TAROT

                                                                   
Son günlerdeki merakım Tarot. Okuduğum bir yazıdan sonra öyle böyle değil fena halde taktım. 


Joker'in hayalperestliğine, Büyücü'nün mucizelerine, manastırın kalın duvarları arasında yaşayan Baş rahibenin güçlü sezgilerine, İmparatoriçenin şefkatine, Ölümün kaçınılmazlığına, Münzevi'nin mistik gücüne kapıldım gidiyorum. 


Tarot geleceği gösteren bir fal değil insanlık tarihinin kehanet yöntemlerinden biridir diye yazıyor kitaplar. Tarot'un tarihçeside kartların anlamları gibi gizlidir demeyi de ihmal etmiyorlar.


Tarot'un tarihi kimilerine göre Çin'e kimilerine göre Mısır'a dayanmakta ama somut olarak 14yy sonlarında Avrupa'da ortaya çıktığı yazılmakta. 1392'deki kartlardan sadece 17 tanesi günümüze kadar gelebilmiş. Daha sonra İtalyan ressam Bonifacio soylu Visconti ailesi için bir deste yaratmış. Visconti destesi günümüze kadar ulaşan ilk tarot destesi olarak bilinmektedir. 


Fransız düşünür Antoine Court de Gebelin 22 Büyük Arkana kartlarının eski Mısır uygarlığının dinsel öğelerini içerdiğine inanarak tarotu yeniden yorumlamış ve yarattığı kartlar Mısır Uygarlığındaki gizli öğretilerin görsel bir yansıması olmuş. 


18yy. ve 19yy mistisizmle ilgilenenler tarotun basit bir kart oyunundan farklı felsefesi olduğunu savunmuşlar.


Kartların üzerinde simyaya ve astrolojiye ait simgeler olduğu için okültizm (gizli bilim)  ile ilgisi olduğu söyleniyor. 

                                                                           


78 adet tarot kartları iki ana bölüme ayrılabiliyor. 22 tane Arkana Majör ve 56 tane Arkana Minör. (Majörler ve minörler kulağa hoş gelen bir melodi gibi). 


Arkana Majörler hayatın ruhsal, psikolojik, manevi gibi gizli yönlerini ortaya çıkarırken, Arkana Minörler günlük hayattan bilgi veriyorlar. Kartların düz anlamları olduğu gibi ters açılış anlamlarıda var. Bazen ters gelmesi düzlerinden daha hayırlı olabiliyor.  


Arkana Minör Asalar, Kupa takımı, Kılıç takımı, ve Tılsım (para) takımı olarak ayrılıyorlar. 

Asalar hırsı, karalı hedeflerin peşinden koşan girişimci insanları simgeleyen koç, yay ve aslan burçlarıyla özdeşleşiyorlar. 


Kupalar sevgi, aşk, aile gibi yaşamın duygusal yönlerini işaret eder. Balık, yengeç ve akrep burçları özelliğini gösteriyorlar. 


Kılıçlar mücadeleyi simgeliyor. Mücadelenin yanı sıra adalet, zafere ulaşma gibi anlamlar taşıyor. Burçları ikizler, terazi ve kova.


Tılsımlar (para) ise yaşamın maddi yönünü belirtiyor. Ayrıca azim ve hırsı simgeliyorlar. Boğa, başak ve oğlak burçlarının takımıdır. 


Saraylı kartlar ise kişilerin fiziksel ve psikolojik yönlerini ortaya koyarlar. 


Arkana Majör kartları hayatım manevi yönünü belirtiyor. Örn, Büyücü bilinçli bir zihnin temsilcisidir. Arkana Majör kartları varsa açılımda psikolojik ve ruhsal kuvvetlerin rolü vardır. Ölüm ve Şeytan bu grubun en kötü kartlarıdır.  


Tarot'un farklı desteleri vardır ama en ünlüsü Arthur Edgar Waite'ın geliştirtirdiği Raider-Waite destesi. Farklı desteleri gibi farklı açılışları oluyor. Bu açan kişiye göre değişiyor fakat Kelt açılışı en yaygını olarak biliniyor. 

                                                                    
                                                              
Tarot açılışı için uygun zaman ve mekan seçmek gerekiyor. Temiz güzel kokulu bir odada, mum ışığı eşlinde, sakinleştirici bir müzikle tam konsantrasyonla açılan kartların en doğruyu göstereceği belirtilmekte. Kartların tümünü bir resim olarak görmek ve yorumlamak ayrıca önemli. 


Ben şimdilik her güne bir kart seçip öğrenmeye çalışıyorum. Bakalım sonuna kadar gidip öğrenebilecek miyim yoksa sıkılıp yarı yolda mı bırakacağım. Henüz bunun cevabını vermediler. Bende kartlarda beklemedeyiz bu konuda...


 Benim gibi merak sarmış olanlara ve saracaklara bir kaç kitap önerisi;


A'dan Z'ye Tarot Fal Kitabı                 Marcia Masino          Gün Yayıncılık


Modern Tarot  (Rönesans Tarotu)      Jane Lyle                   Gün Yayıncılık


Kehanet Kitabı Tarot                            Nezih Yıldırım             KS Games                 

                                                                                 
                                                                          

CADI - PRİNKİPO'DA BÜYÜLÜ BİR ARAYIŞ



Sevgilisi Kenan'ın annesinin zengin bir kız olsaydı Ümran'ı tabii alırdık ama bu durumda imkansız, davul bile dengine Kenan'a layık bir kız buluruz demesiyle yok olan Kenan'ın yerine geçen eczacı kalfası İbrahim'le olan ilişkisiyle başlıyor roman. Ümran İbrahim'le evleniyor bir de çocukları oluyor. 


