülerini anlatarak dolaşıyorlar. Aman dikkat! Okurken konularla birlikte içlerine karışabilirsiniz. Mutlaka bir çıkış yolu bulun. Ne de olsa karşınızda bir CADI var.  


Fantastik kurgu ve lirik dille yazılmış değişik tarzda bir roman. Bu tür anlatıları sevenlere tavsiye edilir.


Ve her zamanki gibi iyi okumalar dileklerimle kitaptan ufak bir tadımlık;


"Ah ben bile sonra öğrendim, arkadaşlarım nereden bilsindi, Ada'nın eski ruhlarıyla zaten hiç eskimeyen cinlerinin biz dağıldıktan çok sonra hala önlerinde asılı duran an'a, günün akşam olduğu o an'a tedirginlikle, şüpheyle, kararsızlıkla bakıp durduklarını. Ahh, onlar ki adalılardan daha adalı olanlar, onlar ki adanın ağaçlarından daha diplere kök salanlar, adayı çepeçevre saran suları yaracak tek güce sahip olanlar...Dikkatli bir endişeyle, kararsızlıkla, tedirginlikle yaşıyorlardı bu an'ı, tekrar tekrar, hiç usanmadan her ayrıntısıyla yeni baştan hatta doğumumla her şeyi en baştan...Adaya, o vakitler herkesin Prinkipo dediği, dört yanı denizlerle çevrili bu kara parçasına getirdiğim karanlığı izliyorlardı., onlar bile bilmiyorlardı, oysa karanlık hep oradaydı, karanlık zaten onlardı..."  


CADI                     Oylum Yılmaz                                Sel Yayınları

SON OKUR


Dün gece kitabın son sayfasını okumayı bitirip yattığımda saat kaçtı bilmiyorum. Özellikle bakmadım. Gece 1-2 veya 3. Akşam yemeğinden sonra David Toscana'nın Son Okur'unu elime aldığımda kitabı saat kaç olursa olsun bitirmeyi kafama koymuştum ve sonuna kadar bir solukta okudum. Arada tabi ki ufak bir kahve keyfi yapmayı da ihmal etmedim. Kitap içinde kitap, hikaye içinde hikaye hepsi bir kütüphanede. 

Roman bir yıldır yağmur yağmayan ve kuraklığın pençesinde kıvranan Icomole köyü sakinlerinden Remigio'nun bahçesindeki kuyuya kova sarkıtmasıyla başlıyor. Kuyuları bile kurutan öyle bir kuraklık var ki bunu "gökten ne bir damla yağmur düşmüştü ne de bir damlacık tükürük" diye anlatıyorlardı.

İşte böyle bir ortamda kendi deyimiyle bir ısırıkcık su almak için kovasını kuyuya sarkıtan Remigio kuyunun içinde su yerine ufak bir kızın cesedini buluyor. Daha önce hiç görmediği ve köyün dışından olduğunu düşündüğü bu güzel kız çocuğunu kuyunun derinliklerinden çıkarttıktan sonra köy kitaplığındaki tüm kitapları okumuş kitaplık görevlisi babası Lucio'ya kızı anlatır. Babası kütüphaneye giderek bir kitap alır ve okumaya başlar. Remigio ilk önce duruma sinirlensede sözcükler bire bir evindeki kızı betimlemeye başlayınca babasının okuduklarına ilgisi giderek artar. Kitabın adı "Babette'in ölümü" dür. 

Lucio oğluna cesedi kimse görmeden bahçesindeki ağacın altına gömmesini söyler ve hikaye bundan sonra hız kazanır. Küçük kızın annesinin köye gelmesi, Lucio ile karısı Herlinda'nın hayatı, Melquisedec'in sır ölümü, köye su getiren tankerin hortumundan çıkan suyun altında ıslanan, dans eden köylüler ve sonunda aylardır bekledikleri yağmurun gelişi...

 Yaşamla ölüm, gerçekle hayal birbiriyle harmanlanarak kitap sona ulaşıyor. 


29 yaşında yazmaya başlayan Meksika Polonya arasında yaşayan kitabın yazarı David Toscano 1961 Meksika doğumlu. Bugüne kadar sekiz romanı ve bir öykü kitabı yayınlanmış.  


Kitaptan ufak tadımlıklar;


"Okullarda bazı şiirleri öğrencilere zorla belletirler, bu dizeler insanın zihninde kalır, aradan yirmi ya da elli yıl geçtiğinde bile o eski öğrenci ister bir barda olsun ister aile toplantısında, dizeleri ezbere söylemek için her fırsatı değerlendirirdi."


