BİR KAZAK ONLAR İÇİN ÇOK ÖNEMLİ!!!

Şehitlerimizden sonra bir başka acı haberle daha sarsıldık. Van'da 7 büyüklüğünde deprem. Şu anda kesinlik kazanmamakla birlikte yüzlerce ölü binlerce yaralı. Umudumuz rakkamların daha da artmaması.

Soğuk altında, evsiz yardım bekleyen insanlar.Bizim insanlarımız. Çocuklarımız...

Çocuklarınızın ve sizlerin dolabında bir köşesinde öylece kalakalmış artık kullanmadığınız bir kazağın bile onlar için çok büyük bir önemi var şu günlerde.

Kimse kimseden yeni bir şeyler alıp göndermesini istemiyor. Dolaplarımızda kalmış, artık modası geçtiği, veya bedeni uymadığı  için kullanmadığınız, yıpranmamış, temiz, kadın, erkek, çocuk, bebek giysilerinizi bir koli içinde hazırlayıp herhangi bir belediyenin çağrı merkezini ararsanız sizler ulaştıramazsanız, bile gelip kapınızdan alıyorlar. Belediyeler haricinde bir çok özel okul bu yardım çağrısına destek vererek Van'a gönderilmek üzere temiz, yıpranmamış kışlık giysi ve battaniye kolilerini kabul ediyor. Çevrenizde varsa yönetimlerine başvurabilirsiniz.

Bu acıyı daha önce yaşamış insanlar olarak;

BİR KAZAK ONLAR İÇİN ÇOK ÖNEMLİ...LÜTFEN YARDIM EDELİM...EN AZINDAN ÇOCUKLAR İÇİN...


KAYBETTİĞİMİZ FİDANLARIMIZA

Bugün 24 gencimiz şehit oldu. 24 fidanımızı gözyaşları içinde uğurlarken bugün Edebiyat Vadisi'nin paylaştığı aşağıdaki dizeleri  sizlerle paylaşmak istedim.

Oysa

Çocukluğumu özlüyorum
Yara bere içindeki dizlerimi
Pamuk helvaya yapışmış suratımı
Elma şekerine bulanmış ağzımı
Yaramazlık yaptığımda annem göremesin diye
... saklandığım kapı ağzını
Oysa
Çoktan sobeledi hayat...!
 
(yazarı belirtilmemiş)
 
Keşke "Ben onun bir yerine bir şey olmasın diye, bisiklete bile bindirmemiştim." diyen anneleriniz sizleri saklandığınız kapı ağzında bulabilseydi, keşke sadece dizlerinizde yara bere olsaydı, keşke yüzlerinize pamuk helva yapışsa ve ağızlarınıza elma şekeri bulansaydı, keşke çocukluğunuzdaki gibi yaramazlık yapsaydınızda bu haberlerinizi duymasaydık. Ruhunuz şad olsun...
 

YAĞMURLA SÜRÜKLENEN ANILAR



Geçen pazardan beri yazmamışım. Aradan tamı tamına bir hafta geçmiş. Yine pazar, yine gri bulutları misafir eden yağmurlu bir İstanbul. Havada melankoli kokusu. Kış başladı mı ne?

Gözüm duvardaki Dubrovnik tablosuna takılıyor bir an için. Tam da o meydandaki bir sokak ressamından almıştım bu tabloyu. 2004 Nisan ayı idi. Gece sohbet ederken Hırvatistan'a gitmeye karar vermiştik hiç hesapta yokken, öylesine... Sonra internetten bulduğumuz otele rezervasyon yapıp, biletleri aldık. O zamanlar henüz turlar başlamamıştı oraya. Biletimizi kesen kontuar elemanına ve Hırvatistan'a gideceğimizi söylediğimiz kişilere çok enteresan gelmişti gezmek için Zagreb'e gitmemiz. Gidecek başka yer bulamadınız mı gibilerinden yüzümüze bakmışlardı o zamanlar. Şimdi ise turların biri gidiyor öbürü geliyor:).
                                                                       