İlerleyen sayfalarda İbrahim'i adaya sırtını dönmüş gözünde yaşlarla yumrukları sıkılı bir şekilde adanın en güzel kızını aldığım halde, kalfalıktan eczane sahipliğine yükseldiği, bir oğula sahip olduğu ve güzel bir köşkte oturmasına rağmen her sabah neden bu kadar mutsuzluğa uyanıyorum sorusunu sorarken buluyoruz. 


Ümran ise olanlara İbrahim'le annem çıldırıyor. Çıldırsınlar hayatımı, mutluluğumu kazanmaya çalışan benim ama gelmeyecek yok olmaya mahkum olanım, yolu bulamayanım gölgelere karışacağım diyor ve hikayenin ortasında dediğini yapıyor. Sonrası mı? Sonrası fallar ve hurafelerle hikayenin devamında...


Ümran, İren, kocakarı, büyücü, falcı, Ferman adanın sokaklarında, çamlarda Oylum Yılmaz'ın farklı üslubuyla kendi öykülerini anlatarak dolaşıyorlar. Aman dikkat! Okurken konularla birlikte içlerine karışabilirsiniz. Mutlaka bir çıkış yolu bulun. Ne de olsa karşınızda bir CADI var.  


Fantastik kurgu ve lirik dille yazılmış değişik tarzda bir roman. Bu tür anlatıları sevenlere tavsiye edilir.


Ve her zamanki gibi iyi okumalar dileklerimle kitaptan ufak bir tadımlık;


"Ah ben bile sonra öğrendim, arkadaşlarım nereden bilsindi, Ada'nın eski ruhlarıyla zaten hiç eskimeyen cinlerinin biz dağıldıktan çok sonra hala önlerinde asılı duran an'a, günün akşam olduğu o an'a tedirginlikle, şüpheyle, kararsızlıkla bakıp durduklarını. Ahh, onlar ki adalılardan daha adalı olanlar, onlar ki adanın ağaçlarından daha diplere kök salanlar, adayı çepeçevre saran suları yaracak tek güce sahip olanlar...Dikkatli bir endişeyle, kararsızlıkla, tedirginlikle yaşıyorlardı bu an'ı, tekrar tekrar, hiç usanmadan her ayrıntısıyla yeni baştan hatta doğumumla her şeyi en baştan...Adaya, o vakitler herkesin Prinkipo dediği, dört yanı denizlerle çevrili bu kara parçasına getirdiğim karanlığı izliyorlardı., onlar bile bilmiyorlardı, oysa karanlık hep oradaydı, karanlık zaten onlardı..."  


CADI                     Oylum Yılmaz                                Sel Yayınları

SON OKUR


Dün gece kitabın son sayfasını okumayı bitirip yattığımda saat kaçtı bilmiyorum. Özellikle bakmadım. Gece 1-2 veya 3. Akşam yemeğinden sonra David Toscana'nın Son Okur'unu elime aldığımda kitabı saat kaç olursa olsun bitirmeyi kafama koymuştum ve sonuna kadar bir solukta okudum. Arada tabi ki ufak bir kahve keyfi yapmayı da ihmal etmedim. Kitap içinde kitap, hikaye içinde hikaye hepsi bir kütüphanede. 

Roman bir yıldır yağmur yağmayan ve kuraklığın pençesinde kıvranan Icomole köyü sakinlerinden Remigio'nun bahçesindeki kuyuya kova sarkıtmasıyla başlıyor. Kuyuları bile kurutan öyle bir kuraklık var ki bunu "gökten ne bir damla yağmur düşmüştü ne de bir damlacık tükürük" diye anlatıyorlardı.

İşte böyle bir ortamda kendi deyimiyle bir ısırıkcık su almak için kovasını kuyuya sarkıtan Remigio kuyunun içinde su yerine ufak bir kızın cesedini buluyor. Daha önce hiç görmediği ve köyün dışından olduğunu düşündüğü bu güzel kız çocuğunu kuyunun derinliklerinden çıkarttıktan sonra köy kitaplığındaki tüm kitapları okumuş kitaplık görevlisi babası Lucio'ya kızı anlatır. Babası kütüphaneye giderek bir kitap alır ve okumaya başlar. Remigio ilk önce duruma sinirlensede sözcükler bire bir evindeki kızı betimlemeye başlayınca babasının okuduklarına ilgisi giderek artar. Kitabın adı "Babette'in ölümü" dür. 

Lucio oğluna cesedi kimse görmeden bahçesindeki ağacın altına gömmesini söyler ve hikaye bundan sonra hız kazanır. Küçük kızın annesinin köye gelmesi, Lucio ile karısı Herlinda'nın hayatı, Melquisedec'in sır ölümü, köye su getiren tankerin hortumundan çıkan suyun altında ıslanan, dans eden köylüler ve sonunda aylardır bekledikleri yağmurun gelişi...

 Yaşamla ölüm, gerçekle hayal birbiriyle harmanlanarak kitap sona ulaşıyor. 


