BEŞİNCİ SAHAFLAR FESTİVALİ


 





Bugün Beyoğlu'ndaki Sahaflar Festivaline gittim. Geçen sene Taksim Gezi Parkı'ndaki Sahaflar Festivali'nede gitmiştim ama beğenmemiştim. Bu seneki içinde malesef farklı bir yorum yapamayacağım.

Bu seneki Festival (?) Tepebaşı Tüyap'ın önündeki alanda düzenlenmiş. Yüzlerce sahaf geçen sene olduğu gibi ufacık kulübelere yerleştirilmiş. Yerlere ahşap yürüme alanları yapılmış, beyaz taşlar dökülmüş. Binlerce kitap, plak, eski resim sergilenmekte ve alıcılarını beklemekte. Kimi standlardaki pikaplarda eski parçalar  çalınmakta. Çoğunluğu yerli olan ziyaretçilerin içinde sayıları onbeş-yirmi taneyi geçmeyen yabancı ziyaretçide vardı.

Kulübelerin bir kısmı çok kötü kokuyordu. Burası normalde otopark olarak kullanılmakta ve geceleri ise evsizlere, sarhoşlara tuvalet görevi yapmakta olan bir yer. Bana göre buranın organizasyondan önce çok iyi yıkanması ve temizlenmesi gerekirdi ki anladığım kadarıyla böyle bir işlem yapılmamış. Ayrıca festival süresince koruma altına alınması gereken bir alan ama bugün öyle bir önlemde görmedim etrafta. Tam olarak emin değilim ama buraya katılan sahaflar herhalde belli bir kira karşılığında bu kulübeleri kiralıyorlar. Hizmet olarak karşılığını alıp almadıkları hakkında bir bilgim yok ama ben ziyaretçi olarak memnun kalmadım.

Festival (?) alanında bir cafe kurulmuş, ziyaretçilerin soluklanması için. Köy kahvesi gibi. Tamam köy kahvelerini küçümsemiyorum ama Beyoğlu'nun ortasında düzenlenmeye çalışılan Sahaf Festivaline daha iyi bir cafe yapılabilirdi.

Sahaflara gelince dükkanlarında daha fazla ve güzel ürün bulabiliyorsunuz. Ben iki sahaftan kitap aldım. Beni bilen bilir kitap almasam çatlarım. Bunlardan biri PATİKA Kitapevi ve Sahaf'dı. Kemal Tahir'in Bozkırdaki Çekirdek kitabını aldım. İstanbul'da Kazasker'de Şakacı Sokak'daymış.

Diğeri ise HERMES Sahaf'tı. Buradan ise Yiğit Okur'un Piyano isimli romanını aldım. Aldığım kitabın içine kartvizinide ekleyerek kağıt bir poşete koydu ki bu çok hoşuma gitti. Fark yaratmak ve müşterinin ilgisini çekmek için bu tür küçük hareketler bence önemli. Diğer sahaflar kitapları genelde sıradan naylon poşetlere koyarken HERMES'in kağıt poşette vermesi fark yaratan bir hareketti. Kartvizitinin üzerinde ise şu yazı vardı: 'İyi gelir sözcükler'. Banada iyi geldi oradan kitap almak. Sahaflar Festivaline giderseniz HERMES Sahaf'a uğramanızı tavsiye ederim. İstanbul'daki yeride fazla uzakta değilmiş. Galatasaray'da Aslıhan Pasajında.

Bir Hikayem Var bloğumu takip eden ve çok güzel yorumlar yazan 'Esneyen Kedi' sahaflar hakkında şöyle yazmıştı : "Oradaki kitapların her birinin bir anısı, yaşanmışlığı vardır. Sarı, eski, bazılarının şirazeleri kopuktur. Aldığınız kitabın içinde bir eski,kurumuş çiçeğe, ya da geçmişte bir sevgiliye yazılmış bir notu da bulabilirsiniz. Sahaflar (sahhaf), tozlu raflarında tarihi saklayan yerlerdir. Oraları kadın kokusu, kahve kokar adeta. Kurumuş matbua mürekkepleriyle karışan kağıt sayfaları, tozlu raflar, ciltler dolusu eski kitaplar sizi, Fragonard Musée du Parfum'e götürür sanki.
Kelime anlamı olarak sahaf; elle basımı yapılmış eski eserlerin, alınıp, satıldığı, sergilendiği yerler olarak bilinir... Sahaflar, bilimsel veriye ulaşabilmenin, kütüphaneler dışındaki kaynak sağlayıcıları olabileceği gibi, tarihtekileri ve bellektekileri somut verilerle günümüze taşıyan önemli sosyo-kültürel mekânlardır."



'Esneyen Kedi'nin düşüncelerine tamamen katılan biri olarak bu sene beşincisi düzenlenen Sahaflar Festivalini ne İstanbul'un sahaflarına ne geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan şehr-i İstanbul'a bir kez daha yakıştıramadım. Ben bir kez daha sukut-u hayale uğramaktansa sahafları kendi yerlerinde ziyaret etmeyi ve pis sidik kokulu otopark yerine eski kitap kokulu raflarında kaybolmayı yeğlerim.

