KOOP - ISLAND BLUES

Depresyondayım, bunalımdayım her ikisiyim. Yaz bitti, tatil bitti ve İstanbul'a döndüm. İşte bu yüzden beş karış suratla geziniyorum ortalarda. Homur homur homurdanıyorum. Hiç özlememişim bu şehri. Daha doğrusu gürültüyü, trafiği, karmaşayı, dip dibe yapıları.  Çatısız yaşamaya o kadar alışmıştım ki İstanbul'a dönüş ters geldi bünyeye. Ama tilkinin (burda tilki ben oluyorum) dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıymış, bizde geldik. Bu senelik elveda bazen durgun bazen rüzgarlı sahil, bazen deli bazen sakin deniz, her akşam kıpkızıl batan güneş, mis gibi hava ve pırıl pırıl yıldızlar (şehir ışıklarından yıldızlarıda seyredemiyorum), bir şort bir tişört rahat giysiler (sıkıysa giy şehirde bak başına neler gelir). Neyse adaptasyon dönemindeyim, umarım çabuk atlatırım...

Valizleri boşaltıp, genel istek üzerine ısmarlanan pizzaları yedikten sonra dinlenmek için nette dolaşırken faceden gelen "Island Blues" parçası birazda olsa şehre dönüşün acısını hafifletti. İşte Koop işte Island Blues. Umarım seversiniz. İyi dinlemeler:) (gülümsemeye başladımmmm galiba).



METRODAKİ VİVALDİ

Hürriyet’te bir haber.  Sokak müzisyenlerine de yasak geldi. Niye, neden? Belediyenin izin vermesi gerekiyormuş. Onay kartı alacaklar.  Herhalde vergide ödeyecekler (trilyonlar kazanıyorlar ya!).  Gerekçe “Her önüne gelen müzik yapmaya çalışınca kalabalık çekiyor. Polis de kalabalığın fazla olduğu noktaya hassasiyet gösteriyor. Bunun ise tek bir sebebi var vatandaşın güvenliği.”  Vatandaşın güvenliğini sağlayamıyorsanız bunun faturasını sokak müzisyenlerine çıkartamazsınız. Dünyanın her yerinde, birçok metrosunda, tren istasyonunda gelen geçeni güzel müzikleriyle karşılayan, uğurlayan müzisyenleri dinlemeyi ben çok seviyorum. Ve bu yapılan davranışı doğru bulmuyorum. 21.yy İstanbul’una yakışmıyor. 8000 yıllık bir geçmişi olan İstanbul’un her tarafının müzikle, heykelle, eski eserlerle, resimlerle ve sanatla dolu dolu olması gerekirken karanlık bir tablo çizdiriliyor dünyanın gözünün üstünde olduğu, turistlerin hayranlıkla gezdiği, geçmişin şaşalı Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti olan bu şehre. Bu kadarını da hak etmiyor doğrusu:( 
Bu haber üzerine Özgür Edebiyat Dergisinin ocak şubat 2011 25. sayısında yayınlanan yazımı paylaşmak istiyorum. Metrodaki müzisyenlerle ilgiliydi. Umarım beğenirsiniz. İşte Metrodaki Vivaldi…

Her sabah olduğu gibi ayakkabılarını giydikten, çantasını koluna taktıktan sonra son bir kez aynaya baktı Ayşe. Kıyafeti saçı başı düzgündü. Portmantonun üstüne koyduğu yolda ve öğlen yemeği molasında okuduğu Pascal Quignard’ın ‘Dünyanın Bütün Sabahları’ kitabını ve şemsiyesini alıp kapıyı arkasından çekti. Merdivenlerden indi. Ağır demir sokak kapısını açıp dışarı çıktı. Gökyüzü yağmurun habercisi gri bulutlarla kaplıydı. Yüzüne çarpan sabah serinliği ile kendini haftanın ilk gününe hazır hissetti. Aklında bu gece arkadaşları ile gideceği viyola de gamba üstadı Katalan müzisyen Jordi Savall’ın İstanbul temalı konseri, koşar adımlarla her zaman izlediği yoldan metro istasyonuna yürümeye başladı.
Evi ile metro arası yaklaşık on dakika sürüyordu. Sokağı geçip ana caddeye çıktıktan sonra karşıya geçti. Pastaneden yeni çıkmış mis gibi dumanı üstünde sıcacık poğaçalardan alarak yoluna devam etti. Sabahın bu saatinde önünden geçtiği dükkanların kepenkleri hep kapalı olurdu. Bazı akşamlar eve dönerken çiçek aldığı köşe başında duran yaşlı çingenenin tezgah niyetine kullandığı üç tahta kasa üst üste toplanmış, birkaç saat sonra sahibinin getireceği rengarenk çiçekleri bekliyordu. Nedense bu adamdan aldığı çiçeklerin, çiçekçi dükkanlarındakilerinin aksine daha taze, renklerinin daha canlı, kokularının daha keskin ve bohem ruhlu olduklarına inanırdı.

