CARLOS FUENTES - Bir kitap ne başlar ne biter...



HASAN ALİ TOPTAŞ

Bir metnin gerisinde neler olup bittiğini düşündünüz mü hiç? İşte size bunun en çarpıcı örneği: Carlos Fuentes ve "Aura".

ZAMAN zaman bazı hikâyeleri, diğerlerine göre daha çok severiz. Durup dururken neden bizi o kadar derinden etkilediklerini, içimizde uyuklayan hangi karanlığı aydınlattıklarını ya da ruhumuzun yırtılan yerlerini nasıl tamir ettiklerini hiç mi hiç bilemeyiz ama eşsiz bir hazine bulmuşçasına, eşe dosta büyük bir heyecanla anlatır dururuz onları. Sadece anlatıp durmakla da kalmayız hatta, herkes tarafından mutlaka ve mutlaka okusunlar isteriz. Sonra, gün gelir heyecanımız balon gibi birdenbire söner ve dilimize dolanan bu hikâyeleri de atarız zihnimizdeki hikâyeler mezarlığına. Hem de öyle bir atarız ki, zihin denen o daracık genişliğin hangi parseline gömüldüler diye, bir kez olsun dönüp bakmak aklımıza bile gelmez. Böylece, geçmişte bizim iç denizlerimizde fırtınalar koparan bu hikâyecikler orada, unutuşun tozları arasında çürümeye başlar. Bir süre sonra, gözümüze ne adına kurgu denen iskeletlerinin cazibesi görünür ne de üslûplarının tadı. İnanılmaz bir hızla, bize feleğimizi şaşırtan derinlikleri de solar tabii bütün bunlarla birlikte, biçimleri miçimleri de ölür ve geriye kalsa kalsa, uzaklığın şeklini alan bir üfürümlük toz kalır. Uzun lafın kısası, adları bile hatırlanmaz artık.
Hiç kuşkusuz, gönlümüze hızla girip çıkıveren bu tür hikâyeler, bizi günlük koşuşturmalarımızın içinde gafil avlayan hikâyelerdir. Başka bir deyişle, bizim gelip geçici yanlarımıza seslenen hikayeler. Ya da, bizim bütün tellerimize değil de, o an hangi telimiz gerginse, sadece o telin en hassas noktasına dokunan hikayeler.
Bir de, geniş dokunuşlarla çocuksu yanlarımızı okşayarak içimizdeki ezeli tedirginliğin içine doğru seslenen, her daim baş tacı ettiğimiz hikâyeler vardır. Yirmi yıl, otuz yıl önce okumuş olsak da hiç unutamayız onları. Hatırladıkça varlığımızın temel taşlarını titreten, hatırladıkça gözlerimizdeki ışıltıları çoğaltıp yüreğimizi genişleten, hatta bizim dünyaya bakışımızı her defasında yeniden yıkıp yeniden kuran bu tür hikâyeler asla eskimezler çünkü; hayatımızdaki yerlerini ilk günkü gibi korurlar. Başkaları nasıl bakarsa baksın, onlar bizim hikayelerimizdir. Aramıza ne başka hikayeler girebilir, ne başka insanlar, ne de başka zamanlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, hayali damarlarla bu hikâyelere nasıl bağlandığımızı da bilemeyiz aslında. Biri kalkıp, bunlar benim hikâyelerim diyorsa, orada zınk diye durmak gerekir zaten; ötesine gitmemek, ayrıntılarını bilmemek, nedenini sormamak gerekir.
Okuduğum onca hikâyeye rağmen, benim hikâyelerim de neredeyse yirmi yıldan bu yana hiç değişmedi. Bu konuda bana bir soru sorulduğunda ya da cesaret edip eş dost meclisinde kendiliğimden konuşmaya başladığımda hep aynı hikâyelerin adını saydım: Gabriel Garcia Marquez'den, "Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı"; Borges'ten, "Yolları Çatallanan Bahçe"; Carlos Fuentes'ten, "Aura"; Kafka'dan, "Kanun Önünde", "İmparatorun Haberi", "Ceza Sömürgesi", "Kovalı Süvari", "Çiftlik Kapısına Vuruş" ve ille de "Avcı Gracchus"...
Hepi topu, dokuz hikâye.
Yıllardır, döner döner okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime şöyle doğru dürüst bir edebi ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum. Kimi zaman sırf kendi paşa keyfim için bu dokuz hikâyeyi, "Kendiceğizimin Bayıldığı Hikâyeler" adlı bir kitapta toplamayı düşünür, kimi zaman devasa kağıtlara onların fotokopilerini çektirip evimin duvarlarına yapıştırmayı hayal eder, kimi zaman da -ne yalan söyleyeyim- bu hikâyeler hakkında şöyle dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım. Bunları yapar mıyım, yapamaz mıyım bilemiyorum tabii. Benim bildiğim şu ki, olanaklar elverir de bir gün oturup hayalimdeki kitabı yazmaya kalkarsam, artık "Aura" adlı hikâyeyi bu işin dışında tutmam gerekecek.