29 yaşında yazmaya başlayan Meksika Polonya arasında yaşayan kitabın yazarı David Toscano 1961 Meksika doğumlu. Bugüne kadar sekiz romanı ve bir öykü kitabı yayınlanmış.  


Kitaptan ufak tadımlıklar;


"Okullarda bazı şiirleri öğrencilere zorla belletirler, bu dizeler insanın zihninde kalır, aradan yirmi ya da elli yıl geçtiğinde bile o eski öğrenci ister bir barda olsun ister aile toplantısında, dizeleri ezbere söylemek için her fırsatı değerlendirirdi."


"Armağan edilen ama okunmayan, kullanılmayan bir kütüphanenin raflarına düşen, bir kitaplığı doldurmak için satın alınan, başka ürünler alınırken verilen, okurun daha ilk bölümden ilgisini yitirdiği, yayıncının deposundan hiç çıkmayan, öylesine satın alınan kitaplar vardır."


"Onun gibi bir iç sıkıntısının Icamole'ye kadar ulaşması için yazarın, düzeltmenlerin, yayıncının, matbaanın, kitapçıların ve hatta okurların işbirliği gerekir."


"Lucio kitabın son bölümünü okumaya karar verdi çünkü iyi bir finalin iyi bir kitabın göstergesi olduğunu biliyordu. Başlangıçlar için aynı şey söz konusu değildi."


"Sayın Başkan, dedi Lucio yüksek sesle, bu kitabı ne yapacağız? Ateşe at, yanıtını verdi ve dediğini yaptı, tek bir el hareketiyle tam yetmiş bin sözcük mahkum oldu." 


Okumak isteyenlere tavsiye edilir:)



Son Okur                 David Toscana                  Kırmızı Kedi Yayınevi



Sarayda kepçeyle yıkım

Daha önceki yazılarımda ve paylaşımlarımda yurt dışına kaçırılan eserlerin Türkiye'ye getirilmesini istemiyorum çünkü orada bizim eserlerimizi dünya mirası gözüyle bakıp müzelerde bizden iyi koruyorlar diye yazmıştım. Bazı arkadaşlarım buna karşı çıkmıştı. Ben her zaman bu düşüncemin arkasındayım. Biz daha elimizdeki eserlere değer vermezken, yüzyıllar öncesini bir kepçeyle yerle bir edip yerine bir otel dikilirken eski eserleri Türkiye'ye getirmenin ne manası var? İşte Vatan Gazetesi'nin haberi...Sarayda kepçeyle yıkım...
 
 
Sarayda kepçeyle yıkım Sultanahmet'te Bizans Büyük Saray'a ait tarihi yapı iş makineleriyle yerle bir edilip yerine otel yapılırken kimsenin kılı kıpırdamadı.

Radikal'in haberine göre, Sultanahmet’te 1. Derece Koruma Bölgesi içinde yer alan, kentsel ve arkeolojik sit alanı içindeki Bizans Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapıyı iş makinalarıyla yerle bir edip yıktılar. Yerine beş katlı otel diktiler. Bu sırada durumu fark eden uzmanların İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu ile Fatih Belediyesi’ne yaptığı bilidirim sonuç vermedi.

Koruma Kurulu bir ay sonra inşaatın durdurulması yönünde karar aldı. Bir ay içinde inşaat beş kat yükseldi, çatı aşamasına geldi. Sultanahmet Mahallesi 98 ada 1,2,22 ve 33 parselde yer alan inşaat, arkeologlara göre Bizans Büyük Saray’ın üstüne yapıldı. İki parsel yanında, Sultanahmet Eresin Otel’in altında da benzer kalıntılar inşaat sırasında çıkmış, otel sahipleri bu kalıntıları koruma altına alarak müzeye çevirmişti. ‘Güçlendirme’ izniyle Sultanahmet Küçükayasofya Caddesi üzerinde 1 ve 2. parseli korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilen, diğer parselleri de 2. derece korunması gerekli kültür varlığı olan yapılar bir gecede yıkıldı. Ancak yıkımdan önce Fatih Belediyesi’nden güçlendirme izni alındı.

İnşaat yapılacak alanın etrafı suntadan tahta paravanlarla kapatıldı. İçeride ne olup bittiğinin görünmemesi için küçük bir delik bile bırakılmadı. Ardından önce tarihi binalar yıkıldı. Temele kadar inildi. Altta Bizans Büyük Saray’a ait duvar kalıntıları ve tarihi yapılar çıktı. Bunlar da iş makineleri ile yıkıldı. Tüm bunlar olup biterken ne Büyükşehir ne de Fatih Belediyesi’nden bir yetkili uğradı. Temel betonlarının bir kısmı atılıp tarihi duvarların iş makineleri ile yıkıldığı sırada çevredeki işyeri sahiplerinden şikâyet geldi.

İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanları adrese gittiklerinde gördükleri manzara karşısında şaşkına döndü. Bizans Büyük Saray’a ait olduğunu düşündükleri 4 metre genişliğinde yaklaşık 10 metre yüksekliğindeki tarihi duvarlar yerle bir edilmişti. Uzmanlar, bunu yapmalarının yasak olduğunu ve inşaatı durdurmaları gerektiğini söyledi. ama gözlerinin önünde yıkım devam etti. 1 ay sonra karar alındı Geçen 15 Aralık günü tespit edilen bu durum, İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu’na, Fatih Belediye Başkanlığı’na ivedilikle bildirildi. Koruma Kurulu bu şikâyeti tam 1 ay sonra gündeme aldı.

