KAYBETTİĞİMİZ FİDANLARIMIZA

Bugün 24 gencimiz şehit oldu. 24 fidanımızı gözyaşları içinde uğurlarken bugün Edebiyat Vadisi'nin paylaştığı aşağıdaki dizeleri  sizlerle paylaşmak istedim.

Oysa

Çocukluğumu özlüyorum
Yara bere içindeki dizlerimi
Pamuk helvaya yapışmış suratımı
Elma şekerine bulanmış ağzımı
Yaramazlık yaptığımda annem göremesin diye
... saklandığım kapı ağzını
Oysa
Çoktan sobeledi hayat...!
 
(yazarı belirtilmemiş)
 
Keşke "Ben onun bir yerine bir şey olmasın diye, bisiklete bile bindirmemiştim." diyen anneleriniz sizleri saklandığınız kapı ağzında bulabilseydi, keşke sadece dizlerinizde yara bere olsaydı, keşke yüzlerinize pamuk helva yapışsa ve ağızlarınıza elma şekeri bulansaydı, keşke çocukluğunuzdaki gibi yaramazlık yapsaydınızda bu haberlerinizi duymasaydık. Ruhunuz şad olsun...
 

YAĞMURLA SÜRÜKLENEN ANILAR



Geçen pazardan beri yazmamışım. Aradan tamı tamına bir hafta geçmiş. Yine pazar, yine gri bulutları misafir eden yağmurlu bir İstanbul. Havada melankoli kokusu. Kış başladı mı ne?

Gözüm duvardaki Dubrovnik tablosuna takılıyor bir an için. Tam da o meydandaki bir sokak ressamından almıştım bu tabloyu. 2004 Nisan ayı idi. Gece sohbet ederken Hırvatistan'a gitmeye karar vermiştik hiç hesapta yokken, öylesine... Sonra internetten bulduğumuz otele rezervasyon yapıp, biletleri aldık. O zamanlar henüz turlar başlamamıştı oraya. Biletimizi kesen kontuar elemanına ve Hırvatistan'a gideceğimizi söylediğimiz kişilere çok enteresan gelmişti gezmek için Zagreb'e gitmemiz. Gidecek başka yer bulamadınız mı gibilerinden yüzümüze bakmışlardı o zamanlar. Şimdi ise turların biri gidiyor öbürü geliyor:).
                                                                       
Zagreb Havaalanı o güne kadar gittiğim en boş havaalanı idi. Alanda iki uçak vardı biri bizim gittiğimiz THY, diğeride Croatia Airlines idi. Uçaktan indikten kısa bir süre içinde alanda yolcu kalmamıştı. Otobüse binip şehre giderkenki hayal kırıklığımı hatırlayıp hala gülerim kendime. İlk tepkim aman allahım ne işimiz vardı burada demiştim amaaaa Zagrep'e geldiğimizde sanki dünya değiştirmiş gibi olmuştum. Kaldığımız otel 1970'lerde kala kalmıştı. Gece dışarı baktığımda puslu karanlığı aydınlatmaya çalışan bir binadan diğerine uzanan elektrik telinin ortasından sarkan sokak lambası ile daha da eskiye gitmiştim. Arnavut kaldırımlı sokak bomboştu. Sessiz, ıssız. Her an sokağın köşesinden naziler çıkacakmış gibi bir görüntü. Bazı filmlerin belleğimizde ne çok yer ettiği böyle anlarda çıkıyordu meydana.




Elimdeki fotoğraf albümüne bakıyorum. Sanki zaman tünelinin içinde gibiyim. Çok değil aradan yedi yıl geçmiş. Sırt çantam, yeşil kazağım, güneş gözlüklerimle eski binaların çevrelediği rengarenk lalelerle donatılmış, yemyeşil bir parktaki resmime bakıyorum. O akşam otelde Adriyatik kıyısından otobüsle güneye kadar gitmeye kadar vermiştik. Zadar ve Split. Şehirleri yürüyerek gezmenin verdiği yorgunluktan Split'ten dönmeyi düşünürken annemle yaptığım telefon konuşması sonucunda Dubrovnik'e giden otobüse bilet almıştık. Mutlaka gidin demişti, baban dünyadaki en güzel şehirlerden biri olduğunu söylerdi her zaman. Tam da yağmur çiseliyordu bu sözleri söylerken. Yanımızdan bir okulun muhtemelen ilkokulun veya yuvanın öğrencileri geçmişti yanımızdan üzerlerinde rengarenk yağmurlukları ile.