Blog okuyucularıma gitmeyin demiyorum ama gittiğinizde çok büyük bir şey beklemeyin diyorum. Her şey yerinde güzel...

Sonuç olarak Avrupa Başkenti olarak adlandırdıkları İstanbul'a yakışmayan bir Sahaflar Festivali daha gördüm. Bir daha gideceğimi de sanmıyorum takii düzenleyenlerin İstanbul'a ve sahaflara yakışır bir Sahaf Festivali organize edecekleri güne kadar...

Oradan ayrıldıktan sonra kendimi Fransız Kültür Merkezinin içindeki Cafe Français'e attım. Burası Beyoğlu'nun içindeki bir vaha. Filtre kahve eşliğinde aldığım kitapların sayfalarını çevirdim. Biraz okudum, dinlendim, bu seneki Sahaf Festivali şokumuda atlattıktan sonra eve gelip günümü sizinle paylaştım:)

                                                                             

                                                                        

KAYBOLAN DİLLER VE GÖLGELER



Bu aralar yine kaybolan dillere takmış durumdayım. Benim zaman zaman depreşen bu merakımı tekrar gündeme getiren ise ATLAS dergisinin Eylül sayısında çıkan 'Kaybolan Hazine Dillerin Sırrı' yazısı oldu. Bu yazıyı okuyunca aklıma geçen yıllarda seyrettiğim bir Makedon filmi geldi. Shadows (Gölgeler).
Film bir doktorun geçirdiği trafik kazası sonrasında gördüğü hayallerle başlıyor. Hayallerinde, anlamadığı dili konuşan çok yaşlı bir kadın ona bir şeyler anlatmaya çalışıyor ve bu olaylar o kadar ileri gidiyor ki doktor rüyalarının peşinde anlamadığı bu dili çözmeye, kadının ona anlatmaya çalıştığı olayı anlamak için bir dil bilimciye başvuruyor. Vee, bundan sonrasını anlatmayım eğer filmin DVD'sini bulursanız izleyin. Eğer bu tür filmlerden hoşlanıyorsanız kaçırmamanızı öneririm.

Benim ölü dillere olan merakım ise Gökçeada ve Semadirek ile ilgili araştırma yaparken rastladığım Pelasglar ve Kavir ayinleri'ne dayanır. Pelagslar Helen kavimlerinden önce kuzey ve orta Yunanistan'da Girit ve Ege adalarında yaşayan bir halktır. Pelagsların Yunanlıların anlamadıkları bir dil konuştukları bilinmektedir. Herodotos'un Tarih * kitabında Ege Uygarlığındaki bir takım geleneklerin, özellikle tanrı adları ve Kavir (kabir) ayinlerinin Pelagslar'dan miras kaldığını yazmaktadır. Ayrıca Homeros'un İlyada'sında da 'Tanrısal Pelagslar' olarak bahsedilmektedir. Pelaslar Helenlerin barbar olarak nitelendirdikleri bir halktır.
Bugüne kadar dilleri çözülememiş ama yapılan araştırmalar sonucunda pelags dilinden yunancaya bazı kelimelerin geçtiği tespit edilmiştir. Dil bilimciler pelags dilinin Thrak, Etrüsk ve Arnavutça ile benzerlikleri olduğuna dair teoriler ortaya koymuşlarsada bu kesin olarak kanıtlanamıştır.
Kimi arkeologlar ise bu dil çözüldüğünde Ege Uygarlığının bu güne kadar bilinen tarihinin tamamen değişebileceği tezini öne sürmektediler.
Kaybolan dillerin gün ışığına çıkarılıp çözümlenmesiyle dünya tarihin bilinmeyenlerine yeni yeni kapılar açılacak ve kimbilir belki de dünya tarihinde beklenmedik gelişmeler olacaktır.




* HERODOTOS  TARİH - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları -Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi

FİLMEKİMİ

Filmekimi programı açıklandı

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen Filmekimi, 8–15 Ekim tarihlerinde izleyicilerle buluşuyor.

Filmekimi’nde, dünyanın belli başlı festivallerinde ödüller kazanmış, Berlin, Cannes, Venedik ve Toronto’da dünya prömiyerlerini yapan filmlerle usta yönetmenlerin son yapıtlarının da aralarında bulunduğu 40’a yakın film izleyicilerin karşısına çıkacak.
Anadolu’ya açılıyor
Filmekimi, 8–15 Ekim tarihlerinde, 8 gün boyunca Beyoğlu’nda Atlas ve Beyoğlu sinemalarının yanı sıra Nişantaşı City’s ve Cinebonus Maçka G-Mall olmak üzere 4 sinemada izleyicilerle buluşacak.

Filmekimi 10. yılında, İstanbul sınırlarını aşıyor ve Türkiye’nin beş kentine daha sinemanın en iyi ve en güncel örneklerini götürüyor. Filmekimi ve bu yılki İstanbul Film Festivali programında gösterilen filmlerden oluşturulan özel seçkinin gösterimleri, 13–16 Ekim’de İzmir’de, 20–23 Ekim’de Bursa ve Konya’da, 27–30 Ekim’de Trabzon ve Diyarbakır’da yapılacak.