Birkaç hafta önce, Carlos Fuentes'in "Kendim ve Ötekiler" adlı denemelerini okudum çünkü ve orada, dünyanın en güzel hikâyelerinden biri olan "Aura" hakkında tamı tamına yirmi bir sayfalık bir bölümle karşılaştım. "Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım" adını taşıyan (Calvino da, ünlü romanı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu"nun yazım serüvenini anlattığı, çizimlerle dolu küçük kitabına aynı adı vermişti) bu bölüm, itiraf edeyim, en az "Aura" kadar ilginç geldi bana.
Daha ilk sayfalarda, "Aura"nın gerçek yazarının 17 Eylül l580'de Madrid'de doğmuş olan ve 8 Eylül 1645'te Villanueva de los Infantes'de öldüğü varsayılan Quevedo y Villegas olduğunu söylüyor Fuentes. Ardından da, "Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır?" diyerek, büyük bir alçakgönüllülükle, "Aura"nın yüzyıllar önce başka başka yazarlar tarafından kaleme alınan farklı biçimlerine değiniyor. "Aura"yı yazdıktan dört yıl sonra Roma'da, Rafael Alberti ile Maria Teresa Leon'un önerisiyle gittiği eski bir kitapçıda, Hiosuişi Şoun tarafından yazılıp 1666'da yayımlanan Japon masallarına değiniyor sözgelimi ve orada anlatılan "Fahişe Miyagino" adlı hikâyeyi görünce fena halde şaşırdığını söylüyor.
Bu arada, biz de şaşırıyoruz tabii. İtalyancaya çevrilen bu Japon masallarında rastladığı "Aura"nın ayak izlerini takip eden Fuentes, bu kez de, "erken Hıristiyanlık dönemi rahipleriyle Ortaçağ safsatacıları üzerine yazılan yüz seksen cildi okuyarak "Samanyolu" filminin senaryo hazırlıklarını yapmakta olan" kadim dostu Bunuel'e koşuyor çünkü ve ondan, Paris'teki Ulusal Kütüphane'de bulunan bibliyografi bölümüne girebilmesi için ne yapıp edip bir yol bulmasını istiyor. Bunuel, "bir 15. yy. Japon bakiresinin bekaretine ya da aynı çağ ve ulustan bir fahişenin cesedine nüfuz etmekten daha zor" girilebilen bu bölüme, bir gün karanlıkta gizlice sokuyor onu. Fuentes, Japon masallarının izini sürerek burada, hikâyenin asıl kaynağının "Ai'King'in Yaşamöyküsü" başlıklı bir Çin masalı olduğunu keşfediyor.
Ardından, Henry James, Charles Dickens ve Puşkin'in bazı yapıtlarıyla "Aura" arasındaki bazı bağlantılara geçiyor yazar ve 'Her şey aslını yitirmeksizin bir başkası oluyor,' dedikten sonra 1976'nın Eylül'üne dönerek, bir yemek masasında, opera sahnelerinin büyük sopranosu Maria Callas ile karşılaşmasını anlatıyor. Masada, bir efsaneyle yan yana oturmuştur ama sahnede en berrak ve en görkemli sesleri çıkaran bu efsane o sırada, Altıncı Cadde'deki Sam Goody's dükkanında Maria Callas plakları satan bir kızın sesiyle konuşmaktadır. Hatta, beyaz çiçek yapraklarıyla nemli zeytinlerin oluşturduğu bir fırtınada ışıl ışıl yanan iki siyah deniz fenerine benzeyen gözlerini çevirip konuşurken sesini yaşlı bir kadının sesine dönüştürmekte ve bu eskil sese, çılgınlığın iniş çıkışlarını da katmaktadır.
'O an "Aura"nın asıl kaynağını keşfettim,' diyor Fuentes.
Daha sonra da, oğul Alexandre Dumas'nın "Kamelyalı Kadın"ını yeniden okuyor ve romanda yer alan trajik bir sahneyle "Aura" hakkındaki bölümü bitiriyor.
Doğrusu, Fuentes'in bu baş döndürücü gezintiyi yapması, yazmadan önce ve yazdıktan sonra kendi hikayesinin tematik ve kurgusal geçmişini bu denli derinlerde arayıp bulması ve bulduğu her şeyi büyük bir titizlikle tek tek sergilemesi "Aura"nın tadını hiç mi hiç bozmuyor. Başka bir deyişle, ne artırıyor ne de eksiltiyor onun değerini. Gene de, bir metnin gerisinde neler olup bittiğine dair bize müthiş örnekler sunuyor.
Aynı zamanda, Mallarme'nin şu cümlesini bir kez daha doğruluyor: "Bir kitap ne başlar, ne biter; olsa olsa öyle görünür."
 