Dantel gibi kıyılarından, ufacık adalarını ve birbirinden güzel deniz fenerlerini seyrederek varmıştık Dubrovnik'e. Bir turizm informasyon bürosuna giderek kalacağımız yeri ayarlamıştık. Bu kez Damir'in evinde misafir olacaktık. Şimdi nasıl bilmiyorum ama o zamanlar turizm informasyon  istediğiniz konaklama şeklini ve ücret aralığını söylediğinizde kalacak yer bulmaları konusunda yardımcı oluyordu. Dubrovnik'te kalenin içinde kalmayı istediğimiz için bize pansiyon önermişlerdi. Pansiyonun sahibi gelip bizi kalenin tam tepesindeki üç katlı bitişik nizam taş evlerden birine götürmüştü. En üst katın kapısını açtığımda ben buradan geri dönmüyorum demiştim. Bir pencereden tüm kale, evler, yollar, merdivenler arka pencereden ise çatıların üzerinden deniz görünüyordu. Pansiyon diye adlandırdıkları yer ise stüdyo daire idi. Gece dağın tepesindeki haç ışıklandırılıyor ve bu orta çağ kentine ayrı bir hava katıyordu. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı büyülü bir şehirdi burası. Her yeri tarih kokuyordu. Yürümekten yorulduğumda oturduğum kafenin tam karşısında ortaçağ kıyafetleri giymiş bir gencin söylediği şarkılar eşliğinde kahvemi yudumlarken görmüştüm sokak ressamını. Sulu boya resimler yapıyordu. Orta yaşlı, saçları kırlaşmış bir adamdı. Tüm resimlerinde aynı temayı işlemişti neredeyse. Kale, kilise, kafeler. İşte bugün halen duvarımda asılı resmi o gün almıştım. Suluboya tablo, fotoğraflar, albümün arasından çıkan müze giriş bileti, otobüs bileti, Zagreb haritası, kartpostallar...Hepsini saklamışım diğer gezi albümlerinde olduğu gibi. Ve yağmur damlalarının yarattığı sular beni oralara sürükledi bugün. Taa uzaklara, geçmişe, anılara...


                                                           

NAZLI ERAY'LA BİR ÖĞLEDEN SONRA






Kayıp Gölgeler Kenti'ni okuduktan sonra keşke Prag'a gitmeden önce bu kitabı okumuş olsaydım diye hayıflanmıştım. Büyülü bir Prag anlatmıştı okuyucularına Nazlı Eray bu eserinde. Başka kitaplarınıda okumuştum ama Kayıp Gölgeler Kenti benim kült kitabım olmuştu.

'Şehirler çok önemli benim kitaplarımda' diyordu 8 Ekim Cumartesi günü okurlarıyla buluştuğu CKM'de. 'Kayıp Gölgeler Kenti'ni yazdığım dönemde çok az kaldım Prag'da. Şubat ayında gitmiştim ve çok soğuktu, donma tehlikesi geçirdim yahudi mezarlığının içinde buna rağmen gezdim. Zaten soğuktan çok fazla yürüyemiyordum ve günler kısa olduğu için hava erkenden kararıyor, otele dönüyor yazacaklarımı gözden geçiriyordum. Bu şehre başka bir mevsimde gitseydim ve uzun süre kalsaydım o büyülü ortamı yakalayamazdım.'

'Alanım büyülü gerçekçilik. Romanda kural tanımıyorum. Benim eserlerimi klasik bir kalıba koymak imkansız. Okuyucunun elinden tutuyor, yavaş yavaş merdivenler çıkartıyor ve romanın içine sokuyorum. Büyülü gerçekçilik bu işte.'