"Armağan edilen ama okunmayan, kullanılmayan bir kütüphanenin raflarına düşen, bir kitaplığı doldurmak için satın alınan, başka ürünler alınırken verilen, okurun daha ilk bölümden ilgisini yitirdiği, yayıncının deposundan hiç çıkmayan, öylesine satın alınan kitaplar vardır."


"Onun gibi bir iç sıkıntısının Icamole'ye kadar ulaşması için yazarın, düzeltmenlerin, yayıncının, matbaanın, kitapçıların ve hatta okurların işbirliği gerekir."


"Lucio kitabın son bölümünü okumaya karar verdi çünkü iyi bir finalin iyi bir kitabın göstergesi olduğunu biliyordu. Başlangıçlar için aynı şey söz konusu değildi."


"Sayın Başkan, dedi Lucio yüksek sesle, bu kitabı ne yapacağız? Ateşe at, yanıtını verdi ve dediğini yaptı, tek bir el hareketiyle tam yetmiş bin sözcük mahkum oldu." 


Okumak isteyenlere tavsiye edilir:)



Son Okur                 David Toscana                  Kırmızı Kedi Yayınevi



Sarayda kepçeyle yıkım

Daha önceki yazılarımda ve paylaşımlarımda yurt dışına kaçırılan eserlerin Türkiye'ye getirilmesini istemiyorum çünkü orada bizim eserlerimizi dünya mirası gözüyle bakıp müzelerde bizden iyi koruyorlar diye yazmıştım. Bazı arkadaşlarım buna karşı çıkmıştı. Ben her zaman bu düşüncemin arkasındayım. Biz daha elimizdeki eserlere değer vermezken, yüzyıllar öncesini bir kepçeyle yerle bir edip yerine bir otel dikilirken eski eserleri Türkiye'ye getirmenin ne manası var? İşte Vatan Gazetesi'nin haberi...Sarayda kepçeyle yıkım...
 
 
Sarayda kepçeyle yıkım Sultanahmet'te Bizans Büyük Saray'a ait tarihi yapı iş makineleriyle yerle bir edilip yerine otel yapılırken kimsenin kılı kıpırdamadı.

Radikal'in haberine göre, Sultanahmet’te 1. Derece Koruma Bölgesi içinde yer alan, kentsel ve arkeolojik sit alanı içindeki Bizans Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapıyı iş makinalarıyla yerle bir edip yıktılar. Yerine beş katlı otel diktiler. Bu sırada durumu fark eden uzmanların İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu ile Fatih Belediyesi’ne yaptığı bilidirim sonuç vermedi.

Koruma Kurulu bir ay sonra inşaatın durdurulması yönünde karar aldı. Bir ay içinde inşaat beş kat yükseldi, çatı aşamasına geldi. Sultanahmet Mahallesi 98 ada 1,2,22 ve 33 parselde yer alan inşaat, arkeologlara göre Bizans Büyük Saray’ın üstüne yapıldı. İki parsel yanında, Sultanahmet Eresin Otel’in altında da benzer kalıntılar inşaat sırasında çıkmış, otel sahipleri bu kalıntıları koruma altına alarak müzeye çevirmişti. ‘Güçlendirme’ izniyle Sultanahmet Küçükayasofya Caddesi üzerinde 1 ve 2. parseli korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilen, diğer parselleri de 2. derece korunması gerekli kültür varlığı olan yapılar bir gecede yıkıldı. Ancak yıkımdan önce Fatih Belediyesi’nden güçlendirme izni alındı.

İnşaat yapılacak alanın etrafı suntadan tahta paravanlarla kapatıldı. İçeride ne olup bittiğinin görünmemesi için küçük bir delik bile bırakılmadı. Ardından önce tarihi binalar yıkıldı. Temele kadar inildi. Altta Bizans Büyük Saray’a ait duvar kalıntıları ve tarihi yapılar çıktı. Bunlar da iş makineleri ile yıkıldı. Tüm bunlar olup biterken ne Büyükşehir ne de Fatih Belediyesi’nden bir yetkili uğradı. Temel betonlarının bir kısmı atılıp tarihi duvarların iş makineleri ile yıkıldığı sırada çevredeki işyeri sahiplerinden şikâyet geldi.

İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanları adrese gittiklerinde gördükleri manzara karşısında şaşkına döndü. Bizans Büyük Saray’a ait olduğunu düşündükleri 4 metre genişliğinde yaklaşık 10 metre yüksekliğindeki tarihi duvarlar yerle bir edilmişti. Uzmanlar, bunu yapmalarının yasak olduğunu ve inşaatı durdurmaları gerektiğini söyledi. ama gözlerinin önünde yıkım devam etti. 1 ay sonra karar alındı Geçen 15 Aralık günü tespit edilen bu durum, İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu’na, Fatih Belediye Başkanlığı’na ivedilikle bildirildi. Koruma Kurulu bu şikâyeti tam 1 ay sonra gündeme aldı.

18 Ocak 2012 tarihli Koruma Kurulu kararında şöyle denildi:

“Açığa çıkan tarihi duvar kalıntılarının İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce kalıntı rölevesinin ve niteliğini açıkça belirten raporun hazırlanarak kurulumuza iletilmesine, söz konusu alanda her türülü inşai faaliyetlerin ivedi olarak durdurulmasına, 1 ve 2 parsellere ait güncel röleve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin kurulumuza iletilmesine karar verildi.” 5 yıla kadar hapis Koruma Kurulu inşaatın durdurulmasını istemişti ama inşaatın 5 katı da bitmiş, çatısı yapılıyordu. Kurulun rölevesini istediği tarihi duvarlar da hafriyat oldu.

2863 sayılı yasanın 65. maddesi a fıkrasında şöyle diyor:

“Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya her ne suretle olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır.”

Bir şeyler döndü ama ne!

Bir kurul yetkilisi şunları söyledi: “Tarihi yarımada bütününde yapılaşma ve araştırma için yapılacak temel kazıları müze denetiminde olmalıydı. Ancak belediye haber bile vermedi. Belli ki inşaatı yapanlara arka çıkılıyor. Kurulun gündemine geç alınması da şüpheli. Çünkü geçen yıl nisan ayında bir karar aldık. Bu tür acil durumlarda faksla ya da telefonla gelen ihbarlar karşısında kurul toplanana kadar inşaatın durdurulmasına karar vermiştik. Bir şeyler döndü ama ne olduğunu anlamış değilim. Belediye de kurul yöneticileri de bu durumdan mesuldür.”

‘Dehşete kapıldım, bu bir vandalizm’

Arkeologlar Derneği İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Necmi Karul: “Dehşete kapıldım. Bu bir vandalizm. Belli ki bir yapı kompleksine ait duvar kalıntıları. Saraya ait bir yapı gibi görünüyor. Gözümüz gibi baktığımız tarihi yarımadada bu nasıl yapılır? Belediye nerde? Koruma Kurulu nerde? Hiç kimse görmemesi ilginç. Arkası oldukça sağlam biri olmalı. 2863 sayılı yasa hapis cezası öngörürken bu nasıl bir cüret? Ancak yasa var ama kâğıt üzerinde, uygulayacak yönetici yok! Fourseasons Otel daha önce Bizans Sarayı üzerine yapıldı. Buradan cesaret alıyorlar."

ESKİ KİTAPLAR,SAHAFLAR VE KELİMELER



Notos dergisinin Şubat-Mart sayısındaki kitaplarla ilgili iki proje dikkatimi çekti. 


İlki "Eski kitapların gizli tarihi" başlıklı yazı bana eski kitaplar ve sahaflar konusunda yalnız olmadığımı gösterdi.


Sahaflar Tepebaşı'nda başlıklı yazımda ;
"Neyse sahaflardaki o eski kitap kokusu beni cezbeden kokuların başında geliyor. O kitaplardaki yaşanmışlık hissi ise beni bambaşka dünyalara götürüyor. Galatasaray'da sahaftan aldığım bir kitabın ilk sayfasında şöyle bir not vardı: 8.12.1996 ...... Seni seviyorum. (Yazının hepsini ve isimleri yazmak istemedim. Bende kalsın, aşklarına saygı olarak)   
Belli ki bu kitabı sevdiği bir kıza hediye etmişti. Kitap okundu ve sahafın raflarındaki yerini aldı. Belki de aşk bitti kitap gitti...O kitabı kıza nasıl verdiğini hayal ettim...(Burada herkes kendi hayalini kursun bi zahmet:) Okurken neler hissettiğini, neler düşündüğünü, nerede okuduğunu vs...O yaşanmışlık duygusu. İşte bu yüzden sahafların ayrı bir yeri var benim için." diye yazmıştım

Esneyen Kedi adlı okurum ise şöyle bir yorum yapmıştı benim yazıma;
"Aldığınız kitabın içinde bir eski,kurumuş çiçeğe, ya da geçmişte bir sevgiliye yazılmış bir notu da bulabilirsiniz. Sahaflar (sahhaf), tozlu raflarında tarihi saklayan yerlerdir."