 Milliyet Kitap'tan alıntıdır...


Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu:)

Çocuk her yerde her dönemde çocuk...
Gülümseten haberlerden biri daha:)
"Sevgili Noel Baba..."

İrlanda'nın başkenti Dublin'de bir evin bacasında Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu.

Terenure mahallesinde yaşayan John Byrne'ın, evine merkezi ısıtma sistemi yerleştirirken eski şömine bacasının gizli bölmesinde yıllar önce bulup sakladığı mektup, 1911'de, biri kız diğeri erkek iki çocuk tarafından kaleme alınmış.
Mektup zaman içinde şömine dumanından biraz zarar görse de hala okunabiliyor ve çocukların hediye istekleriyle Noel Baba'ya iyi şans dileklerini içeriyor.
H. ve A. Howard, çizimlerle süsledikleri mektuplarında, "Noel Baba"dan oyuncak bebek, yağmurluk, eldiven, elma şekeri ile altın ve gümüş paralar istiyor.
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

AB standartları sürücülerin ezberini bozdu:))

                                                        Seç, beğen, al...
 
Bu haberi okuyunca çok güldüm. AB uyum sürecinde değiştirilen bazı trafik işaret levhalarının yanlış anlaşıldığı ortaya çıkmışşşş:))))
 
Ahhh Aziz Nesin neredesin, tam senlik bir vaka. Kalk ta gör:)
 
Aslında haklılar. Trafikteki bütün keşmekeş yeni levhalardan kaynaklanıyor. Bugüne kadar herşey ne kadar düzenliydi. Kimse kimseyi sollanmayacak yerde sollamaz, girilmezden girilmez, dönülmezden dönülmez, yayalara yol verilir, kaç km yazılıyorsa o kadar sürat yapılır, emniyet şeridi asla kullanılmaz. Park edilmezde park edenide gördük, sol şeridi tıkayıp telefonda sohbet edeninide, levhaları kurşunlayanlarıda, yükseklik levhasına aldırmayıp 'arkadaşlar geçersin dedi' diyerek koca otobüsü köprünün altına sıkıştıranınıda. Ne var ki şurada biz bize gül gibi geçinip gidiyorduk trafikte. Nerden çıktı bu AB levhaları anlamadım gitti. Ortalığı birbirine kattı. 
 
 
 
Şaka bir yana bir önceki levhalarla AB süreci çerçevesinde kullanılan levhalar arasında farklılık olsada tersini çağrıştıracak kadar bir farklılık olmasa gerek ama fırsattan istifade levha değişti ya anlamadım ayağına yatar cezadan kurtulursun kuralı trafikte en geçerli kural bu aralar herhalde. 
 
Sonuç biz trafiğinde, levhalarında, saygısız sürücülerinde eski halini biliyoruz. Eskisi neydi ki yenisi ne olsun...
 