'Kontrol edemediğimiz roman en iyi roman. Roman kendi kendini belirliyor. nehir gibi akıyor aslında ve ben bir yerden içine atlıyorum. Nefes nefese koşarak, kalbimi okura vererek, okurun elinden tutarak bazen gözyaşlarını hissederek yazıyorum.' 

'Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sevim Burak, Camus, Tenesse Williams en sevdiğim yazarlar.'

'Açık yerlerde mesela pastahanelerde yazmayı seviyorum. Yazarken çevremde yaşam akıp gitmeli. Gürültü beni rahatsız etmez.'

'Roman kahramanlarımdan Monsieur Hristo çocukken oturduğum apartmanın kapıcısı idi. O zamanlar 60 yaşında bir adamdı bana çok yaşlı gelirdi. Bir öykümde M. Hristo'yu kuş yapıp Galata'nın üzerinde 12 saat boyunca uçurup hayatının muhasebesini yaptırmıştım. M. Hristo bu öyküyü hiç bir zaman bilemedi ama bu öyküm 15 dile çevrildi.'


'Çocuk kitaplarımda öğreticilik yapmadım içimdeki sihirli dünyayı onlara açtım.' Diyerek devam etti söyleşisine.

'İnsanlara küçük mucizeler yaşatabiliyorsam ne mutlu bana' diye yazmıştı bir eserinde. Yaşattınız Nazlı Hanım. Okuyucularınıza çok güzel bir cumartesi öğleden sonrası yaşattınız CKM'de. Tekrar görüşmek üzere yeni büyülü romanlarınızı, öykülerinizi bekliyoruz. 






GÜNAAYYYDIIINN:)




Yağmurlu bir İstanbul sabahına günaydın:)

Camlara vuran yağmur damlacıkları arasından dışarı bakıyorum. Yerlerde sarı sonbahar yaprakları, ellerinde şemsiyeler ıslak kaldırımlarda yürüyen insanlar. Güneş bugün izinli, kendini göstermeyecek yerini gri bulutlara bırakmış. Pencereyi açıyorum mis gibi serin yağmur havasını içime çekiyorum. Evet bu benim havam. Yağmurlu sonbahar havası. Kendime mis gibi şekerli bir türk kahvesi yapıyorum, cd den Sacha Distel'in Toute La Pluie Tombe Sur Moi'sı yayılıyor salona, elimde Nazlı Eray'ın Kalbinde Kadın Taşıyan Erkekler Birahanesi kitabı. Kısacası keyif yapıyorum bu yağmurlu şehri-İstanbul sabahında...Ve tüm kalbimle sizlere de mutlu bir pazar günü diliyorum.

YAMAÇTA

'Genç boşanma avukatı Clarin ve dul kalmış eski diller uzmanı Loos bir otelin terasında tanışırlar ve şarap eşliğinde iki akşam sürecek koyu bir sohbete dalarlar. Birbirlerini tanımamalarına karşın, aşk ve ölüm üstüne, hayatta önemli buldukları her şey üstüne derin bir tartışmanın içinde bulurlar kendilerini. Düşünceleri sürekli çatışır, dost mu düşman mı olduklarına bir türlü karar veremezler, birbirlerinden hem büyülenirler hemde nefret ederler.' yazıyor Markus Werner'in Yamaçta adlı kitabının arka kapağındaki tanıtım yazısında.

Roman avukat Clarin'in hafta sonunu fırsat bilerek kendi deyimi ile bir iş tatili için şehir dışındaki evine gitmesi ve akşam yemeği için gittiği otelde boş masa bulamadığı için eski diller uzmanı Loos'un masasına oturması ile başlıyor. İki adam şarap eşliğinde yemeklerini yerken birbirleri ile sohbet etmeye ve kendi hayatlarından bahsetmeye başlıyorlar. Loos geçen yıl aynı tarihlerde bulundukları otelde kaybettiği karısını, Clarin ise terk ettiği sevgilisini anlatıyor. Ertesi akşam tekrar aynı yerde buluşup yemek yerler. Üçüncü akşam ise Clarin saatlerce Loos'u beklemesine rağmen Loos gelmiyor. Loos'u beklemekten sıkılan Clarin resepsiyona başvurduğunda otelde bu isimde birinin kalmadığını öğreniyor ve hikaye buradan hız kazanarak okuyucuya sürpriz bir son hazırlıyor.