Bankanın köşesinden dönüp yokuş aşağı yürümeye başladı. Muhtarlık binasının önünden, yıllar önce bidonlarla su aldıkları ama artık akmayan, yoldan geçenlerin çöp kutusu olarak kullandığı hamidiye çeşmesinin önünden ilerleyerek köprünün altındaki geçitten geçti. Günün bu saatinde oldukça tenha olan bu yol çok değil birkaç saat sonra uzun kuyruklar oluşturan arabalar, kornalar, egzoz dumanı içinde işlerine yetişmeye çalışan insanlar ve okula giden öğrencilerle bir kaosa dönüşecekti. ‘Boşken de doluyken de sevimsiz  burası’ diye geçirdi aklından. Otobüs durağında duran halk otobüsünün şoförü yolcularını almak üzere kapılarını açmış, yanındaki biletçiyle konuşarak kalkış saatini bekliyordu. Biraz ilerdeki devasa reklam panolarında ki artık modern adıyla bilbord deniyordu, bir araba, bir telefon ve bir de herhalde kıyafeti beğenmeyenler tarafından yarısı
yırtılmış giyim firması reklamı vardı. Köşedeki gazeteci henüz açmamış, dağıtıcılar paket halindeki gazeteleri kulübenin önüne bırakıp gitmişlerdi. Şehrin bu henüz uyanmaya başlayan boş halini, caddelerini, sokaklarını seviyor hatta bazen yolun ortasında çılgınca, tepinerek dans etmek istiyordu.

Yan yana sıralanmış, çiçekçi, butik ve turizm acentesinin önünden geçerek M işaretli yerin merdivenlerinden inmeye başladı. Karşısına her zamanki jeton gişeleri çıktı. Onlara nispet yaparcasına elindeki akbil ile turnikelerden geçip yürüyen merdivenlerden aşağına inerken metronun o tam olarak tanımlayamadığı gizemli, küfle karışık nem kokusu burnuna geldi.
Rayların öbür yanındaki fayans kaplı karşı duvarda büyük harflerle istasyonun adı yazıyordu. Yukardan sarkan televizyonda hava durumu vardı. Tik takları duyulmayan büyük saatin akreple yelkovanı ise trenin gelmesine birkaç dakika kaldığını gösteriyordu.