Aziz Nesin haklıydı galiba...Ne dersiniz:))  
Sürücülerin ezberi bozuldu

Ankara'da yapılan bir araştırmada, Avrupa Birliği'ne (AB) uyum sürecinde değiştirilen bazı trafik işaret levhalarının tam tersi anlam çağrıştırdığı ortaya çıktı.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaşım Araştırma Merkezi'nden Dr. Hediye Tüydeş Yaman ve Erkut Kırmızıoğlu tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Eğitim Araştırma Daire Başkanlığının desteğiyle Karayolu Trafik Güvenliği Kurulu Alt Çalışma Grubu'nun seçtiği, trafik güvenliğine etkisi yüksek olması beklenen ve AB uyum süreci kapsamında değişen levhaları da içeren 39 trafik işaret levhasının bilinirlik düzeyi araştırıldı.

Araştırma kapsamında hazırlanan ankete, büyük çoğunluğu üniversite mezunu, sürücü belgesi olan, bin 134'ü erkek, 327'si kadın olmak üzere toplam bin 478 sürücü katıldı. Ankete katılanların 271'i otobüs ve taksi şoförü gibi profesyonel sürücü olduğunu ifade ederken, bin 160 katılımcı ise profesyonel olarak sürücü olmadığını belirterek ankette trafik levhalarıyla ilgili soruları yanıtladı.

Anket formunda yer alan her levhanın anlamı için verilen yanıtlar, “ters, yanlış, yorumsuz, kısmen doğru, yanıtlar doğru” şeklinde kodlandı.

Katılımcıların verdiği yanıtlara göre, bazı trafik işaret levhalarının tam doğru olarak bilinmesine rağmen,bazılarının hiç bilinmediği yada yanlış bilindiği, hatta bazıların ters anlam çağrıştırdığı görüldü.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız:)

İşte insan beynini geliştiren on roman

İşte insan beynini geliştiren on roman

Bilim dünyası sonunda edebiyata da el attı ve insan beynini farklı bir biçimde etkileyen on romanı tespit etti. Listede Tolstoy da var Virgina Woolf da.

EDEBİYATIN ‘iyileştirici’ niteliğinden yola çıkan bir grup bilim insanı, nitelikli romanların insan beynini geliştirip keskinleştirdiğini, sosyal bağları güçlendirerek kişiliği değiştirdiğini ve ilişki kurmayı kolaylaştırdığını koydu ortaya. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatr Keith Oatley ve Ingrid Wickelgren tarafından Scientific American’da yazılan makaleye göre, roman kahramanlarıyla özdeşleşmek, hem hayal dünyasını zenginleştiriyor, hem de sosyal bağları güçlendiriyor.

Nitelikli bir roman, bu etkileriyle insan beynini de keskinleştiriyor ve insan davranışlarına ilişkin sağlam ipuçları veriyor. İki bilim insanı, insan beynini en fazla geliştiren on romanı da tespit etmişler. Listede Tolstoy’un Anna Karenina veya Virginia Woolf’un Bayan Dalloway’ın yanı sıra Muhsin Hamid’in 2007 yılında yazdığı ‘The Reluctant Fundamentalist / Gönülsüz Köktendinci’ isimli romanı da yer alıyor. Bakın bakalım, siz ne kadar etkilendiniz bu romanlardan...

Listede yer alan on roman

- Johann von Goethe / Genç Werther’in Çektikleri (1787)
- Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

NARDUGAN'DAN ÇAM AĞACINA



Yılbaşı yaklaşıyor. Caddeler, mağazalar ışıl ışıl. Çam ağaçları süslenmeye başladı. Yılın en sevdiğim dönemi. Yeni yıl, yeni umutlar, yeniden doğuş...Herkesin farklı istedikleri vardır gelecek yıldan ama ben her yıl aynı şeyi dilerim saat 24.00 vurduğunda. Sağlık, huzur, mutluluk ve şükrederim böyle geçirdiğim her dakika için.

Her yıl evin bir köşesine çamımızı kurarız. Kıpkırmızı narlarımız evin masasında yerini alır. Kırmızı ve yeşildir benim için yılın bu döneminin renkleri.

Noel Baba vardır hani bu ülkenin topraklarında Demre'de doğupta yabancılara kaptırdığımız Santa Clause. Ufak tefek hediyeler bırakır çamın altına 31 Aralıkta açılmak üzere ev halkına.

Ağaç süsleme geleneğinin geçmişini Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'dan dinleyelim. Bakın neler anlatıyor Çığ yılbaşında süslenen ağaçlarla ilgili...