İşte kitaptan dikkatimi çeken giden satırlar;

"Hisler üzerinde kimsenin tasarruf hakkı yoktur"

"Siz hiç içlerinde, derinlerde bir yerde güvensizlik duymayan bir ebeveyn tanıyor musunuz? Neredeyse her şeyi yanlış yaptığı düşüncesine kapılmayan veya geriye bakarak, her şeyi yanlış yaptığını görmeyen
 bir anne tanıyor musunuz. Klinik olarak diyebilirim ki: Annelerin, ebeveynlerin kendilerini başarısız kimseler olarak görmeleri haklarıdır, onların meyvelerine bir bakın: bir sürü davranış bozukluğu, bir sürü istikrarsız , sallanan, hedefleri olmayan, oradan oraya sürüklenen  bir kitle."

"İnsan bir kereliğine parasız bir seyirci olarak cadde şenliğine oturmalı ki, heyecanlı ve ümit veren gençlerin çokluğunu görebilsin."

"Her kolleksiyoncu gibi o da bir tutkundu ve dünyanın mutsuzluğu için belge topluyordu."

"Uzun zaman önce eski bir halkın, yeni doğanları ağlayarak karşıladığı ve onu bekleyen tüm kötülükleri birer birer saydığı gelenek hakkında bir radyo yayını dinlediğini anlatmıştı. Ama bu halk ölüleri sevinçle ve şakalarla gömüyordu, çünkü onlar sonunda hayatın ıstıraplarından kurtuluyorlardı."

Okumak isteyenlere tavsiye edebileceğim kitaplardan biri daha:)

HAYALİ ÖPÜCÜKLER

Dün gece facede dolaşırken bir arkadaşımın "Mucize Enerji" sitesinden paylaştığı 'Hayali Öpücükler' adlı  hikayeyi okudum. Bugüne kadar çocuklar hakkında bir çok yazı okumuştum ama hiçbiri bu kadar etkileyici olmamıştı. Kız çocuklarının duygusallığı üzerine yazılmış gülümseyerek okuduğum hikayeyi sizlerlerde paylaşmak istedim. Daha önce okumayanlara Hayali Öpücükler...




Adam 3 yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı...

Bayram sabahı küçük kız paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü, acaba gereğinden fazla mi tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı...

Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı:

- Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun?!

Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı:

- O kutu boş değil ki baba, dedi. "İçini öpücüklerimle doldurmuştum."

Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar.

Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı.



Mucize Enerji isimli siteden alınmıştır...

Sevdiklerinize Doğum Günü Hürriyet'i Verin



Hürriyet Gazetesi'nden okurlarına doğum günü, sevgililer günü, yıl dönümü ve diğer tüm özel günler için unutamayacakları bir hediye fırsatı!

Doğduğunuz gün Türkiye'de ve dünyada neler olduğunu hiç merak ettiniz mi?

Hürriyet, ilk yayın tarihi 01.05.1948'den günümüze kadar olan tüm baskılarının birinci sayfalarını kullanımınıza sunuyor. Bu sayede aileniz ve sevdiklerinize, doğum günlerine ait sayfayı armağan ederek bu özel günleri unutulmaz kılabilirsiniz. Ya da dilerseniz kendi doğduğunuz güne ait gazetenin ilk sayfasını sipariş edip saklamanız mümkün.

Size özel Hürriyet'inizi, orijinal gazete kağıdına baskılı olarak farklı ebatlarda seçebilirsiniz. Ayrıca ister karton tüp içerisinde, ister özel kutuda, isterseniz de oldukça şık bir ahşap çerçeve içerisinde sipariş verebilirsiniz.

Bunun için tek yapmanız gereken http://bit.ly/dogumgunu1 adresini ziyaret ederek istediğiniz tarihi belirtmeniz!


Bir bumads advertorial içeriğidir.