Sahaflardaki kitapların ve içinden çıkan notların günümüze taşıdığı yaşanmışlık özelliğinin kitaplara yansıyan özelliğini anlatmaya çalışmıştım. Ve Esneyen Kedi'nin yorumunu okuyunca, işte budur demiştim kendi kendime, bundan güzel anlatılamazdı...


"Eski kitapların gizli tarihi" de tam bunu anlatan bir yazı:) 
İngiliz yazar Wayne Gooderham kısıtlı bütçesi ve eski kitaplara düşkünlüğü sayesinde sahafların müdavimi olmuş ve o kitapların sararmış sayfalarındaki bu notlar dikkatini çekmiş. O günden itibaren de kitapların gizli tarihinin izini sürmeye başlamış. Ve daha da ileriye giderek www.bookdedication.wordpress.com'da paylaştığı yazılarını Guardian'da yayınlamaya başlamış. 


Belki diyor yazar bu sayede sizi eski kitabınızla tekrar buluşturabilirim. 




Diğer proje ise "Small Demon". "Küçük şeytanlar" Los Angeles'da bir grup girişimcinin kurduğu bir site.  Yazılanlara göre bu internet sitesine üye olduktan sonra arama kutucuğuna girdiğiniz sözcük, sizi bu sözcüğün geçtiği kitaplardan alıntılara ve bu alıntılarla ilgili başka bağlantılara götürüyormuş. (Siteye girdim ama üye olmadığım için bir yerlere gidemedim:). 


"Yalnızca bir kitap seçin ve sizi nereye götürdüğüne bakın. Hikayenin sayfaların ötesinde bir yaşantısı var." diyor site yöneticileri.


İkisi de birbirinden güzel, ilginç. Ben yazımı burada bitirip kütüphaneme gidiyorum. Sahaflardan aldığım kitapların ilk sayfaları karıştırmaya, bakalım gözümden kaçan bir şeyler olmuş mu? 













Yeni bir kitap çıktı izledin mi?

Kitap okumanın Avrupa ülkelerine göre en düşük seviyede olan ülkemizde yayınevleri kitaba dikkat çekebilmek ve insanları okumaya sevkedebilmek için dünyada son yıllarda uygulanan bir yöntemi gündemi getirdi. Kitap Tanıtım Videoları. Zülfü Livaneli'nin Serenad'ının videosunu çok beğenmiştim. Ve yavaş yavaş bu tanıtım diğer kitaplara da uygulanmaya başladı. 
 
Radikal'den Burcu Ayaz Kitap Videolarını anlatmış. İşte o yazı...

Soru yanlışlıkla yazılmadı. Artık bir kitaba başlamadan önce interneti kolaçan edin, karşınıza bir fragman çıkması mümkün. Yayıncılar genç neslin ilgisini çekmek için kitaplara video çekiyor

Yeni bir kitap çıktı izledin mi?
Türkiye de kitap tanıtım filmi çeken ilk yazarlardan olan Ahmet Ümit in son romanı İstanbul Hatırası nın iki dakika süren videosu, bir filmden kısa bir bölüm gibi...

KAR VE FİLMLER

Kar halen var gücüyle etrafı beyaza boyamaya, geceyi aydınlatmaya devam ediyor. Buzzz gibi havada ufak bir yürüyüşten sonra tarçınlı çayımı yudumlarken aklıma içinden kar geçen filmler geldi. Parmaklarım kendini hissetmeye başlayınca hayat paylaşınca güzel diyerek başladım yazmaya.

Hmmmm ilk aklıma gelen Dr. Jivago oldu. Omar Sherif ve Julie Christie'nin başrollerini paylaştığı 1965 yapımı film. Boris Pasternak'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan yaklaşık 3.5 saatlik görsel şölen. Hatıralardan silinmeyen o meşhur müziği ise bestecisi Maurice Jarre'a en iyi film müziği dalında Oscar ve Grammy ödülü getirmiş o zamanlar. Uçsuz bucaksız karlı sahneleri içeren romantik ve destansı film Rus ihtilali sırasında yaşanan bir aşk hikayesini anlatıyor.