18 Ocak 2012 tarihli Koruma Kurulu kararında şöyle denildi:

“Açığa çıkan tarihi duvar kalıntılarının İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce kalıntı rölevesinin ve niteliğini açıkça belirten raporun hazırlanarak kurulumuza iletilmesine, söz konusu alanda her türülü inşai faaliyetlerin ivedi olarak durdurulmasına, 1 ve 2 parsellere ait güncel röleve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin kurulumuza iletilmesine karar verildi.” 5 yıla kadar hapis Koruma Kurulu inşaatın durdurulmasını istemişti ama inşaatın 5 katı da bitmiş, çatısı yapılıyordu. Kurulun rölevesini istediği tarihi duvarlar da hafriyat oldu.

2863 sayılı yasanın 65. maddesi a fıkrasında şöyle diyor:

“Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya her ne suretle olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır.”

Bir şeyler döndü ama ne!

Bir kurul yetkilisi şunları söyledi: “Tarihi yarımada bütününde yapılaşma ve araştırma için yapılacak temel kazıları müze denetiminde olmalıydı. Ancak belediye haber bile vermedi. Belli ki inşaatı yapanlara arka çıkılıyor. Kurulun gündemine geç alınması da şüpheli. Çünkü geçen yıl nisan ayında bir karar aldık. Bu tür acil durumlarda faksla ya da telefonla gelen ihbarlar karşısında kurul toplanana kadar inşaatın durdurulmasına karar vermiştik. Bir şeyler döndü ama ne olduğunu anlamış değilim. Belediye de kurul yöneticileri de bu durumdan mesuldür.”

‘Dehşete kapıldım, bu bir vandalizm’

Arkeologlar Derneği İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Necmi Karul: “Dehşete kapıldım. Bu bir vandalizm. Belli ki bir yapı kompleksine ait duvar kalıntıları. Saraya ait bir yapı gibi görünüyor. Gözümüz gibi baktığımız tarihi yarımadada bu nasıl yapılır? Belediye nerde? Koruma Kurulu nerde? Hiç kimse görmemesi ilginç. Arkası oldukça sağlam biri olmalı. 2863 sayılı yasa hapis cezası öngörürken bu nasıl bir cüret? Ancak yasa var ama kâğıt üzerinde, uygulayacak yönetici yok! Fourseasons Otel daha önce Bizans Sarayı üzerine yapıldı. Buradan cesaret alıyorlar."

ESKİ KİTAPLAR,SAHAFLAR VE KELİMELER



Notos dergisinin Şubat-Mart sayısındaki kitaplarla ilgili iki proje dikkatimi çekti. 


İlki "Eski kitapların gizli tarihi" başlıklı yazı bana eski kitaplar ve sahaflar konusunda yalnız olmadığımı gösterdi.


Sahaflar Tepebaşı'nda başlıklı yazımda ;
"Neyse sahaflardaki o eski kitap kokusu beni cezbeden kokuların başında geliyor. O kitaplardaki yaşanmışlık hissi ise beni bambaşka dünyalara götürüyor. Galatasaray'da sahaftan aldığım bir kitabın ilk sayfasında şöyle bir not vardı: 8.12.1996 ...... Seni seviyorum. (Yazının hepsini ve isimleri yazmak istemedim. Bende kalsın, aşklarına saygı olarak)   
Belli ki bu kitabı sevdiği bir kıza hediye etmişti. Kitap okundu ve sahafın raflarındaki yerini aldı. Belki de aşk bitti kitap gitti...O kitabı kıza nasıl verdiğini hayal ettim...(Burada herkes kendi hayalini kursun bi zahmet:) Okurken neler hissettiğini, neler düşündüğünü, nerede okuduğunu vs...O yaşanmışlık duygusu. İşte bu yüzden sahafların ayrı bir yeri var benim için." diye yazmıştım

Esneyen Kedi adlı okurum ise şöyle bir yorum yapmıştı benim yazıma;
"Aldığınız kitabın içinde bir eski,kurumuş çiçeğe, ya da geçmişte bir sevgiliye yazılmış bir notu da bulabilirsiniz. Sahaflar (sahhaf), tozlu raflarında tarihi saklayan yerlerdir."


Sahaflardaki kitapların ve içinden çıkan notların günümüze taşıdığı yaşanmışlık özelliğinin kitaplara yansıyan özelliğini anlatmaya çalışmıştım. Ve Esneyen Kedi'nin yorumunu okuyunca, işte budur demiştim kendi kendime, bundan güzel anlatılamazdı...


"Eski kitapların gizli tarihi" de tam bunu anlatan bir yazı:) 
İngiliz yazar Wayne Gooderham kısıtlı bütçesi ve eski kitaplara düşkünlüğü sayesinde sahafların müdavimi olmuş ve o kitapların sararmış sayfalarındaki bu notlar dikkatini çekmiş. O günden itibaren de kitapların gizli tarihinin izini sürmeye başlamış. Ve daha da ileriye giderek www.bookdedication.wordpress.com'da paylaştığı yazılarını Guardian'da yayınlamaya başlamış. 