Babama ve Tüm Denizcilere Murathan Mungan'dan

                                    

 

ESKİ FENERLER ESKİ GEMİLER


Uzun yanlışlarla battı gemiler
Geçtikleri her yerde
İçindekiler

Toy rüzgarlarda
Yelken açan düşlerimiz
Uğradığımız adalarda dağıldı
Geçtiğimiz gemilerde kaldı çarpılmış yüreklerimiz        
Boşlukta el sallayan biri var hala
Bizim varamadığımız uzaklıklara

Ne kulaklarımızda siren sesleri
Ne kadırga serenlerinin
Yol açtığı birkaç tuzlu resim
İçimiz bir ada kuraklığı
Sualtı batıklarıyız gündemin

En fazla neyi bilebiliriz şimdi
Bulmacalarda geçen gemici deyimlerinden başka
Hangi rakıya vursak kendimizi
Dalgaların kat yeri
Mazisinden yeni bir insan çekip çıkaramayanlar için
Eksilerek kazanılan deneyim

Örgütlü rastlantılarda her şey sessizliğe güvendi
Oysa eski fenerler eski gemiler içindi
Paslandı ay ışığında gümüş eyerli tekneler
Uykuları çevik tutan deniz rüzgarları dağıldı
Şimdi her şeyi çıplak görmenin acı veren aydınlığı
Umudun yeni ve altın anlamı.


Murathan Mungan

PARİS'TE GECE YARISI




Sinema sezonunu Paris'te Gece Yarısı filmi ile açtım bugün. Woody Allen filmlerini çok sevmediğim için (nedense bana her zaman sevimsiz gelmişlerdir) biraz önyargılı girdim salona. Tatillerini geçirmek için Paris'e gelen Amerikalı ailenin ve bir yazar olan Gil'le nişanlı olan kızlarının hikayesini anlatılıyor filmde.

Film bana göre konudan çok görsel bir şölen sunuyor izleyenlerine. Muhteşem Paris görüntüleri eşliğinde Gil'in hayallerine kapılıp gidiyorsunuz. Nişanlısı ve arkadaşları ile dansa gitmek istemeyen Gil gece otele yürüyerek dönmek isteyince kendini 1920'lerin Paris'inde buluveriyor bir anda. O andan sonra kendini Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald, Picasso, Dali, Gerthrude Stein ile sohbet ederken bulmakla kalmıyor daha da ileri giderek yazmakta olduğu kitabı okuyup kendine düşüncelerini söylemelerini istiyor. Film bundan sonra 19yy Paris'i ve günümüzün Paris'i arasında gitgellerle devam ediyor.

Gil ile Hemingway arasındaki şu replik çok hoşuma gitti. Bir yazara asla kendi kitabın hakkında fikrini sorma diyor Hemingway. Ben her şekilde senin kitabından nefret ederim. Eğer kötü yazdıysan kötü olduğu için ama eğer iyi yazdıysan böyle bir şeyi ben niye düşünemedim diye:)

Ayrıca filmde belirgin olarak Amerikan ve Fransız kültürü arasındaki fark vurgulanıyor. Bir Woody Allen filmi olmasına rağmen Fransızların entellektüelliği Amerikan geyiğine karşı gibi bir durum yaratılmış.

Güzel bir film izlemek ve hoşça vakit geçirmek isterseniz kaçırmamanızı tavsiye ederim. Ufak bir not Paris'te Bir Gece Yarısı'ndan sonra bir kadeh kırmızı şarapta fena gitmiyor doğrusu. İkisinide denemekte fayda var.

Tüm günlerinizin güzel bir film gibi geçmesi dileği ile...

Susanna Tamaro doğaya sığındı

Susanna Tamaro doğaya sığındı

30 Eylül 2011
"Yüreğinin götürdüğü yeri" buldu

Türkiye'de “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” isimli romanıyla kısa sürede geniş bir okur kitlesine sahip olan İtalyan yazar Susanna Tamaro “hurriyet.com.tr”nin sorularını yanıtladı. İtalya'daki kır evinde huzuru bulan Tamaro, günümüzün edebiyatına da, teknoloji çılgınlığına da mesafeli duruyor.