Zagreb Havaalanı o güne kadar gittiğim en boş havaalanı idi. Alanda iki uçak vardı biri bizim gittiğimiz THY, diğeride Croatia Airlines idi. Uçaktan indikten kısa bir süre içinde alanda yolcu kalmamıştı. Otobüse binip şehre giderkenki hayal kırıklığımı hatırlayıp hala gülerim kendime. İlk tepkim aman allahım ne işimiz vardı burada demiştim amaaaa Zagrep'e geldiğimizde sanki dünya değiştirmiş gibi olmuştum. Kaldığımız otel 1970'lerde kala kalmıştı. Gece dışarı baktığımda puslu karanlığı aydınlatmaya çalışan bir binadan diğerine uzanan elektrik telinin ortasından sarkan sokak lambası ile daha da eskiye gitmiştim. Arnavut kaldırımlı sokak bomboştu. Sessiz, ıssız. Her an sokağın köşesinden naziler çıkacakmış gibi bir görüntü. Bazı filmlerin belleğimizde ne çok yer ettiği böyle anlarda çıkıyordu meydana.




Elimdeki fotoğraf albümüne bakıyorum. Sanki zaman tünelinin içinde gibiyim. Çok değil aradan yedi yıl geçmiş. Sırt çantam, yeşil kazağım, güneş gözlüklerimle eski binaların çevrelediği rengarenk lalelerle donatılmış, yemyeşil bir parktaki resmime bakıyorum. O akşam otelde Adriyatik kıyısından otobüsle güneye kadar gitmeye kadar vermiştik. Zadar ve Split. Şehirleri yürüyerek gezmenin verdiği yorgunluktan Split'ten dönmeyi düşünürken annemle yaptığım telefon konuşması sonucunda Dubrovnik'e giden otobüse bilet almıştık. Mutlaka gidin demişti, baban dünyadaki en güzel şehirlerden biri olduğunu söylerdi her zaman. Tam da yağmur çiseliyordu bu sözleri söylerken. Yanımızdan bir okulun muhtemelen ilkokulun veya yuvanın öğrencileri geçmişti yanımızdan üzerlerinde rengarenk yağmurlukları ile.

Dantel gibi kıyılarından, ufacık adalarını ve birbirinden güzel deniz fenerlerini seyrederek varmıştık Dubrovnik'e. Bir turizm informasyon bürosuna giderek kalacağımız yeri ayarlamıştık. Bu kez Damir'in evinde misafir olacaktık. Şimdi nasıl bilmiyorum ama o zamanlar turizm informasyon  istediğiniz konaklama şeklini ve ücret aralığını söylediğinizde kalacak yer bulmaları konusunda yardımcı oluyordu. Dubrovnik'te kalenin içinde kalmayı istediğimiz için bize pansiyon önermişlerdi. Pansiyonun sahibi gelip bizi kalenin tam tepesindeki üç katlı bitişik nizam taş evlerden birine götürmüştü. En üst katın kapısını açtığımda ben buradan geri dönmüyorum demiştim. Bir pencereden tüm kale, evler, yollar, merdivenler arka pencereden ise çatıların üzerinden deniz görünüyordu. Pansiyon diye adlandırdıkları yer ise stüdyo daire idi. Gece dağın tepesindeki haç ışıklandırılıyor ve bu orta çağ kentine ayrı bir hava katıyordu. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı büyülü bir şehirdi burası. Her yeri tarih kokuyordu. Yürümekten yorulduğumda oturduğum kafenin tam karşısında ortaçağ kıyafetleri giymiş bir gencin söylediği şarkılar eşliğinde kahvemi yudumlarken görmüştüm sokak ressamını. Sulu boya resimler yapıyordu. Orta yaşlı, saçları kırlaşmış bir adamdı. Tüm resimlerinde aynı temayı işlemişti neredeyse. Kale, kilise, kafeler. İşte bugün halen duvarımda asılı resmi o gün almıştım. Suluboya tablo, fotoğraflar, albümün arasından çıkan müze giriş bileti, otobüs bileti, Zagreb haritası, kartpostallar...Hepsini saklamışım diğer gezi albümlerinde olduğu gibi. Ve yağmur damlalarının yarattığı sular beni oralara sürükledi bugün. Taa uzaklara, geçmişe, anılara...