İlk ya da son vagonlar boş olduğu için bunlardan birine binmeyi tercih ediyordu. İlk vagona binecekse sola, son vagonlardan birini binecekse sağa doğru ilerlerdi. Sabahları genelde hep aynı insanlarla karşılaşıyordu. Yeşil parkalı, çantasını çapraz asmış kirli sakallı bir genç, yırtık kot pantolonlu kız, fötr şapkası, elinde tuttuğu eski tür evrak çantası, paltosu, düzgün ütülenmiş pantolonu, boyalı siyah ayakkabılarıyla yaşlı bir İstanbul beyefendisi, kot montun içine kazak giymiş, göbekli, sivri pabuçlu, elinde tespih, ağzında kürdan ile şehrin son yıllarda türeyen sakinlerinden biri, yüzünü boya küpüne çevirmiş yüksek topuklu ayakkabılar giymiş genç bir kadın, elinde bond çantası, üstünde koyu renk pardösüsü ile buldok suratlı bir adam, bacaklarını ortaya çıkartmak için üniformalarına isyan ederek, eteklerini bellerinden kıvırmış kıkırdaşan bir grup orta okul öğrencisi kız, lacivert kabanı, sırtında çantasıyla kızıl saçlı, çilli yüzlü şişko çocuk, ince, uzun, düzgün traşlı, sürdüğü losyonun kokusu uzaktan hissedilen delikanlı. Kimi ayakta, kimi oturmuş, kimiyse duvara yaslanmış treni bekliyordu.
Önce bir vızıltı geldi kulaklarına, sonra iki göz göründü kara delikten. Ani bir hareketlilik oluştu ve tren büyük hızlı bir tırtıl gibi kıvrılarak perona girip yolcuların önünde durdu. Yavaşça açılan kapılanlardan içeri giren yolcular Atatürk Oto Sanayi’den Taksim istikametine giden vagonlardaki, daha önceki istasyonlarda binen yolcularla karıştı.
Az sayıdaki boş yerlerden birine oturup, 17.yy'da Fransa'da yaşamış ünlü besteci ve viyola sanatcısı Sainte-Colombe'nın yaşamından bir bölümü anlatan kitabını kaldığı sayfadan okumaya başladı. Ufak tefek olduğu için tavandan sallanan tutamaklara tutunarak ayakta yolculuk yapmaktan nefret ediyordu. Zaten iniş, binişlerde insanlar tepesinden atlıyorlarmış gibi geliyordu. Boyu uzun görünsün diye genelde topuklu ayakkabı giyiyordu. Onun haricinde görünüşünden pek de şikayeti yoktu. Esmer, omuzlarına dökülen düz kestane rengi saçları, buğday teni, yüzüyle orantılı bir burnu, ela gözleri ve düzgün dişleri vardı. Günün modasıyla uyumlu üstüne yakışan kıyafetleriyle eline yüzüne bakılabilen biriydi. Kapılar kapanınca hızla sallana sallana rayların üzerinde kaymaya başladılar. Gelecek istasyon ve onu takip eden next station anonsları ile Taksim’e vardı.
Metrodan inen insanlar sürüler halinde yürüyen merdivenlere yöneldiler. Herkes birbirinin peşi sıra bir fabrikanın kayan paletlerinin üzerindeki paketler gibi teker teker merdivenlere dizildiler. Kimi kendini yürüyen merdivenin yavaş adımlarına teslim etti, kimiyse koşar adımlarla yukarı tırmandı. Ayşe’nin acelesi yoktu, durduğu basamakta yukarıya taşınmayı tercih edenlerdendi.
Yerin bir kat üzerine çıktıktan sonra kalabalığın arasında ilerlerken tam karşısında metro çalgıcısını gördü. Bu güne kadar Taksim’de ve diğer istasyonlarda gitar çalanına, saz çalanına, kanun çalına, akordeon çalanına hatta flüt çalanına bile rastlamıştı ama bu kez gördüğü ve duyduğu İstanbul’un şu kısacık metrosunda hayal bile edemeyeceği kadar güzeldi. Uyanıkken rüya görmesi imkansızdı. Siyah topuklarına kadar uzun bir elbise giymiş, saçlarını at kuyruğu toplamış, genç kadın vücuduna dayadığı cellosuyla, incecik parmaklarının ucunda Vivaldi’nin ‘La tempesta di mare’sini notalara döküyordu. Çello’nun Ayşe’ye göre insanı kendinden geçiren büyülü sesi ve kadının mağrur görünüşü birbirini tamamlamıştı. Çevresinden geçenlere bakmadan, dudaklarında hafif, zarif gülümsemeyle sanki AKM veya CRR’in salonlarından birinde yüzlerce kişinin önünde konser veren bir çellist ciddiyeti ile çalıyordu. Önünde açık duran çello’nun kutusuna birkaç kişi bozuk para atarak hızla yollarına devam ettiler.
‘Acaba bu para atanlardan kaç kişi hangi enstrümanı ve parçayı çaldığını biliyor.Kimi kulaklarına hoş geldiği için, kimiyse sevaba girmek için atmıştır. Bunca kişinin içinden ne çaldığını anlayabilen bir elin parmaklarını geçmez. Bu kadın buraya , bu kalabalığa fazla gelir. En azından İstanbul metrosu çello çalan bir kadını kaldıramaz’ diye geçirdi içinden. Önünden geçerken cüzdanından çıkardığı on tl’yi hafifçe eğilerek kutunun içine bırakırken göz göze geldiler.
‘Çok güzel çalıyorsunuz’ dedi Ayşe.
Kadın biraz şaşırarak teşekkür etti diğerlerinden farklı bu yolcuya.
Ayşe aslında biraz daha kalıp hem siyahlı kadını dinlemek, hem de onunla konuşmak istiyordu ama saatine baktı. Zamanı azalmıştı. Bir gün daha vakitlice çıkarsam belki konuşabilirim. Kim olduğu, bu işe nasıl başladığı, neler yapmak istediği, ne zamana kadar metroda çalmak istediği, hayallerini, gelecekteki planlarını öğrenmek istiyordu. Tabii kadın cevap verirse.
Kafasındaki düşünceler, yürüdükçe arkasında bıraktığı müzisyenden azalarak kulağına gelen ezgilerle çıkış merdivenlerine doğru yürüdü. Bir süre sonra Vivaldi şehrin gürültüsüne karıştı.
Salı – Bach’ın Cello Suiti eşliğinde aynı kalabalık ve koşturmaca…
Çarşamba- Debussy’den Reverie eşliğinde işe yetişmek için koşar adımlarla önünde geçme…
Perşembe- Haydn’dan Minuett eşliğinde ufak bir selamlaşmayla kutuya para bırakma ve kesinlikle yarın erken gelip konuşma…
Cuma günü Ayşe yine aynı tempoyla metrodan çıkıp, yürüyen merdivenlere bindi. Yoğun geçen bir haftanın sonunda planladığı gün gelmişti. Biraz sonra yanına gidip bu metro müzisyeni ile sohbet edecek, merakını giderecekti. Son basamağa geldiği zaman doğru karşıya baktı. Bu gün onun yerinde avaz avaz saz çalıp türkü söyleyen biri vardı. Olduğu yerde kalakaldı. Belki bir yerden çello’nun sesi gelir diye sağına, soluna bakındı. Yoktu. Gelmemişti. Ayşe geçirdiği koskoca hafta için kendi kendine kızdı. Belki de ilk düşüncesinde haklıydı. Siyahlı çellist buraya fazla gelmişti ve kısacık İstanbul Metrosu bu kadını kaldıramamıştı.
Ayşe, sonraki haftalarda ne kadar görmeye ve duymaya çalıştıysa da bir daha ne görebildi ne de çellonun sesini duyabildi.
O günden sonra her geçişinde yaşadıklarının bir hayalden ibaret olduğunu düşünmeye başladı.