Belki diyor yazar bu sayede sizi eski kitabınızla tekrar buluşturabilirim. 




Diğer proje ise "Small Demon". "Küçük şeytanlar" Los Angeles'da bir grup girişimcinin kurduğu bir site.  Yazılanlara göre bu internet sitesine üye olduktan sonra arama kutucuğuna girdiğiniz sözcük, sizi bu sözcüğün geçtiği kitaplardan alıntılara ve bu alıntılarla ilgili başka bağlantılara götürüyormuş. (Siteye girdim ama üye olmadığım için bir yerlere gidemedim:). 


"Yalnızca bir kitap seçin ve sizi nereye götürdüğüne bakın. Hikayenin sayfaların ötesinde bir yaşantısı var." diyor site yöneticileri.


İkisi de birbirinden güzel, ilginç. Ben yazımı burada bitirip kütüphaneme gidiyorum. Sahaflardan aldığım kitapların ilk sayfaları karıştırmaya, bakalım gözümden kaçan bir şeyler olmuş mu? 













Yeni bir kitap çıktı izledin mi?

Kitap okumanın Avrupa ülkelerine göre en düşük seviyede olan ülkemizde yayınevleri kitaba dikkat çekebilmek ve insanları okumaya sevkedebilmek için dünyada son yıllarda uygulanan bir yöntemi gündemi getirdi. Kitap Tanıtım Videoları. Zülfü Livaneli'nin Serenad'ının videosunu çok beğenmiştim. Ve yavaş yavaş bu tanıtım diğer kitaplara da uygulanmaya başladı. 
 
Radikal'den Burcu Ayaz Kitap Videolarını anlatmış. İşte o yazı...

Soru yanlışlıkla yazılmadı. Artık bir kitaba başlamadan önce interneti kolaçan edin, karşınıza bir fragman çıkması mümkün. Yayıncılar genç neslin ilgisini çekmek için kitaplara video çekiyor

Yeni bir kitap çıktı izledin mi?
Türkiye de kitap tanıtım filmi çeken ilk yazarlardan olan Ahmet Ümit in son romanı İstanbul Hatırası nın iki dakika süren videosu, bir filmden kısa bir bölüm gibi...

KAR VE FİLMLER

Kar halen var gücüyle etrafı beyaza boyamaya, geceyi aydınlatmaya devam ediyor. Buzzz gibi havada ufak bir yürüyüşten sonra tarçınlı çayımı yudumlarken aklıma içinden kar geçen filmler geldi. Parmaklarım kendini hissetmeye başlayınca hayat paylaşınca güzel diyerek başladım yazmaya.

Hmmmm ilk aklıma gelen Dr. Jivago oldu. Omar Sherif ve Julie Christie'nin başrollerini paylaştığı 1965 yapımı film. Boris Pasternak'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan yaklaşık 3.5 saatlik görsel şölen. Hatıralardan silinmeyen o meşhur müziği ise bestecisi Maurice Jarre'a en iyi film müziği dalında Oscar ve Grammy ödülü getirmiş o zamanlar. Uçsuz bucaksız karlı sahneleri içeren romantik ve destansı film Rus ihtilali sırasında yaşanan bir aşk hikayesini anlatıyor.



Rusya'nın karlı steplerinden Amerika'ya gidiyoruz ve bu kez perde de "Love Story" var.
Ryan O'Neil ve Ali Mc Graw'ın başrollerini paylaştığı dramatik aşk öyküsü. Francis Lai tarafından bestelenen filmin unutulmaz müziği En iyi Orjinal Müzik Oscar'ına layık görülmüş.



Sırada 1862 yılında yazılmış Victor Hugo'nun ünlü Sefiller adlı eseri var. Ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılan Jean Valjean'ın dramatik öyküsünü anlatıyor film.




Biraz daha günümüze yaklaşıyoruz. 2005 yapımı Kar Mucize'si yansımış beyaz perdeye.
Noel arifesinde yağan kar sonucu yaşanan küçük mucizeleri anlatıyor bu kez. İçinde biraz dram, biraz komedi çokça romatizm var. Kar olur da romantizm olmaz mı:)



Uzak diyarlardan ülkemize geliyoruz ve son yıllarda en çok beğendim filmlerden biri var bu kez.
Reha Erdem'in Kosmos'u. Kars'ın büyülü atmosferi içinde mucizeler yaratan bir hırsızın hikayesini anlatıyor film.

                                      

Ve son filmim Tarık Akan'ın Deli Deli Olma. O da Kars'ta geçiyor. Çarlık Rusya'dan kaçıp Kars'a yerleşen Malakan'ların öyküsü var filmde. Son Malakan'ın öyküsü dersem daha doğru olur. Karlar içinde geçen yıllar ötesinden günümüze uzanan bir aşk filmi.




Ufakta olsa bir gezinti yaptım içinden kar geçen filmler arasında...Şimdi içlerinden biri iyi gider doğrusu. Sizce:)

Van Gogh'un eserlerine gireceksiniz

 
Eserlerine gireceksiniz

10 Şubat-15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Karaköy Antrepo 3’te, 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında da Ankara Cer Modern’de sanatseverlerle buluşacak olan sergide, Vincent Van Gogh’un en ünlü eserleri, izleyiciyi ışık, renk ve ses senfonisinin içine alacak.