                                                           

NAZLI ERAY'LA BİR ÖĞLEDEN SONRA






Kayıp Gölgeler Kenti'ni okuduktan sonra keşke Prag'a gitmeden önce bu kitabı okumuş olsaydım diye hayıflanmıştım. Büyülü bir Prag anlatmıştı okuyucularına Nazlı Eray bu eserinde. Başka kitaplarınıda okumuştum ama Kayıp Gölgeler Kenti benim kült kitabım olmuştu.

'Şehirler çok önemli benim kitaplarımda' diyordu 8 Ekim Cumartesi günü okurlarıyla buluştuğu CKM'de. 'Kayıp Gölgeler Kenti'ni yazdığım dönemde çok az kaldım Prag'da. Şubat ayında gitmiştim ve çok soğuktu, donma tehlikesi geçirdim yahudi mezarlığının içinde buna rağmen gezdim. Zaten soğuktan çok fazla yürüyemiyordum ve günler kısa olduğu için hava erkenden kararıyor, otele dönüyor yazacaklarımı gözden geçiriyordum. Bu şehre başka bir mevsimde gitseydim ve uzun süre kalsaydım o büyülü ortamı yakalayamazdım.'

'Alanım büyülü gerçekçilik. Romanda kural tanımıyorum. Benim eserlerimi klasik bir kalıba koymak imkansız. Okuyucunun elinden tutuyor, yavaş yavaş merdivenler çıkartıyor ve romanın içine sokuyorum. Büyülü gerçekçilik bu işte.'

'Kontrol edemediğimiz roman en iyi roman. Roman kendi kendini belirliyor. nehir gibi akıyor aslında ve ben bir yerden içine atlıyorum. Nefes nefese koşarak, kalbimi okura vererek, okurun elinden tutarak bazen gözyaşlarını hissederek yazıyorum.' 

'Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sevim Burak, Camus, Tenesse Williams en sevdiğim yazarlar.'

'Açık yerlerde mesela pastahanelerde yazmayı seviyorum. Yazarken çevremde yaşam akıp gitmeli. Gürültü beni rahatsız etmez.'

'Roman kahramanlarımdan Monsieur Hristo çocukken oturduğum apartmanın kapıcısı idi. O zamanlar 60 yaşında bir adamdı bana çok yaşlı gelirdi. Bir öykümde M. Hristo'yu kuş yapıp Galata'nın üzerinde 12 saat boyunca uçurup hayatının muhasebesini yaptırmıştım. M. Hristo bu öyküyü hiç bir zaman bilemedi ama bu öyküm 15 dile çevrildi.'


'Çocuk kitaplarımda öğreticilik yapmadım içimdeki sihirli dünyayı onlara açtım.' Diyerek devam etti söyleşisine.

'İnsanlara küçük mucizeler yaşatabiliyorsam ne mutlu bana' diye yazmıştı bir eserinde. Yaşattınız Nazlı Hanım. Okuyucularınıza çok güzel bir cumartesi öğleden sonrası yaşattınız CKM'de. Tekrar görüşmek üzere yeni büyülü romanlarınızı, öykülerinizi bekliyoruz. 






GÜNAAYYYDIIINN:)




Yağmurlu bir İstanbul sabahına günaydın:)

Camlara vuran yağmur damlacıkları arasından dışarı bakıyorum. Yerlerde sarı sonbahar yaprakları, ellerinde şemsiyeler ıslak kaldırımlarda yürüyen insanlar. Güneş bugün izinli, kendini göstermeyecek yerini gri bulutlara bırakmış. Pencereyi açıyorum mis gibi serin yağmur havasını içime çekiyorum. Evet bu benim havam. Yağmurlu sonbahar havası. Kendime mis gibi şekerli bir türk kahvesi yapıyorum, cd den Sacha Distel'in Toute La Pluie Tombe Sur Moi'sı yayılıyor salona, elimde Nazlı Eray'ın Kalbinde Kadın Taşıyan Erkekler Birahanesi kitabı. Kısacası keyif yapıyorum bu yağmurlu şehri-İstanbul sabahında...Ve tüm kalbimle sizlere de mutlu bir pazar günü diliyorum.