METEOR YAĞMURU

Yıldızları nasıl bilirsiniz? Yıldızları sever misiniz? Geceleri gökyüzünde aya eşlik eden, yeryüzündeki insanlara göz kırpan, el ele takımlar oluşturan yıldızları. Ben çook ama çooook severim. Havanın açık olduğu bazı geceler gökyüzünü seyretmekten kendimi alamam. Her yıl meteor yağmuru günlerini iple çekerim.

12 Ağustos'da ilk olarak bahçemde seyretmeye çalıştım ama elektrik idaresinin sitedeki evlere yapmış olduğu kendilerine göre dev kıyak sayesinde (her iki evden birinin bahçesinin yanına elektrik direği diktiler) bizim bahçe gündüz gibi aydınlık olduğundan gökyüzünü pek göremediğim için sahile gittim. Sahil sessiz, sakin sadece dalgaların sesi geliyor. Tepede yıldızlar, ayaklarımın altında kum, denizden gelen serin esinti ve kulağımda dalgaların tatlı mırıltısı. Meteor yağmurunu seyretmek için bundan romantik bir ortam daha olamazdı herhalde.

Bir süre kumların üzerinde oturduktan sonra gözlerim gökyüzünde boylu boyunca sırt üstü uzandım kumların üzerine. Tepemde koyu karanlıkta iyice belirginleşen pırıl pırıl yıldızlar, karşımda Avşa Adası'nın titrek ışıkları. Karanlıkta birbirlerinden uzakta benim gibi yıldızları izlemeye gelen bazı insanların el fenerlerinin ışığını, sigaralarının kırmızı ateşi haricinde başka bir şey yok. Sanki evren dünyalıları uyarmış: Hişşşşştttt sessiz olun bu gece onların gecesi, muhteşem meteor yağmuru gösterisine davetlisiniz. Sadece gözlerinizi gökyüzüne çevirin ve seyredin. Kayan yıldızlardan dilek dileyin. Kimbilir belki dileğiniz kabul olur. Seyredin, dileyin ve mutlu olun. 

Veeee işte ilk kayan yıldızı gördüm ve dileğimi diledim. Peşinden ikincisi, üçüncüsü...Gerisi peşpeşe geldi sonunda saymayı bıraktım. Her defasında kayan yıldızla işte bir tane daha diye bağırdım içimden. O gece oracıkta yıldızların altında, denizin tatlı ninnisiyle uyuyabilirdim ama oldukça geç bir saatte artık gitme vaktimin geldiğini düşünerek yavaş yavaş evin yolunu tuttum.

Bu güzel geceyi yaşatan meteor yağmurunun, meteorların dünya atmosferine girdiği zaman uzayda bıraktıkları belirgin ışık izinin havanın yüzeyine sürtüşmesiyle çıkan görüntü olduğunu söylüyor gökbilimciler.