Daha çok erken ama hepinize mutlu, sağlıklı, huzurlu ve nar taneleri kadar bereketli bir yıl dilerim. Her şey gönlünüzce olsun:)





HIRİSTİYANLARIN İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.

Türklerin, tektanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna ‘hayat ağacı’ diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde Güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu Güneş’in zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneş’in yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrı’ya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrı’dan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyükbabalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri, yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş.

Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok.

“Doğum, güneşin yeniden doğuşu.”
Muazzez İlmiye ÇIĞ Sümerolog



 

Efsanevi lider hayatını kaybetti

Efsanevi Çek lider hayatını kaybetti

Çekoslovakya'daki sosyalist rejimin "kadife devrimle" sona ermesinde, ülkenin Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölünmesinde kilit rol oynayan, demokratik seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı Çek lider Vaclav Havel, bugün hayatını kaybetti.

Çek televizyonunun duyurduğu haberde, bu sabah hayata gözlerini yuman 75 yaşındaki Vaclav Havel'in ölümünün birden çok hastalığa bağlı olduğu belirtildi.
Havel'in basın danışmanı Sabina Tancevova, yaptığı açıklamada, eski başkanın uykusunda öldüğünü söyledi. Havel'in sağlık sorunlarının, 1980 yılında hapisanede geçirdiği ve iyi tedavi edilmeyen zatürreye ve yakalandığı akciğer kanserine bağlı olduğu açıklandı.
1989'daki Komünizm karşıtı "Kadife Devrim"in lideri olarak tanınan Havel, 1989'dan 2003'e kadar önce Çekoslovakya'yı, ardından Çek Cumhuriyeti'ni yönetti. Havel, ülkesinde 1989'da gerçekleştirilen şiddet içermeyen devrim sonrasında, demokratik bir seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanıydı.
AİLECE DÜŞMAN İLAN EDİLDİLER
5 Ekim 1936'da Prag'da dünyaya gelen Vaclav Havel, ülkede işadamı olarak çalışan, hümanizm savunucusu bireylerden oluşan varlıklı bir ailede büyüdü. Ailece, komünistler tarafından "Almanlarla beraber çalışmak"la suçlandılar ve "düşman sınıf" ilan edildiler. Bu yüzden, genç Havel'in okula gitmesi, o dönemin hükümetince engellendi. Bunun üzerine, dört yıl boyunca bir kimya laboratuvarında yardımcı teknisyen olarak çalışan Havel, bir yandan da bir lisede akşam derslerine katılarak üniversite sınavına hazırlandı. Böylece, Prag Yüksek Teknik Okulu'nda ekonomi okumaya hak kazandı.
Ailesi sayesinde edindiği insan hakları savunuculuğu onu, 1950'lilerde komünizmin yıprattığı veya yok ettiği Çekoslovakya Cumhuriyeti'nin insani değerleri üzerine yazılar yazmaya yönlendirdi. Henüz 19 yaşındayken makaleler, haberler yayımlamaya başladı. 

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

Aragon ile Elsa




Paris sokaklarında pırıl pırıl bir yağmur,
oradan oraya sürükleniyor yapraklar, 
kuşlar saçak altlarına sığınıyor.
kahvede
camın ardında bir çift göz
çiçek satıcısının çiçeklerine bakıyor
birdenbire açılan rengarenk şemsiyelere

Paris’in düşüşünü unutmuyor hiçbir zaman
direnmenin çoklu günlerini
gözleri parlıyor Elsa’nınki gibi
kapıdan içeri girince beklediği

Paris bu yağmurlu günde daha da güzel
eğilip bakıyor gözlerine Elsa’nın
yüreği aşk bozgunuyla yıkık
kaygılı, tedirgin düşünceler içinde

Paris’in bu yağmurlu gününde
ikiyi bölüyor bir damlayı
güzel havalar için bir yarısı
öbür yarısı derin gözleri için Elsa’nın

Ahmet Ada


Hayallerim var benim

Bugün dışarı baktığımda bembeyaz bir manzara ile karşılaştım. İşte beklediğim oldu kar yağdı diye geçirdim içimden. Doğa beyaza bürünmüş, karşımda duran çam ağacı her kış olduğu gibi bu kışta yılbaşını karşılamak üzere gelinliği giymiş.