Türk ilaç sektörünün lideri Abdi İbrahim, 100’üncü kuruluş yıldönümünü dünyanın en büyük ressamlarından biri olarak kabul edilen Van Gogh’un eserlerini bugüne kadar hiç deneyimlenmemiş yepyeni bir formatta sunan etkileyici bir sergiyle kutluyor.

Sanat, bilim ve teknolojiyi yenilikçi bir şekilde harmanlayan ve bu özelliğiyle Abdi İbrahim’in 100 yıllık bakış açısını yansıtan sergi, izleyiciyi alışılageldik müze kavramının ötesine geçirerek, resmin hikayesinin içinde bir yolculuğa çıkarıyor.   

PRÖMİYERİNİN HEMEN ARDINDAN İSTANBUL'DA
3.000’in üzerinde digital imajın tek bir hikaye anlattığı çarpıcı bir sanat ve teknoloji füzyonu olan Van GoghAlive, geleneksel sanat, multi medya görüntü teknolojisi ve sinematografik yönetmenliğin eşsiz bir birleşimiyle; cezbeden, eğiten ve eğlendiren alternatifsiz bir deneyim sunuyor.

Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan ve Singapur’daki dünya prömiyerinin hemen ardından İstanbul ardından da Ankara’da sanatseverlerle buluşacak olan sergi, 2012 yılı boyunca sanat dünyasının ilgisini Türkiye’ye çekecek.


ÇERÇEVE YOK, İÇİNDESİN...
Van GoghAlive Digital Sanat Sergisi’nde, SENSORY4 teknolojisiyle donatılmış yüksek çözünürlüklü 40 projektör aracılığıyla, çok kanallı animasyonlar ve sinema kalitesindeki surround ses sistemi birleştirilerek; dünyada en çok ilgi çeken eşsiz bir görüntü kullanılıyor. Dokunmak isteyeceğiniz kadar gerçek, dev boyutlardaki kristal netliğindeki görüntüler, İstanbul Karaköy Antrepo ve Ankara Cer Modern için özel olarak tasarlanan çok çeşitli ekranları ve yüzeyleri aydınlatıyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Çektiği ve çekemediği fotoğraflarıyla Sabahattin Ali

Çektiği ve çekemediği fotoğraflarıyla

“Bir Fotoğraf Camı” sergisinde, Sabahattin Ali’nin yaşamında önemli yeri olan insanlar, gezdiği, gördüğü yerler, görüntülediği fotoğraflar yer alıyor.

Başta Ankara olmak üzere 1930’lu yılların Anadolu sokaklarının ve insanlarının yer aldığı bu fotoğraflar, usta yazarın edebi kimliğine de ışık tutuyor. “Bir Fotoğraf Camı” Çektiği ve Çekemediği Fotoğraflarıyla Sabahattin Ali Sergisi, 3 Şubat – 3 Mart tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezi’nde ziyaret edilebilecek.
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi işbirliği ile düzenlediği “Bir Fotoğraf Camı” sergisinde, 41 yıllık kısa yaşamına çok sayıda eser ve tercüme sığdıran, Türkiye’nin farklı yerlerinde öğretmenlik yaparken öğrencileri üzerinde derin izler bırakan, Ankara’da Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşunda ve ilk öğrencilerinin yetişmesinde büyük emeği olan Sabahattin Ali’nin en büyük tutkularından biri olan fotoğrafları, kişisel evrakı ve bazı özel eşyaları sergileniyor.
Sergi, Sabahattin Ali’nin yaşamöyküsünün fotoğraflarla anlatıldığı ilk bölümün ardından, yazarın yaşamından seçilmiş temalarla devam ediyor. Serginin yazarın ailesi, çocukluğu, gençliği, Almanya’da yaşadığı yıllar, öğretmenlik, askerlik, evlilik ve babalık dönemleri gibi başlıklı bölümlerinde ise yazarın fotoğraflarına kişisel evrakı ve eşyaları da eşlik ediyor.

Nâzım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’nden gönderdiği mektup ve ilk kez bu sergide görülecek bir fotoğrafı, Orhan Veli Kanık’ın imzalı kitabı, Sabahattin Ali’nin gözlüğü ve Paşakapısı Cezaevi’ndeyken üzerinde olan takım elbisesi de serginin önemli parçalarından… Sabahattin Ali’nin Objektifinden başlıklı bölümde de ilk kez bu sergide görülebilecek fotoğraflar var. Ayrıca sergide yer alan ve Sabahattin Ali’nin 1939 yılında Sivas yolunda çektiği fotoğrafları ile eşi ve kızı Filiz Ali’ye ait fotoğraflar da sanatsal olarak dikkate değer.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

ESKİ KADINLAR

                                                             

Bugün TRT-Türk'de Nazlı Eray'ın "Hayat Bir Masal" adlı programını seyrettim. Bugünkü sohbet konusu eski kadınlar idi. Anneannelerimiz, babaannelerimizden bahsettiler. Onların yaşamlarını günümüz kadınının yaşantısıyla karşılaştırdılar. Köşkten gökdelenlere...