İlgilenenlere duyurulur. Ankara Üniveritesi Rasathanesinin sitesine göre bu yıl içinde iki kez daha meteor yağmuru izleyebileceğiz. İşte tarihleri:

17 Kasım 2011 Lenoid Akanyıldız yağmuru. Saatte 10-15 tane izlenebilecek.

14 Aralık 2011 Geminid  Akanyıldız yağmuru.

O tarihlerde havanın açık olması dileği ile iyi izlemeler:)


YAZDAN KARELER:)






Veee İşte Yazdan Kareler. Biraz Ondan, Biraz Bundan, Biraz Şundan.
(Bu arada resimleri yüklerken fark ettim. Fotoğraf makinemin azizliğine uğramışım ve bazı tarihler nasıl olmuşsa yanlış basılmış. Denize giren çocuklarda olduğu gibi:)) 

PUCCA:))

Pucca, Küçük Aptalın Büyük Dünyası…Bugüne kadar nasıl okumadım bu kitabı kendime hayret ediyorum doğrusu. Çoooookkk komik.
Kadın erkek ilişkisini mizahi yönünden alarak okuyanlarını kahkahaya boğuyor. Katı açılmamış küfürler, insanlar hakkında tam on ikiden yaptığı tespitler, kendi kendine verdiği nasihatler, yaşadıklarından çıkarttığı dersler, çalışma hayatındaki ilişkiler, intikam planları, evlilik hayalleriJ. Ve içinden söküp atamadığı üvey babasıyla yaşadığı taciz olayı L.  Yazın elimden bırakamadım… Genelde sevdiğim kitapları hemen bitmesin diye elimde süründürürüm. Bazı sayfalarını döner döner okurum ama bu öyle olmadı.
Çoğumuzun içindeki eski sevgiliye duyulan intikam duygusunu tüm samimiyetiyle dışarı vuran, yaşadığı ilişkiyi sonuna kadar korumaya çalışan, kıskanan, kadınlık durumlarını tüm açıklığı ile gizli saklı olmaksınızın anlatan çılgın bir kadın Pucca. Bizden biri, biraz delişmen, biraz melankolik.
Hoşca vakit geçirmek istiyorsanız mutlaka okuyun. Böylesi görülmedi ayrıca taklitlerinden de sakınınJ


Kitaptan ufak bir bölüm yazmak istiyorum. Pucca bir gün ergen bir kıza maruz kalır ve sevgilisi uğruna onunla ilgilenmek durumdadır. Bu yaz bir süreliğine aynı evi paylaşmak zorunda kaldığım evlerden ırak bir ergen gibi. Diyaloglar neredeyse birebir aynıJ İşte tadımlık satırlar:
“On üç yaşındaki kız dudağını it …gibi boyamış, yavan yayvan konuşuyor, elindeki telefonuyla devamlı cak cak birilerine mesaj atıyor. Bir şey soruyorsun hep bir oflama puflama. Hayatı Facebook, MSN, Converse üzerine.
Telefonda arkadaşıyla konuşuyor,’ Ayy yaa anlatamamam sana, öyle bi koptuk kii…Ayy kurtulsam şurdan MSN’de yazcaam sana, off neler oldu kızaammm. O her konuştuğunda ağzının üstüne iki tane terlikle çakasım geliyor. “
Bu da ÖSS ile ilgili.
“Millet tutturmuş bir ÖSS falan. Hayır tuttursam ne olacak?! Bu ülkeye doktor olmuşum, mühendis olmuşum ne yani! Yapacağım tek şey çok ünlü bir yıldız olma burada. Başka bir şey olmam. ÖSS’nin tek güzel yanı aldığın raporlar. Zaten sınav sorularını gör, götünle gülersin. O sorulardan tıp fakültesine adam alıyorlar işte düşün. Üç saatte senin ne olacağına karar veren bu ülke için, bu kadar okumuş adam fazla bile. Her şey bürokrasi burada. Rapor almaya gittim, elli yere girip çıkıp imza attırdılar. Ama bir tanesi bile başın mı ağrıyor, neyin var demedi. O yüzden hiç yormam kendimi.”
Kadınlık durumlarıJ
Şu sıçtığımın bilim adamları her boka çare buldu ama regl henüz yerinde duruyor! Işınlanmayı buldunuz lan Allahsızlar! Bize gelince hala kanatlı Orkid’in devrimini yaşıyoruz. Bilimin kadınlardan nefret ettiğini falan düşünüyorum.”
Son olarak Pucca bir gün hastaneye düşer :
“Zaten daha ömrü hayatımda bir tane yakışıklı doktor görmedim, hepsi E.T gibi. İlginç olan ise, kadın doktorların hepsi taş. Erkekler akraba evliliği ürünü sanki. Doktor olmuşsun hacı ama sıçana benziyorsun. Ne bu havalar tavalar demek isterim hatta. Doktor koca hayaliyle yanıp tutuşan kızları anlamak zor. Zaten bir onları anlamıyorum, bir de üniforma için deli olan hatunları. Asker, polis, Tansaş güvenlik görevlisi, ölüp bitiyorlar bunlar için.”
İşte bu kadar. Siz karar verin doğru yazmış mı yazmamış mı? Eğer bu gününe kadar okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim.
Bol kahkahalı okumalar. Sağlık ve mutlulukla kalınJ