Bahçeye sessizlik hakim, tam da olması gerektiği gibi. Karların üzerinde sadece kuşların ayak izleri var. İncecik, ürkek. Dışarı çıkıp ekmek kırıntısı koymanın tam zamanı. Sonra belki bir kardan adam yaparım en sevimlisinden, kuşlarla arkadaşlık etsin diye. Burun yerine bir havuç, gözlerine iki zeytin tanesi, boynuna kırmızı bir atkı, eline de illaki dallardan bir sopa tutuşveririm. Çıkar yürürüm ağaçların arasında, sessizliğin sesini dinleyerek, huzur içinde ayaklarımın altında yeni yağmış karı hissede hissede.

Derin bir nefes alırım, soğuk ve tertemiz hava ile bayram eder ciğerlerim. Lapa lapa kar yağmaya başlar, başımı gökyüzüne kaldırır seyrederim üstüme üstüme gelen pamuk kümelerini. Yüzüme konarlar yumuşacık, şekil şekil. Atarım kendimi olduğum gibi karların üzerine, kollarımı bacaklarımı yukarı aşağıya oynatırım sadece. Sonra kalkar bakarım melek şekli çıkmış mı diye. Evet işte orada duruyor bembeyaz bir melek. O benim meleğim. Kar meleği. Bir dilek tutarım yeni yılda gerçekleşmek üzere. Sonra devam ederim yoluma adım adım, acelesiz, sindire sindire.


Kar durur, kış güneşi belirir bulutların ardından. Gözlerimi kamaştırır, ışıldar ama ısıtmaz, belkide özellikle ısıtmak istemez. Saygı duyar beyazın güzelliğine çeker gider biraz sonra gri bulutların ardına incitmemek için bu vals yaparak uçuşan narin kar tanelerini.

Karın üzerinde bu kez benim ayak izlerim eşlik eder kuşlarınkine. Döner gelirim eve. Çıkarırım üstümü başımı doğru mutfağa kahve yapmaya. Sıcak suyu dökünce fincanın içine mis gibi kışkırtıcı kokusu gelir burnuma. Geçerim şöminenin karşısında çıtırdayarak yanan ateşin karşısına, ısınmaya çalışırım kahvemi yudumlarken.
Elime alırım kitabımı zevkle okumaya başlarım. Göz ucuyla pencerenin önünde geyiklerle sohbet eden kedime bakarım. Merak ederim sohbetin konusu ne acaba? Pek te ciddi bir şey olamasa gerek. Baksana gülüyorlar.

Dalar giderim kitabıma. İçinde dünyanın dört bir tarafından insan hikayeleri. Kimbilir ne kadar zaman geçer kulakları yırtan bir gürültüyle irkilirim, kalkarım oturduğum yerden tekrar camdan dışarı bakarım. Gözlerimi ovuştururum gördüklerim hayal mi diye. Doğru olmasın isterim bu kez. Karlar, ağaçlar, kuşların ayak izleri, geyikler, kedi, şömine, çıtırdayarak yanan odunlar, hepsi yok olmuş. Karşıdaki cam ağacının yerini yükselen gökdelenler almış. Kuşların ayak izlerinin yerinde yoldan geçen arabaların tekerlek izleri duruyor. Tertemiz kar havası yerini şehrin kirli havasına bırakıp kaçmış, şöminenin yerini kalorifer, odunların yerini doğalgaz faturası almış ve prensesin arabası bal kabağına dönüşmüş.

'Hayallerim vardı benim diyorum yavaşça'.
'Sen artık o hayali biraz zor görürsün bu şehirde diye fısıldıyor bir ses kulağıma. Bu kadar bina yapılırken, üstüne kar tanesi düşecek bir ağaç bile bırakılmadı, kalanlar kesildi, kesilenin yerine göstermelik dikilenlerde kurudu. Böyle giderse kar yerine lanet yağacak gökyüzünden üzerinize.'

'Kimsin sen diye soruyorum, kötü kraliçe mi?'
'Kötü mü? Ben mi? diye sorumu soruyla yanıtlıyor ve geldikleri gibi yok oluyorlar hayallerimle birlikte ele ele.