Biletler 1 Ekim'de satışta
Filmekimi biletleri, 1 Ekim Cumartesi saat 11.00'den itibaren; Biletix satış noktaları, biletix.com, Biletix çağrı merkezi ile Atlas, Beyoğlu ve City's gişelerinden satışa sunulacak.
Filmekimi'nde hafta içi gündüz seansları (11.00, 13.30, 16.00) sadece 5 TL. Haftaiçi 19.00 ve 21.30 seansları ile hafta sonu tüm seanslar tam 14, indirimli 8 TL. Filmekimi gösterim saatleri, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30.
Bilet fiyatları İzmir için 10 TL ve 8 TL (indirimli), Bursa, Konya ve Trabzon için 8 TL ve 5 TL (indirimli), Diyarbakır için 5 TL ve 3 TL (indirimli) olarak belirlendi.
Bu beş şehirdeki biletler de yine Biletix üzerinden, İstanbul'daki biletlerle aynı tarihlerde satışa çıkacak.

Sonbahar'la birlikte sinema sezonuda açıldı benim için. İşte güzel haberlerden biri: FİLMEKİMİ...
Mekanımda muhtemelen Atlas ve Beyoğlu sinemaları olur izleyeceğim filmler için.

Programın içinde üç tane film gözüme kestirdim. Ruh eşim, Dünyada bir gün ve Gökten bir uydu düştü. İşte konuları...Bunlar benim seçtiklerim. Eğer programı incelemek ve yazının tamamını okumak isterseniz aşağıdaki Hürriyet Gazetesi'nin linkini tıklamanız yeterli...İyi seyirler:)

Ruh Eşim / Jean-Marc Vallée
2005 yılında ilk filmi C.R.A.Z.Y. ile dünya çapında müthiş ilgi toplayan ve İstanbul Film Festivali'ne de konuk olarak gelen Kanadalı genç yönetmen Jean-Marc Vallée, halen sürmekte olan Venedik Film Festivali'nde prömiyeri yapılan üçüncü filmi Ruh Eşim ile izleyici karşısına çıkıyor. Film, biri 1960'ta, diğeri günümüzde geçen ama birbirine paralel ilerleyen iki farklı olay örgüsünü bir şarkı ve bir mekânı birleştirerek izliyor. Eleştirmenlere göre film sevgiye dair fantastik bir macera, "aşk hakkında mistik ve doğaüstü bir yolculuk".

Dünyada Bir Gün / Kevin Macdonald
Beşinci yıldönümünü kutlayan YouTube, Ridley ve Tony Scott'la işbirliği yaparak internet üzerinden, herkesten 24 Temmuz 2010 günlerini anlatan bir video günlüğü çekmelerini istedi. 192 ülkeden toplam 4.500 saatlik başvuru arasından işte bu film kotarıldı. İskoçya'nın Son Kralı filmiyle adını duyuran yönetmen Kevin Macdonald, Scott kardeşlerin yapımcılığında, "antropolojik bir çalışma" olarak tanımladığı son filmi Dünyada Bir Gün'de insana dair küçük anları, her tür âlemden sessiz, komik, iç burkucu anları bir araya getirdi. Sonuç, günlük hayatın evrenselliğini anlatan, tuhaf olduğu kadar göz alıcı bir kolaj, 21. yüzyıl yaşamının nasıl olduğunu gösteren, uzun metrajlı, müthiş "röntgenci" bir film.

Gökten Bir Uydu Düştü / Julie Delpy
Oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen ve şarkıcı Julie Delpy, 2007 yılında büyük ilgi gören Two Days in Paris / Paris'te İki Gün ve The Countess / Kontes'in ardından son filmi Gökten Bir Uydu Düştü ile Filmekimi'ne konuk oluyor. Delpy, filmin başrolünü de üstleniyor. Filmin öyküsü 1979'da, babaannelerinin doğumgününü kutlamak için Fransa'nın Brittanny bölgesindeki bir evde, yaz tatili sırasında bir araya gelen geniş bir ailenin iki gününe odaklanıyor. Gökten Bir Uydu Düştü, eğlenceli, insanın içini ısıtan, bir aileyi üç nesil boyunca izleyen dokunaklı bir komedi.


www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18663845.asp

MERMER ÇOCUK BAŞI

Türkiye 'mermer çocuk başı'nı geri istiyor

Türkiye 'mermer çocuk başı'nı geri istiyor

Türkiye, İngiltere’nin önde gelen kültür kurumlarından Victoria ve Albert Müzesi ile temasa geçerek yüzyılı aşkın süre önce Anadolu’dan Londra’ya kaçırılan mermerden oyma bir çocuk başını istedi.