 Yeni “e- hayatlar” hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanal bir dünyada duyarlı ve duygusal kalmak mümkün mü?
Böyle bir dünyada insani duyguları koruyabilmek sanırım oldukça zor. Belki sadece bunun dışında olanlar, sanallaşan ve gittikçe soyut bir hal alan bu yeni hayat tarzının sınırlarını ve tehlikelerini açıkça görebilir. Ben, köyde yaşadığım için teknolojiyle pek fazla bir ilişkim yok. Doğam gereği insanlarla birlikte yemeyi, onlara dokunmayı, konuşmayı severim, ama teknolojinin ilişki kurmak için önemini yadsımıyorum. Ancak bu da bir ılımlılık çerçevesinde yaşanmalı, çünkü sadece "online" kalan ilişkiler sonunda gerçek dışı olmaya mahkumlar.

Böyle bir dünyada yazmak zor olmuyor mu?
Elbette zor oluyor. Bunun özellikle iki nedeni var. Birincisi, yazmak son derece yoğunlaşmak isteyen bir işken günümüz dünyası bu konsantrasyona izin vermiyor. Öte yandan, yazmak -en azından benim anladığım şekliyle- insanın karanlık yönünü deşmek anlamına gelir ki, çağımız bu derinliği hiç sevmiyor. Günümüzde, insanın bilimsel denetime ve yönteme gelmeyen böyle gizemli bir yanı olduğu kabul edilmek istenmiyor.

Kitabın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Örneğin, Umberto Eco e-kitabın gerçek kitabı asla yenemeyeceği görüşünde. Ona katılıyor musunuz?/_np/2849/14552849.jpg
Umberto Eco’nun görüşüne tamamıyla katılıyorum. Kitap, yeri doldurulmayacak bir nesnedir. E-kitap çok rahattır. Ben de yolculuğa çıktığımda kilolarca kitap taşımak yerine yanıma bunlardan bir tane alıyorum, ama gerçek bir kitapla e-kitap okumak arasında fark var. Bazen bana imzalatmak için getirdikleri bir kitaba bakıyorum da, sanki binlerce meydan muharebesi yaşamış gibi görünüyor. Kahve lekeleri, domates sosu lekeleri, altı çizili satırlar, kenara alınmış notlar... İşte bu kitaplara bayılıyorum, çünkü okurun hayatını paylaşmış oldukları belli. Oysa elektronik kitap böyle bir şeyi asla yaşayamayacaktır.


Haber detayları için linki tıklayabilirsiniz...

http://bit.ly/rb0Dkq

İSKOÇYA SOKAĞI 44 NUMARA


Veee bitti. Okudum ve diğerleri gibi kütüphanedeki yerini aldı.

Alexander McCall Smith şöyle diyor kitabın önsözünde 'İskoçya Sokağı 44 Numara'da yapmağa çalıştığım şey Edinburgh'daki hayatla ilgili bir şeyler söylemeye çalışmaktı. Okurlar bu olağanüstü şehirle ilgili son derece tanıdık gelen ama öte yandan gamsız bir kurgu olan hikayelerle karşılacaklar.'

Evet kitap tam da yazdığı gibi. Bazı kitaplarda olduğu gibi şehirle ilgi çok fazla bilgi vermesede o şehirde yaşayan insanların hayatına karıştırmış okuru. Sıradan günlük bir yaşam, abartısız her gün çevrenizde görebileceğiniz insanlar romanın kahramanları. Nefes nefese bir maceranın peşinde koşturmadan, abartısız yazılmış birbirine bağlı okurken sıkmayan öykülerden oluşmuş bir roman. Belki şehirden biraz daha detaylı bahsetseydi daha güzel olurdu diye düşündüm kitabın sayfalarında gezinirken.

İşte dikkatimi çeken bir kaç satır:

"Buradaki herşey cazibesine kapıldığımız insanların eşyalarına atfettiğimiz o garip ayrıcalıklı değere sahiptirler. o kişilere ait olan eşyalar, yalnızca onların oldukları için içlerinde güç biriktiriler. Tılsımlıdırlar. Hatırlatırlar."

"Hayatta hiçbir şey, hemde hiçbir şey, itiraf edildikten veya bir başkasıyla paylaşıldıktan sonra eskisi kadar vahim görünmez."

Okumayı sevenlere tavsiye edilir:)