"Kalbinde Kadın Taşıyan Erkekler Birahanesi" adlı kitabında şöyle anlatıyordu babaannesini:

"Eski bir Osmanlı hanımefendisi olan babaannem hayatında hiç sinemaya gitmedi, televizyonu görmedi, asansöre, yürüyen merdivene binmedi. Hiç uçağa binmedi babaannem, kaset dinlemedi. Kentin keşmekeşinin içine girmedi. Eski siyah bir telefon çaldıkça, 'Alo' dedi yalnızca. Çini sobaları bildi, seki ahşap köşkü bildi, baharda açan menekşeleri bildi, kırlangıcın gelişini, hallacın sesini bildi. O da kadındı. Öyle yaşadı, sessizce öldü."

Çoğumuzun anneanne ve babaanneleri gibi. Anneannem bahçeyle uğraşmayı çok severdi. Evdeki işleri bittiği zaman eline makası alıp bahçeye iner, kah gülleri budardı, kah mevsimine göre bir şeyler ekerdi. Bazen bir çiçek, bazen sebze tohumu. Onlarla uğraşmak hoşuna giderdi. Yün örer, masallar anlatırdı. Eski İstanbul'u ondan öğrenmişimdir. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Marmara Denizi'nin üstü karaböcek gibi düşman gemileriyle doldu diye anlatırdı o zamanki anılarını. Komşularını, eski mahallelerini, evlerini...

                                                                  
Babaannem işleri bittiğinde balkona çıkar limana giren çıkan gemileri seyrederek dinlenirdi. Bazen lambalı radyosunu açıp divana oturur. Başını yaslar ve programları dinlerdi. Mis gibi reçeller, börekler yapardı. Şarkılar söylerdi titrek sesiyle, hikayeler anlatırdı gençliğiyle, çocuklarıyla ilgili. Her daim bahçesinde bir şeyler
vardı uğraşacağı. Civcivleri vardı. Komşularına gidip gelirdi. Misafirlerini ağırlardı...

Bu iki kadınında evlerinde bugünkü konfor yoktu. Bulaşık makineleri yoktu. Çamaşır makinesi sonradan evlerine girdi. Buzdolabı yerine balkonlardaki tel dolapları vardı. TV'da yoktu gençliklerinde. Elektrik süpürgesi yerine çalı süpürgesi vardı. Evleri tertemizdi. Mis kokardı her daim. Kalorifer yerine sobalarla ısındılar uzunca bir süre. Telefon yerine çocuklarını gönderdiler haberleşme aracı olarak birbirlerine. Ya da çat kapı gittiler gidecekleri yerlere. Cep telefonunu rüyalarında görseler inanmazlardı. Benimkilerin ömürleri aslını bile görmeye yetmedi. O zamanlar bu kadar boşanmada yoktu. Saygılıydılar karı-koca birbirlerine. Çocuk denecek yaşta evlendirilmişlerdi ve daha henüz kendileri çocukken evde ebe,konu, komşu akraba eşliğinde ilk bebeklerini kollarına almışlardı.

Zamanımızdaki gibi bolluk ve tüketim çılgınlığı yoktu, her şey azdı ama özdü. Zarifti giyimleri, kuşamları. Aileler bir aradaydı. Koskoca köşklerde birlikte yenilir, içilirdi. Daha fazla saygı ve sevgi vardı. Hanımlar ud çalardı eşlerine. Eski hanımlar köşklerle birlikte anılarda kaldı artık. Bir süre daha belleklerde yaşayıp sonra değişen nesille tamamen tarihe karışacaklar.



Programı seyrederken aklıma geçmiş dönemlerin ünlü kadınları geldi. Ufak bir araştırma yaptım kendime göre. Yazarından ressamına...İşte geçmişte kalan kadınlarımız;

Fatma Aliye Hanım.

Türk edebiyatının ilk kadın romancı olarak biliniyor. 9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğmuş. O devirde ailesi kızların eğitilebileceğine inanmadıkları için kendisine özel bir eğitim verilmiyor ama ağabeyi Sedat Bey'in evde
özel hocalardan aldığı dersleri dinleyerek kendini geliştiriyor. 17 yaşında evlendiriliyor. Evliliğin ilk on yılında eşinden gizli kitap okuyor. Daha sonra eşinin bu konudaki tutumunu değiştirmesi üzerine onun ismi ile tercüme yapmaya başlıyor.



1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile Hayal ve Hakikat adlı romanı yazıyor. Romanın kadın ağzından olan bölümlerini Fatma Hanım, erkek ağzından olan bölümlerini ise Ahmet Mithat efendi yazıyor. 1892 yılında ise ilk romanı Muhadarat yayınlanıyor.

Ref'et (1898), Udi(1899) ve Hayattan Sahneler önemli yapıtlarındandır.


Leyla Saz Hanım

Osmanlı İmp. son dönemine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönemine tanıklık etmiş bir sanatçı.

1845 yılında dünyaya gelen Leyla Hanım babasının saray hareminin doktoru olması nedeniyle ablasıyla birlikte bir süre sarayda yaşamış. Bu arada sultan hanımlarının nedimeliğini yapmış, iyi bir eğitim almış. Saray yaşamı sırasındaki gözlemlerini, Osmanlı harem hayatını ve imparatorluğun son döneminde kadınların hayatını anlatan bir kitapta toplamıştır.



İki yüze yakın bestesi vardır ve "Yaslı gittim şen geldim" marşının bestecisidir.

Bostancı'daki köşkü İstanbul'un işgali sırasında yandığında bütün eşyaları, hatıra defteri ve besteleri oarada yanmış ama şiirlerini yıllar sonra 'Solgun Çiçekler' adli kitapta bir araya getirmiştir.