Yeşim Ermutlu

3 yıl aradan sonra yeniden İstanbul’da

Salvador Dali yeniden İstanbul'da

Sürrealist resmin en önemli ressamlarından birisi olarak kabul edilen Salvador Dali, 3 yıl aradan sonra yeniden İstanbul’da.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde, InArtis ile Kült işbirliğinde gerçekleştirilen Salvador Dali Sergisi’nde 23 Aralık 2011- 26 Şubat 2012 tarihleri arasında Tophane-i Amire’de gerçekleştirilecek. Sergide Salvador Dali’nin, ‘İlahi Komedya’, ‘Sürrealizm İzleri’, ‘Gala ile Akşam Yemeği’ adlı 3 ayrı başlıktaki 121 eseri yer alacak.

Dante’nin bu uzun soluklu ‘İlahi Komedya’ şiirinin güzelliği Botticelli, Flaxman, Blake, Delacroix ve Rodin gibi isimlerin yanı sıra Dali’ye de ilham kaynağı oldu. Sergideki ‘İlahi Komedya’ bölümü 1950’li yılların başlarında dönemin İtalyan hükümetinin, Dante’nin 700. doğum günü şerefine Dali’den İlahi Komedya’yı resimlemesini istemesi üzeriye yapılan çalışmalardan oluşuyor.
Haberin devamı için aşağıdaki linki tıklayınız...

http://bit.ly/tfNBuT

Leonardo Da Vinci'nin kayıp eseri, sanat tarihçilerini birbirine düşürdü

Leonardo Da Vinci ortalığı karıştırdı

Sanat tarihçileri, İtalya'nın Floransa kentindeki Belediye Sarayı'nda (Palazzo Vecchio) gizli bir Leonardo Da Vinci eserini bulmak için sürdürülen delme işlemenin durdurulması için harekete geçti.

Farklı ülkelerden 150 sanat tarihçisi, delme işleminin bir başka Rönesans sanatçısı olan Giorgio Vasari'nin 1563 yapımı “Marciano Savaşı” adlı duvar resmine zarar verdiğini öne sürerek, bir an önce durdurulması için dilekçe imzaladı.

Birkaç yıl önce İtalyan sanatı uzmanı Maurizio Seracini, Leonardo Da Vinci'nin akıbeti meçhul “Anghiari Savaşı” adındaki duvar resminin Vasari'nin eserinin altındaki ikinci bir duvarda olduğunu iddia etmişti.
Geçen hafta dış duvarın içine kamera sokmak amacıyla delme işlemleri başlatıldı.

Da Vinci, kimi sanat tarihçilerine göre en güzel çalışması olarak yorumlanan “Anghiari Savaşı” adlı duvar resmini yapmaya 1504 yılında başlamış ancak kullandığı deneysel yağlı boya tekniğinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle eserini tamamlamadan bırakmıştı. Duvar resminin yer aldığı oda, daha sonra yenilenmiş ve Vasari, “Marciano Savaşı” adlı eserini 1563 yılında tamamlamıştı.

Vasari'nin Da Vinci'nin eserine zarar vermemek amacıyla yeni bir duvar ördüğünü ve resmini bu duvarın üzerine yaptığını iddia eden Seracini, resmin altında, üzerinde “Arayan bulur” anlamına gelen “Cerca Trova” yazılı bir bayrak taşıyan asker figürünü de kanıt olarak gösteriyor.

Geçen yıl radar teknolojisi kullanılarak yapılan araştırma sırasında Vasari'nin ördürdüğü duvar ile orijinal taş duvar arasında bir boşluk bulundu. California Üniversitesi'nde görev yapan Seracini ile ekibi, Vasari'nin eserinin çeşitli kısımlarını delerek arkadaki duvarda ne olduğunu görmek için açılan deliklerden kameralar uzattı.
Haberin devamı için aşağıdaki linki tıklayınız...

http://bit.ly/rJM8cd





Babamın küçük kızıydım ben.

Elinden tutup bakkala götürdüğü, şeker alıp mutlu ettiği küçük kızı.

Küçücük bir kızdım ben kanayan dizleri olan, pembe pembe elbiseler içinde saçı iki

 yana ,örülüp prenses ilan edilen.

Yetmedi bana bu mutluluk büyümek istedim. Ve bir gün geldi büyüdüm.

Babam artık elimden tutmuyor, şekerle alınacak bir gönlüm bile yok.

İnsan kanayan dizlerini özler mi? 

Ben özledim...

-Alıntı-