KUŞADASI

Özdere'den İzmir'lilerin deyimiyle Gümüldür'den sonra Kuşadası bir hareketli geldi ki intibak etmem biraz zor oldu. Etraf cıvıl cıvıl. Cafeler, restaurantlar, hepsi birbirinin aynı ürünleri satan hediyelik eşya dükkanları (hiç mi yöreye özgü bir şey bulup satamazlar anlamıyorum. Hep aynı incik boncuk, magnet üstelik çoğu çin işi), turistler, limandaki yolcu gemileri. Ayyy nasıl özlemişim hareketi.  Özdere'de huzurevi durumda sakin sakin denize git gelden sıkılmışım meğerse de farkında değilmişim. Kuşadası'nda nefes aldım. Meryem Ana, Çeşme, Alaçatı'da peşinden ilaç gibi geldi. Tatilde sakinlik iyi de eh birazda hareket arıyor bünye.
                                                                        
Yıllar önce gittiğimde bir daha buraya gelmem demiştim kendi kendime. Kaldığım otel ki o zaman Kuşadası'nın en iyi otellerinden biriydi (isim vermek istemiyorum) verdikleri odada bütün gece havalandırma sesinden uyuyamamıştım, denizine ise betondan giriliyordu ama çok tercih edilen bir yerdi işte. Plajlarında insanlar birbirinin üstünden atlayarak denize ulaşıyor, denizde de kalabalıktan hazır ol vaziyetinde duruluyordu. Sevdiğim tek yer Kervansaray olmuştu. O zamandan bu yana aşağı yukarı 15-16 yıl geçti ve o zamanlar bir daha gitmem dediğim yer gözüme bir başka gözüktü. Gelişmiş, canlanmış. Bu kez plajlarına gitmeye vaktim olmadı ama merkezde gezmek yetti de arttı bile. Limandaki gemilerin giriş çıkışını seyretmek, elde dondurma sokaklarda turlamak, Kervansaray'ın kapısından içeri göz atmak (üzülerek söylüyorum ki eski büyüsü kalmamış) için girdiğimde sükut-ü hayale uğradım. Avluda şemsiyelerin altında duran masalar bomboştu ve sevimsiz bir havası vardı.  Dışarının canlılığına inat içeride çalışanlardan başka kimse yoktu. Kervansaray'a yakışan ve burayı farklı kılan üst kattaki odaların kenarındaki isimler ise hala duruyordu.


Çok fazla kalamasamda turistiyle, tertemiz caddeleri, sokaklarıyla, ah o gemide bende olsaydım dedirten yolcu gemileriyle güzel bir kaç saat geçirttirdi bana Kuşadası.
                         Şimdilik bu kadar, başka sayfada görüşmek üzere hoşçakalın, sevgiyle kalın:)                   

İZMİR KEDİSİ:))

Yazın başından beri İzmir'e gidiyorum, İzmir'deyim, İzmir, İzmir diye yazınca sevgili arkadaşım Esra bana maille İzmir kedisi fotoğrafını göndermişti ve çooook hoşuma gitmişti. Bu kedi de ancak İzmir'e yakışır demiştim kendi kendime. Resmi nereden bulduğunu bilmiyorum, sormadım dolayısıyla kaynak gösteremeyeceğim, belki de kendi çekti ama bu kadar güzel bir fotoğrafı paylaşmadan edemezdim doğrusu. Kim çekmişse ellerine sağlık. Çok güzel bir komposizyonla insanların yüzünde gülümseme yaratıyor. Veee işte İZMİR KEDİSİ:))))) (darısı tüm kedilerin başına:)))) Bu arada hayvanseverler sakın kızmasın beni yakından tanıyanlar nasıl bir hayvan delisi olduğumu bilirler!!!