Mihri Müşfik Hanım

Türkiye'de ilk çağdaş resim çalışmalarını başlatan Mihri Müşfik Hanım 1886 yılında İstanbul'da Kadıköy Dr. Rasimpaşa Konağında dünyaya gelmiştir. Atatürk ve XV Benedict gibi ünlü kişilerin resimlerini yapmıştır.
Edebiyat-ı Cedide şairlerinin yazdıklarını resimleyerek bir Edebiyat-ı Cedide resmi yaratmıştır. Ünlü saray ressamı Zanaro'nun öğrenci olmuş ve ondan ders almıştır. Resme olan tutkusu yüzünden aristokrat hayatını terk etmiş bohem bir yaşam sürmüştür.

                                            Mihri Müşfik Hanım 'Siyahlı Kadın'

Türk ve Çin hükümetlerini protesto ediyorum

Türkiye'ye gelemem çünkü

Paul Auster’in son kitabı ‘Kış Günlüğü’ ABD'den bile önce ve ilk olarak Türkçe basılıp, Türkiye'de yayınlandı. Dünyaca ünlü yazarla kitabını konuşmak üzere Brooklyn’de buluştuk, Atatürk'ten Nazım Hikmet’e, Obama'dan Erdoğan'a geniş bir yelpazede söyleşirken Auster’in Türkiye’ye gelmeyi neden reddettiğini de öğrendik

‘Kış Günlüğü’ kitabınız ilk önce ve neden Türkiye’de yayınlandı?
- Evet, Türk okurlar dışında kimse okumadı henüz. Şubat ayında Danimarka ve İspanya’da yayınlanacak. ABD’de ağustos ayında çıkması planlanıyor. Tamamen programla ilgili. Türkiye'deki yayıncı erken davrandı (Can Yayınları). 
Şu anda yeni bir kitap üzerine çalışıyor musunuz?
- Bir şeyler karalıyorum ama kitap olur mu bilmiyorum henüz. ‘Brooklyn Çılgınlıkları’ kitabından sonra uzun süre yazacak bir konu bulamadım, aylarca beklemem gerekti. Garip olan, şimdi kitaplar arasında daha uzun bir süre bekliyorum ama daha hızlı yazıyorum.
Öykü yazarı olan babam her kitabını bitirişinde "Artık yazmayacağım, bu son kitabım" der. Ya siz?
- Aynen öyle. Her son cümlede ben de aynı şeyi söylerim. Zira, yazdığınız sürece kendi hayatınızı yaşamıyorsunuz. Oysa, yaşamak gerekir yeniden yazabilmek için.
Edebi eserlerinizde kurgu ve gerçek o kadar iç içe ki sormadan edemeyeceğim, yaşadıklarınızı mı yazıyorsunuz, yoksa bazen yazdıklarınız bir yaşanmışlığa dönüşüyor mu?
- Hayır, sadece tek yönlü bir etkilenme. Bilinçaltımdan geliyor. İçimde bir şeylerin gömülü olduğunu biliyorum; bazen yüzeye çıkarlar ve onu takip ederim, nereye gittiğini gözlemlerim, hissetmeye dair bir duygu bu. İfade edemeyeceğim bir duygu.
Senaryo yazarken nasıl hissediyorsunuz?
- Bir filmin öyküsünü yazmak bambaşka. Tamamen farklı bir süreç. Sahneleri, diyalogları, kişileri ve ekibi önceden planlamanız lazım, ayarları ona göre yapmanız gerekiyor.
Türkçe’ye çevrilmiş 25’den fazla kitabınız var. ‘Timbuktu’nun film olacağı doğru mu?
- Öyle bir proje geldi bir hanımdan. Çok da ısrarcıydı. Merak ettim ve senaryoyu yazmasını istedim ama sonucu hiç beğenmedim.
Kitaplarınızdan bir Brooklyn sevdalısı olduğunuzu anlıyoruz. Peki Brooklyn olmasaydı nerede yaşardınız?
- Bunu düşünmek bile istemiyorum! İki hafta sonra 65 yaşında olacağım. Hayatımın 32 yılını yani yarısını burada geçirdim. Brooklyn her çeşit insanın yaşadığı bir yer. Ama bütün büyük şehirler gibi Brooklyn’in de çirkin ve güzel tarafları var.
NAZIM HİKMET 20. YÜZYILIN EN ÖNEMLİ ŞAİRİDİR
 Nobel Edebiyat Ödülü sizin için ne ifade ediyor?
- Neye göre verildiğini bilmiyorum. Bazen iyi yazarlar alıyor, bazen değil ama kimin kazandığını duymak her zaman ilgimi çekmiştir. Bir ödülün yazar için o kadar da değerli olduğuna katılmıyorum. Bence 20. yüzyılın en büyük üç yazarı Proust, Joyce ve Kafka. Sanat bir olimpiyat yarışması gibi algılanmamalı.
Latin edebiyatından kimleri okuyorsunuz?
- Malûm herkesin okuduğu isimler: Marquez, Vargas Llosa, Roberto, Fuentes, Borges, Cortazar, yakın zamanda kanserden kaybettiğimiz, Arjantinli yazar dostum Tomas Eloy Martinez... 'Santa Evita' adında çok çok ilginç bir roman yazdı, Eva Peron’un kayıp naaşına dair.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...