Müze yetkilileri, başvuruyu değerlendirmeye aldıklarını açıkladı.
Independent gazetesi, İngiltere ile Yunanistan arasında anlaşmazlık konusu olan Partenon Mermerleri gibi, şimdi Türkiye ile de Sidamara Lahiti’nden kopartılan ve bir teoriye göre aşk tanrısı Eros’a ait olduğu düşünülen çocuk başının sorun çıkartabileceğini yazdı. Gazete, 1700 yıllık Sidamara Lahiti’nin bu türdeki arkeoloji eserleri arasında en nadide örneklerinden biri olarak bilindiğini aktardı. 1879 yılında zamanın İngiltere Konsolosu ve arkeolog Sir Charles Wilson tarafından Konya’nın Ereğli İlçesi yakınlarında yapılan bir kazıda bulunan lahitin, şu an mermerden çocuk başı eksik halde, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilendığı belirtildi.
Independent, mermer başı lahitten kopartan konsolosun, eserin bütününü bir başka zaman taşımayı planlayıp, mezarın üstünü yine toprakla örttüğünü aktardı. Eski konsolosun torunları tarafından daha sonra Victoria ve Albert Müzesi’ne bağışlanan kıvırcık saçlı çocuk başının Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi deposunda saklandığı kaydedildi. Independent’e konuşan Londra’daki Türk turizm yetkilisi Tolga Tüylüoğlu, Türkiye hükümetinin Victoria ve Albert ile geçen yıl irtibata geçtiğini, fakat şimdiye değin mermer oymanın İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne iadesinde başarılı olamadıklarını söyledi. Independent’a konuşan İngiliz müze yetkilileri, Türkiye’nin başvurusunu ciddiyetle değerlendirdiklerini bildirdi.

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18662603.asp


Yukarda okumuş olduğunuz haberi Hürriyet Gazetesinin bugünkü internet sayfasında okudum ve paylaşmadan duramadım. 1879 yılındaki bir kazıda bulunan lahitin eksik olan çocuk başını geri istiyorlarmış. Tamam da niye? Türkiye'den kaçırılan tarihi eserlerin geri istenmesine arkeoloji eğitimi almış biri olarak tamamen karşıyım. Niye mi? İki nedenden dolayı:

Birincisi Türkiye'den yurt dışına kaçırılmış (çıkarılmış) eserlere yurt dışındaki müzelerde bizden çok daha fazla değer verilerek korunuyor ve sergileniyorlar. Çünkü o eserlere Türkiye'de olduğu gibi değersiz 'çanak çömlek' gözüyle değil gelecek nesillere aktarılacak 'Dünya Mirası' gözüyle bakıyor ve koruyorlar. 

İkinciside aşağıdaki haber gibi, daha elimizdeki, eserleri onca güvenliğe rağmen koruyamazken yurt dışındakileri neden istiyoruz? Bir daha kaçırılsınlar diye mi? Yoksa müzelerin depolarında çürüsünler diye mi?

İşte buyrun; 10 Kamera 6 güvenlik İznik Müzesini koruyamadı ve eserler çalındı.

Daha geçen aylarda gazetelere bir başka trajikomik haber daha düşmüştü. Tonlarca ağırlığında lahit Atatürk Havalimanından plastik oyuncak kalıbı olarak yurt dışına çıkarıldı diye. Bu lahit giderken oradaki kimsenin aklına gelmedi mi bu koskoca lahit nasıl oyuncak kalıbı olur diye. Veya havaalanında lahiti anlayacak kimse mi yoktu. Hepsi mi kör cahil burada çalışanların. Hiç biri müzeye gitmemiş mi, resimde olsa  lahitin ne olduğu bilmiyorlar mı?  İMKANSIZ...

İşte bu yüzden bir arkeolog olarak yurt dışına kaçırılan eserlerin tekrar istenmesini son derece manasız buluyorum. Daha ellerindeki eserleri koruyamazken yurt dışına kaçırılanları niye isterler ki? Elin adamı demez mi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, sen önce elindekileri koru diye.

İsteyen kızmakta serbest ama ben böyle düşünüyorum...


10 kamera 6 güvenlik İznik Müzesi’ni koruyamadı

Zeus ile Miken Kralı’nın kızı Alkmene’nin oğlu olan Herakles’in, Nemean Arslanı’nı mızrak ve kılıçla öldürdüğü anın işlendiği lahitin gece çalındığı tahmin ediliyor. Çevresi demir parmaklıklarla çevrili olan 10 güvenlik kamerası bulunan ve 6 güvenlik elemanı tarafından korunan müzedeki hırsızlık olayının ardından soruşturma başlatıldı. Müzede yapılan sayımda, bir eserin daha olmadığı tespit edildi. Durumu polise bildiren yetkililer, tarihi eserin Roma dönemine ait eğlence figürlerinin yer aldığı ve 100 kilo ağırlığında olduğunu bildirdiler. Bu eserin de 500 kiloluk lahitle birlikte çalındığı tahmin ediliyor.

DOSTOYEVSKİ'DEN PUŞKİN'E İSTANBUL

Dünya edebiyatçılarının gözüyle 'İstanbul'

Dünya edebiyatçılarının gözüyle 'İstanbul'

Ernest Hemingway'dan Panait Istrati'ye, Dostoyevski'den Puşkin'e geçmişin ve günümüzün en önemli edebiyatçıları, eşsiz güzelliklerin başkenti İstanbul'a eserlerinde yer verdi.

Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğünün “Sanat Eserleri Dizisi” kapsamında yayımlanan “Dünya Edebiyatında İstanbul”, farklı imparatorluklara başkentlik yapan kültür hazinesi kent üzerine yazan yazarların gözlemleri ve yorumlarını bir araya getiriyor.
Dünyanın en önemli edebiyatçılarının eserlerinde İstanbul'a yer veriş biçimini bir çok akademisyenin makalelerinden okuyucuya sunan “Dünya Edebiyatında İstanbul”un editörlüğünü Erol Ülgen, M. Metin Karaörs ve Emin Özbaş üstlendi.
Kitapta yer alan makalelere göre, dünden bugüne üzerinde dünya kültür mirasını barındıran ender şehirlerden biri olan İstanbul'u anlatan yazarlardan bazıları güzellikler karşısında aşk derecesindeki hayranlıklarını gizleyemezken, bazıları da bunları görmezden gelerek kentin bakımsız, çirkin yönlerini ve özellikle savaş yıllarında eski ihtişamından eser kalmadığını yazdı.
Dünya ve Rus edebiyatının önemli yazarlarından kabul edilen Mihail Fedoroviç Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” ve 1873-1881 yılları arasındaki günlüklerinin toplandığı “Bir Yazarın Günlüğü” eserlerinde İstanbul'dan bahseder. Rus halkının ve Rus toplumunun meselelerini konu alan “Karamazov Kardeşler”de 19. yüzyıl Rus toplumunu yakından etkileyen Osmanlı-Rus savaşlarının etkisi göze çarparken, yazar romanda İstanbul'u Ortodoksluğun merkezi olarak gösterir ve dünyanın en büyük patriğinin burada oturduğunu söyler.
Dostoyevski, dönemin siyasi, sosyal ve güncel meseleleriyle ilgili günlüklerinde ise Türk ve İslam karşıtı bir tavır alarak, Rus halkını Türkler aleyhine kışkırtır. Günlüklerinde, “İstanbul'un Rusların eline geçmesinin tarihin ve hadiselerin doğal sonucu olacağını” iddia eden yazar, “Rusya ister barışa yanaşsın, isterse geri adım atmaya niyetlensin, ben yine iddiamı sürdürmek istiyorum: İstanbul er ya da geç bizim olacaktır” ifadelerini kullanır.

PUŞKİN'İN ERZURUM'A SEYAHATİ
Ernest Hemingway, “İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar” eserinde İstanbul'u, 1. Dünya Savaşı'nın işgal yıllarındaki görünümüyle anlatır. Hemingway, eserinde kenti “bakımsız ve kirli” insanları ise “tembel” olarak ele alır.
Rus edebiyatında dahi olarak anılan şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, 1829 yılında Osmanlı-Rus savaşı sırasında Kafkasya'da bulunur ve oradan Kars ve Erzurum'a geçer. Şair, “Erzurum'a Seyahat” adlı eserinde gerek Türklere karşı sevgi ve saygısı, gerekse yaralı Türk subaylarına nasıl yardım ettiğini eserlerinde de anlatır. Kitapta, Puşkin'in Erzurum seferinden sonra İstanbul konulu 52 mısradan oluşan bir şiir yazdığına ilişkin bilgiye de yer veriliyor.
Hikaye ve roman yazarı Panait Istrati'nin Türk okuyucuyla tanışması, 1940'lı yıllarla başlıyor. Yazarın “Akdeniz” adlı romanının kahramanı Mısır yolculuğu sırasında İstanbul'a uğradığı için, bu kentten kısmen söz edilirken, “Kira Kiralina” romanının büyük bir bölümü İstanbul'da geçiyor. Stavro'nun yaşamının hikaye edildiği romanda, Stavro'nun gözünde İstanbul manzarası önce Galata ve çevresinden, sonra Boğaz'dan anlatılıyor.
Istrati'nin İstanbul'unda insanlar oldukça kalabalıktır. Türklerin yanında Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Romenler, Sırplar da mevcuttur. Boğaz, insanı her an çarpan güzelliğiyle mesire yeridir. Hanlar dar gelirli herkese açık mekanlardır.

BİR İSVEÇ ROMANI: İSTANBUL'A DOĞRU

İstanbul ve Türkiye'yi okuyuculara rehberlik ederek 1960'larda şehrin farklı bölümleri aracılığıyla yeni bir bakış açıcısıyla tanıtan ilk yazar Michael Lion sayesinde İstanbul'da hiç bulunmamış olan bir okuyucu, kente ilişkin pek çok konu hakkında bilgi sahibi olabilir.
Romanda yabancı bir ülkede yeni kültürler keşfedecek olan 10 yaşında İsveçli bir erkek çocuğunun deneyimleri aktarılırken, İstanbul hayatı roman akışında okuyucuya sunuluyor.
Avrupa Birliği Konseyinin İstanbul'u 2010 yılında “Avrupa Kültür Başkenti” olarak ilan etmesi dolayısıyla hazırlanan “Dünya Edebiyatında İstanbul” eserinde, yazarlara ve seyyahlara ilham kaynağı olan kentin bu ruhu ve hiç bitmeyen öyküsü okuyucuya zengin görsellerle sunuluyor.