SAHİLDE OKUMAK:)

Sahilde kitap okumanın zevki de bir başka oluyor doğrusu. şemsiyenin altına, gölgeye oturup satırların arasında bambaşka bir dünyada kaybolmak. "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak" Bir Selim İleri romanı. Evden çıkarken kütüphaneden beni bütün yaz tek kitap kesmez diyerek aceleyle aldığım kitabım. Pucca'yı kahkahalarla okuduktan sonra okumaya başladım.




Tabii Pucca gibi neşeli bir roman değil, tam tersine hüzünlü tipik bir Selim İleri eseri. Biraz geçmişte, çokça günümüzde geçiyor ve bir yazarın hayatından anılar sunuyor okuruna. Nur Hanımla,Mihrace ile, Terez ile Selim ile, Ayhan ile Madam Ester'le, Halil Vedad, Halid Ziya Bey ile İstanbul'un çeşitli semtlerinde yaşanan yazarın kendi deyimiyle anı iskeletleri...

İşte kitaptan tadımlık bir alıntı...

"Büyük şeytanminaresine kulağını dayayacak, denizin dalgaların sesini işitecek. Böyle yazmış, kağıt parçasında, bunu okudu. Yırtmadı, şimdilik kalsın. Denizin, dalgaların sesi...
Şehirden söz açıyordun, eski günler, anımsayışın törpüleyiverdiği geçmiş güzel günler, her şey törpülenmiş, törpülenir törpülenmez de güzelleşmiş. Şehir bayındır, şehir tarihi esererle donanmış, mimari, refah düzeyi yüksek, kimse fakir değilmiş ama herkes orta halliymiş.
Öyle miydi? Yoksa sen mi öyle hatırlamak istiyordun?
Otuz-kırk yılın hemen şimdi, göz açıp kapayana ışımasını bekledi, yalnızca bir saniye, bütün yıllar, çocukluk, gençlik, tek bir saniyeye sığmış." diye devam ediyor satırlar...
Herkese mutlu günler ve iyi okumalar:)




DENİZLERİMİZDE RÜZGAR:)

(Biraz serinlemek isteyenlere Ege'nin serin sularından bir demet:)


Ege'nin rüzgarı meşhurdur. Ne zaman nereden eseceği belli olmaz. Bir bakarsanız deniz süt liman karıncalar su içiyor, kısa bir süre sonra uzaktan hafif bir rüzgar eşliğinde beyaz beyaz dalgalar gelmeye başlar. Dalgalar saniyeler içinde karayı dövmeye başlar. Rüzgar ise şemsiyeleri, deniz yataklarını uçurmaya:) Şemsiyelerini yakalamak için peşinden koşan insanlara, dalgaların içinde sevinçle oynaşan çocukların bağırışları karışır. Kendini rüzgarın akışına bırakan martıların çığlıkları izler onları.
Kimi yelken basar, kimi sörfüyle dalgalarla dans eder, kimide bata çıka sahile ulaşmaya çalışır ufak sandalıyla. 
Bugün olduğu gibi sakin başlayan bir gün böyle sonlanır sıcak Ege kıyılarında...

ALAÇATI:)



Kuşadası'na devam etmek üzere araya Alaçatı'yı ekliyorum. Daha önceleri defalarca İzmir ve çevresine gitmeme rağmen ilk kez Alaçatı'ya gittim ve çok ama çok sevdim. Denizin üstüne bakınca sörfünü kapan soluğu burada almış izlenimi doğuyor insanda. Kendilerini rüzgarın ritmine bırakmış sörfçüler özgürlüğün tadını çıkarıyorlar Ege'nin serin sularında.

Antik çağdaki adıyla 'Agrilia', Osmanlı belgelerinde 'Yaya Müsellem Köyü' olarak geçer ama asıl adını bölgeye yerleşen 'Alacaat' aşiretinden alarak günümüze Alaçatı olarak gelir. Kısaca mübadeleden nasibini almış eski bir rum köyü olan Alaçatı bugün ülkemizin en ünlü tatil mekanlarından biri haline gelmiştir.


Taş döşeli dar sokaklarında kaybolmak, el sanatları satan ufak dükkanlarını ziyaret etmek insanın ruhunu dinlendiriyor.


Hacı Memiş Mahallesindeki Camgeran. Yolunuz düşerse mutlaka ziyaret edin. Çok güzel cam ürünleri görebilirsiniz.