Rusya'nın karlı steplerinden Amerika'ya gidiyoruz ve bu kez perde de "Love Story" var.
Ryan O'Neil ve Ali Mc Graw'ın başrollerini paylaştığı dramatik aşk öyküsü. Francis Lai tarafından bestelenen filmin unutulmaz müziği En iyi Orjinal Müzik Oscar'ına layık görülmüş.



Sırada 1862 yılında yazılmış Victor Hugo'nun ünlü Sefiller adlı eseri var. Ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılan Jean Valjean'ın dramatik öyküsünü anlatıyor film.




Biraz daha günümüze yaklaşıyoruz. 2005 yapımı Kar Mucize'si yansımış beyaz perdeye.
Noel arifesinde yağan kar sonucu yaşanan küçük mucizeleri anlatıyor bu kez. İçinde biraz dram, biraz komedi çokça romatizm var. Kar olur da romantizm olmaz mı:)



Uzak diyarlardan ülkemize geliyoruz ve son yıllarda en çok beğendim filmlerden biri var bu kez.
Reha Erdem'in Kosmos'u. Kars'ın büyülü atmosferi içinde mucizeler yaratan bir hırsızın hikayesini anlatıyor film.

                                      

Ve son filmim Tarık Akan'ın Deli Deli Olma. O da Kars'ta geçiyor. Çarlık Rusya'dan kaçıp Kars'a yerleşen Malakan'ların öyküsü var filmde. Son Malakan'ın öyküsü dersem daha doğru olur. Karlar içinde geçen yıllar ötesinden günümüze uzanan bir aşk filmi.




Ufakta olsa bir gezinti yaptım içinden kar geçen filmler arasında...Şimdi içlerinden biri iyi gider doğrusu. Sizce:)

Van Gogh'un eserlerine gireceksiniz

 
Eserlerine gireceksiniz

10 Şubat-15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Karaköy Antrepo 3’te, 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında da Ankara Cer Modern’de sanatseverlerle buluşacak olan sergide, Vincent Van Gogh’un en ünlü eserleri, izleyiciyi ışık, renk ve ses senfonisinin içine alacak.

Türk ilaç sektörünün lideri Abdi İbrahim, 100’üncü kuruluş yıldönümünü dünyanın en büyük ressamlarından biri olarak kabul edilen Van Gogh’un eserlerini bugüne kadar hiç deneyimlenmemiş yepyeni bir formatta sunan etkileyici bir sergiyle kutluyor.

Sanat, bilim ve teknolojiyi yenilikçi bir şekilde harmanlayan ve bu özelliğiyle Abdi İbrahim’in 100 yıllık bakış açısını yansıtan sergi, izleyiciyi alışılageldik müze kavramının ötesine geçirerek, resmin hikayesinin içinde bir yolculuğa çıkarıyor.   

PRÖMİYERİNİN HEMEN ARDINDAN İSTANBUL'DA
3.000’in üzerinde digital imajın tek bir hikaye anlattığı çarpıcı bir sanat ve teknoloji füzyonu olan Van GoghAlive, geleneksel sanat, multi medya görüntü teknolojisi ve sinematografik yönetmenliğin eşsiz bir birleşimiyle; cezbeden, eğiten ve eğlendiren alternatifsiz bir deneyim sunuyor.

Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan ve Singapur’daki dünya prömiyerinin hemen ardından İstanbul ardından da Ankara’da sanatseverlerle buluşacak olan sergi, 2012 yılı boyunca sanat dünyasının ilgisini Türkiye’ye çekecek.


ÇERÇEVE YOK, İÇİNDESİN...
Van GoghAlive Digital Sanat Sergisi’nde, SENSORY4 teknolojisiyle donatılmış yüksek çözünürlüklü 40 projektör aracılığıyla, çok kanallı animasyonlar ve sinema kalitesindeki surround ses sistemi birleştirilerek; dünyada en çok ilgi çeken eşsiz bir görüntü kullanılıyor. Dokunmak isteyeceğiniz kadar gerçek, dev boyutlardaki kristal netliğindeki görüntüler, İstanbul Karaköy Antrepo ve Ankara Cer Modern için özel olarak tasarlanan çok çeşitli ekranları ve yüzeyleri aydınlatıyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...