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18646147.asp

SAHAFLAR TEPEBAŞI'NDA

Sahaf Festivali bu yıl Tepebaşı'nda

Sahaf Festivali bu yıl Tepebaşı'nda

Beyoğlu Belediyesi tarafından beşinci kez düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali bu yıl 6-18 Eylül tarihleri arasında Tepebaşı TRT binasının önündeki alanda gerçekleştirilecek.

Beylikdüzü'ndeki TÜYAP binasına taşınmadan önce TÜYAP Kitap Fuarı da bu sene Beyoğlu Sahaf Festivali'nin yapılacağı alanın altındaki binada gerçekleştiriliyordu. Ulaşım zorluğu nedeniyle pek çok okuyucu ve yayınevi kitap fuarının Tepebaşı'ndan taşınmasından halen şikayetçi.
6 Eylül Salı günü başlayacak ve 18 Eylül Pazar günü sonlandırlacak 5. Beyoğlu Kitap Fuarı her gün 11.00-23.00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek. Bu seneki festivale İstanbul'un değişik semtlerinden sahafların yanı sıra, Ankara'dan gelecek bazı sahaflar da katılıyor.
Bu sene 72 sahafın yer aldığı Beyoğlu Kitap Fuarı, geçen sene 74 sahafın katılımıyla Taksim Gezi Parkı'nda gerçekleştirilmişti.


İflah olmaz bir kitapkolik olarak ki bu hastalığıma tıp hala çare bulamadı, yolumun üstündeki her gördüğüm kitapçıya, sahafa girme gibi bir durumum var. Sanki farklı bir kitap bulacakmışım gibi dakikalarca raflara bakıp, kitapları incelemek, tanınmış yerli, yabancı yazarların yerine çok ta bilinmeyen yazarları ve  kitaplarını keşfetmek hoşuma gidiyor doğrusu. Aç tavuk buğday ambarı misali:)

Neyse sahaflardaki o eski kitap kokusu beni cezbeden kokuların başında geliyor. O kitaplardaki yaşanmışlık hissi ise beni bambaşka dünyalara götürüyor. Galatasaray'da sahaftan aldığım bir kitabın ilk sayfasında şöyle bir not vardı:
8.12.1996 ...... Seni seviyorum. (Yazının hepsini ve isimleri yazmak istemedim. Bende kalsın, aşklarına saygı olarak)   
Belli ki bu kitabı sevdiği bir kıza hediye etmişti. Kitap okundu ve sahafın raflarındaki yerini aldı. Belki de aşk bitti kitap gitti...O kitabı kıza nasıl verdiğini hayal ettim...(Burada herkes kendi hayalini kursun bi zahmet:) Okurken neler hissettiğini, neler düşündüğünü, nerede okuduğunu vs...

O yaşanmışlık duygusu. İşte bu yüzden sahafların ayrı bir yeri var benim için.

Geçen seneki Taksim Gezi Parkındaki Sahaf Festivaline gitmiştim ama ne yalan söyleyim hiç hoşuma gitmemişti. Nedense bana çok özensiz yapılmış gibi gelmişti. Ufacık kulübelere sıkıştırılan dip dibe sahaflar, sığdırabildikleri kadar kitabı sergiliyorlardı. Onlarda sanki dükkanlarında satamadıkları kitaplardı. Çok fazla çeşit olmayan, sevimsiz bir mekan olarak gözükmüştü gözüme.  Umarım bu seneki organizasyona daha fazla özen gösterirler de zevkle eski kitapların dünyasında dolaşabiliriz.

 http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18626155.asp

POST-IT:))

 
Son günlerde içimi açan gülümseten haberlerden biride buydu. Camlardaki post-it ler. Düşünsenize ofisinizin camlarını sevdiğiniz bir karakter tarafından süslendiğini. Sıkıcı bir ofis gününe renk katmaz mı? Bence katar ama bir de bunu kabullenecek patron bulmak gerekir tabii. Bu da ne böyle çıkarın bunları diyebilecek bir patronunuz varsa hiç denemeyin. Bütün uğraşınız boşa çıkar ve zevkiniz kaçar.
 
Ben boş bir vaktimde denemek istiyorum. Evin küçük odasını gözüme kestirdim bile. Siz ne dersiniz. Denemeye değmez mi? Hayatımıza biraz renk biraz eğlence katmanın bir zararı olmaz...Haydi kolay gelsin...
İyi eğlenceler:))
 
 
Avrupa'nın son çılgınlığı

Son günlerde Paris sokaklarındaki ofislerin pencerelerinde sıra dışı bir hareketlilik ve renklilik var. Ofis çalışanları renkli yapışkanlı not kağıtlarını kullanarak pencereleri birer tuvale dönüştürmüş durumda.

Paris’in doğusundaki Montreuil’de oyun yazılım üreticisi Ubisoft ile BNP-Paribas bankasının IT çalışanlarının başlattığı “La Guerre des Post-it” (Post-it Savaşı) işyerlerinin yoğun olduğu La Défense mahallesine sıçradı.

Bilgisayar ekranındaki pikselleşmiş görüntüleri andıran Post-it’ten tablolar arasında yok yok. Bilgisayar oyunu karakterleri Super Mario, Angry Birds ve Worms, çizgi film karakterleri Pikachu, Snoopy ve Homer Simpson, hatta Mona Lisa ve Marilyn Monroe, Paris sokaklarındaki pencereleri süslüyor.

“Post-it Savaşı” çılgınlığı Avrupa’nın diğer şehirlerine de yayılmaya başladı. Yapılan çalışmaların fotoğraflarının yer aldığı postitwars.com sitesine şimdiden, Brüksel’den Londra’ya, birçok Avrupa şehrinden fotoğraflar yüklendi.

Planking, owling gibi hareketlerin Türkiye’de ne kadar hızlı yayıldığı düşünülürse, yakın zamanda buradaki ofislerde de böyle renkli tablolar görmemiz olası.

AZINLIKTA KALAN BİR DİNAZOR- MİNA URGAN


"Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum.

eğer yaşadığım...
çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse;

eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa;

eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa;

eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense,

ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım?

tam tersine baş kaldırırım,

direnirim böyle bir çağa karşı.

bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana.

çünkü ben dinozoru,

tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil;

geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınmaz değerlerini

yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan

bir yaratık olarak tanımlıyor,

dinozorluğumla övünüyorum."



Katılmamak mümkün mü? Mina Urgan'ın "Bir Dinazorun Anıları" adlı kitabında bu yazdığı satırlara. Yaşadığımız çağ köşeyi dönmek için yapılanları kolayca kabulleniyorsa, toplumsal adeletsizlik söz konusuysa, bayağılık ve çirkinlik egemense BENDE AZINLIKTA KALMIŞ ÇAĞA AYAK UYDURMAYAN BİR DİNAZORUM!



Bir Dinazorun Anıları - Mina Urgan - Yapı Kredi Yayınları

HAYATIMIN KİTABI VE STING



It's the book of my days
It's the book of my life
 It's a book I'm afraid to write

and it's all there to see
as the section reveals
There is some sorrow in every life

I'm still forced to remember
Remember the words of my life

There is a chapter of secrets,
and word to confess


Bu benim günlerimin kitabı,
Bu benim hayatımın kitabı
Yazmaya korktuğum bir kitap

Ve bütün görülecek ve keşfedilecekler var içinde
Her hayatta biraz hüzün vardır

Hala kendimi hatırlamak için zorluyorum
Hayatımın kelimelerini hatırlıyorum

Sır konular ve itiraf kelimeleri...

Böyle devam ediyor Sting'in 'Hayatımın Kitabı' adlı parçası. Sözleri çok anlamlı geldi bana. Bu benim hayatımın kitabı diyor. İçinde bir sürü şey barındıran. Tüm görülmesi gereken, açığa kavuşturulması gerekenlerin yanı sıra gizlenenler ve itiraflar. Yazmaya korktuğum bir kitap diye de ekliyor. Çünkü ne kadar istensede her zaman güzel satırlar eklenemiyor kitaba.

Hepimizin hayatının kitabında yazanlardan bahsediyor. Ulu orta yaşadıklarımız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, dışa vurduğumuz duygularımız, içimize attıklarımız, paylaştıklarımız, kendimize bile itiraf etmeye anlatmaya korktuğumuz sırlarımız. Sonuçta tüm yaşadıklarımızla hikayeleri olan insanlarız biz. Ve en önemli hikayelerin bizim olduğuna inanan.

Hani şehirlerarası bir yolculuğa çıkarsanız da yanınızdaki kişi yol boyunca tüm yaşadıklarını anlatır ya size. İşte o da onun kitabıdır. Onun için önemli olan ne varsa bulur çıkartır içinden ve belki hayatında bir kez daha karşılaşmayacağı bir insana ki üzerinde birazda bunun rahatlığını hissederek sayfa sayfa okur yaşadıklarını. Sizi belki hiç ilgilendirmez ama onun için çok önemlidir yaşanmışlıklar tıpkı sizinkiler gibi. Yolculuk biter o alır kitabını kolunun altına, sizde kendi kitabınızı farklı yönlere gidersiniz ama ikinizinde kitabına yeni satırlar eklenmiştir yolun sonunda.

Hepinizin kitabına sayfalar dolusu uzun mutlu bölümler eklemeniz dileği ile iyi bayramlar...

Minu / Deniz Kurbanzade

Minu / Deniz Kurbanzade

Tutkulu bir aşkın ve bir aşk sürgününün öyküsü...

Minu, yaşam boyu süren tutkulu bir aşkın öyküsü… Üstelik aynı zamanda bir aşk-ı memnu, yani yasak bir aşk bu! Tıpkı Halit Ziya Uşaklıgil’in unutulmaz eseri Aşk-Memnu’da olduğu gibi, Minu da aile içinde yaşanan ancak son derece masum ve hüzünlü de olan bir yasak aşkı anlatıyor. Ama öte yandan aynı mitolojideki Ulises gibi, bir yol ve kendini bulma hikayesi de bu! Romanın kahramanı olan Refik’in dünyanın pek çok farklı noktasına yaptığı uzun yolculuklarla süren yaşam öyküsü, Mevlana öğretileriyle olgunlaşıyor.
Amerikalı bir Hollywood yıldızı sanılacak kadar yakışıklı bir genç erkek ve Berlin’den üstün başarıyla mezun olan, son derece zeki bir mühendis; Refik… Ateş rengi saçlarıyla her göreni büyüleyen güzeller güzeli ve aynı zamanda ayakları yere basan, tuttuğunu koparan, başarılı bir avukat kadın; Minu… Geçtiğimiz yüzyılın başında İstanbul’da başlayan, Boğaziçi’ndeki zarif yalılardan İsveç’e, Avrupa’nın şık başkentlerinden Arjantin’e dek uzanan bu heyecanlı, tutkulu ve görkemli öykü, artık pek rastlanmayan büyüklükte bir aşkı anlatıyor.
Bu renkli hikaye, her sayfada eklenen yeni bir renkle okuyucusunun başını döndürüyor. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’ndan şiddet dolu manzaralar gibi 20. Yüzyılın bütününe dair pek çok tarihi detayın da yer aldığı bu görkemli roman, epik bir niteliğe de sahip. Bir Osmanlı ailesinin geleneklerini, geçtiğimiz yüzyıl başından İstanbul manzaralarını ya da Boğaz’daki bir yalıda geçen hayatı anlatırken birden bir mobilya detayını olanca canlılığıyla tasvir edebiliyor. Ya da Refik’in annesinin piyanoya değen parmaklarından yükselen müziği sanki canlıymış gibi kulaklarınıza taşıyabiliyor. Deniz Kurbanzade’nin bu canlı, son derece renkli ve detaylı anlatımıyla zenginleşen Minu, hem unutulmaz bir aşkın tutkusunu, hem de geniş bir tarih diliminde dünyanın pek çok farklı köşesinde yaşanan maceraları iç içe geçerek anlatıyor. Minu ise Cumhuriyet’in ilk yıllarından, ayakları yere basan, erkeklerle eşit, tuttuğunu koparan, başarılı bir kadın portresi olarak unutulmaz roman kahramanları arasına ismini yazdırıyor.  


http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/kitap-cd/18558474.asp

BİRAZ DA HAYYAM:)





Tanrım ben sana anlatayım, dinle;
Sırrınla ilişkin iki üç kelime;
Sevgiyle yarattın kara topraktan;
Girdik, gene sevginle yerin dibine.

Her gün diyorum, etmeliyim içmeye tövbe.
Bardakta dolup taşmış olan badeye tövbe.
Lakin bakarım, her yana gül mevsimi gelmiş;
"Tanrım, edeyim bari" derim, "Tövbeye tövbe".

Perdede oynuyoruz; kuklasıyız feleğin.
Sözlerimin tümü gerçek, şaka bellemeyin.
Eğlene oynaşa bir gölge misali kayıp
Peşpeşe girmedeyiz sandığına ecelin.

İşin aslını anla bir, evlat.
Gamı boşla da bir yana fırlat.
Feleğin bir oyuncağıyız biz;
Her solukta otur da keyif çat.

Daha ben doğmadan evvel karılırken hamurum,
Kattılar fitne, fesat yoğrulurken çamurum.
Değişik özde bir insan olamam, elde değil.
Böyle çıktım kalıbımdan, niye olsun umurum!

Sohbeti hoş dosta feda olayım.
Bassa başım üstüne, hoş tutayım.
Ham sofu karşında iken hala,
"Nerde cehennem" diye sorma, bayım!

Tanımazken şu hayat çarkını sen.
Çözemezsin ölüm esrarını sen.
Kavramazken bu günün anlamını,
Ne bilirsin ölümün ardını sen?

Sünneti geç, farzı da bir yana ser.
Kıs azıcık lokmanı, yoksula ver.
Kırma gönül, gıybete sapma sakın;
Cennete girdin bile, müjdemi ver.

İçiyorsak a yobaz, horlama ters bakma bize.
Sen yüzerken nice bin hile, dolanlar üzre.
"İçki içmem" diye tafran ne, övünmen ne?
Yüz haram lokmayı yut, sonra sataş içkimize.

Diyelim, sen Türkiye, Çin ve Mısır sahibisin.
Sana uyruk, hükmüne bağlı şu dünya dediğin.
Uçacaktır hepsi inan, kalan ancak payına.
İki arşın toprak ile iki arşın kefenin.

Ömer Hayyam İran'lıdır. (Nişabur).

Evreni anlamak için, içinde yetiştiği islam kültüründeki anlayıştan uzaklaşarak, kendi akıl yürütmeleri ile yarattığı dörtlüklerle eşine az rastlanır edebi bir başarı yakalamıştır.

Rubailerinde dünya, Allah, var oluş, toplum, devlet gibi hayata ve insana dair yazmıştır ve bütün dünyada yüzlerce çevirisi bulunmaktadır.
Yukarda yazmış olduğum Rubaileri Rüştü Şardağ çevirisi olup MEB'in 1990 yılında basılmış olan "Rubailer" kitabından alınmıştır.