Eğer gezmekten yorgun düşerseniz sevimli cafe'lerinden birinde oturup yorgunluk kahvenizi yudumlarken çevredeki yapıları ve onları sarmalayan rengarenk begonvilleri seyredebilirsiniz.

Ufak, zevkli ve beyaz,kırmızı,mavi,mor boyalı dükkanlarında binbir çeşit hediyelik eşyalardan kendinize, evinize, arkadaşlarınıza hatıra bir kaç parça seçebilirsiniz. İşte benim favori alışveriş tercihim. Ufak dükkanlar boğucu alışveriş merkezlerine karşı:)


Sokaklarında yürürken sürekli sağınızdan solunuzdan vızır vızır geçen motorlara dikkat!  


Alaçatı'nın sembolü haline gelmiş değirmenlerden artık eser kalmamış. Girişinde bir tane var. Değirmenlerin yerini rüzgar enerjisi üreten pervaneler almış. Zamane çocukları gibi duruyorlar değirmenlerin yanında:)



Sörf olurda festivali olmaz mı? 21-24 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Alaçatı Sörf Festivalinde yarışların yanı sıra müzik ve tatil etkinleride yer alacak. Alaçatı 4 gün boyunca sporun, müziğin ve eğlencenin merkezi olacak. Yolu düşeceklere duyurulur:)


PANAYA KAPULU

Uzunca bir süre hareketsizlikten sonra tekrar gezmeye başladık. Bir süre denize gir, çık karaya vurmuş balık gibi güneşlenmekten başka bir şey yapmadık. Seferihisar’ın durgunluğu çökmüştü üzerimizeJ. Neyse sonunda şeytanın bacağını kırdık ve yine düştük yollara. Bu seferki durağımız Kuşadası ama yolda Meryem Ana ve Efes’i atlamadan.
Hava sıcak mı sıcak yerden ateş fışkırıyor. Zebaniler yeryüzünü mesken tutmuş var güçleriyle çalışıyorlar. Kafamızda şapkalar, ellerimizde buz gibi sular, tam teşekküllü biniyoruz arabaya. İlk durak Bülbül Dağı Meryem Ana’nın Evi.
Gümüldür (Özdere)- Selçuk arası 35 km,-.Oradan Meryem Ana 6-7 km,-. Meryem Ana’ya dar çıkış yolu turist otobüsleri, taksi ve özel araç kaynıyor. Giriş biletimizi alıp (7.5 tl araç- 3.5 tl yolcu-çocuklar ücretsiz) otoparka park ediyoruz. Jandarma gelen araçlara yer gösteriyor. Çok kalabalık olmasına rağmen burada park sorunu yaşamıyoruz ama evin önüne doğru ilerlerken önümüze bir kuyruk çıkıyor. Cruise grupları (sanırsın gökten İtalyan yağmış), münferitler, otobüslerle gelenler evin önünde kuyruk olmuş. Neyse ki hızlı ilerliyor ve güneşin altında saatlerce beklemek zorunda kalmıyoruz. Ufacık bir yer Panaya Kapulu’nun evi diye ziyaret edilen yer. Arkadan gelen güruhla girmemizle çıkmamız bir oluyor. Zaten bir kapıdan girip, diğer kapıdan ellerde adak mumlarıyla çıkılıyor. Dilenen dilekler eşliğinde mumlar yakılıyor ve kuma saplanıyor. Daha sonra Meryem Ana hatıra eşyaları satılan ufacık dükkâna uğruyoruz. Minik kolye uçları, kitapçıklar, heykeller ve boş şişe satıyorlar.  Bunları alan turistler şişelere çeşmeden akan kutsal sudan doldurup ülkelerine götürüyorlar. Nasıl bizim hacılar gittiklerinde bidonlarla zemzem getiriyorlarsa onlardan şişelerle su götürüyorlar. Ne de olsa burası da onlar için haç yeri…Biraz ilerde başka bir adak yeriyle karşılaşıyoruz. Burada ise isteklerini kağıt peçetelere, bezlere yazıp bağlayanları görüyoruz.
Etrafıma baktığımda yüzyıllar öncesinden Panaya Kapulu’nun burayı nasıl gelip bulduğunu, bizim arabayla zor çıktığımız yere yürüyerek çıktığını ve ömrünün sonuna kadar burada yaşayabildiğini merak ediyorum. İsa’nın annesi Meryem Ana’nın son yıllarını, ölmeden önce annesini emanet ettiği St. Jean (Yuhanna) ile geçirdiği ve mezarının olduğu varsayılan yer burası. 
Evin bulunmasının da ilginç bir hikayesi var;
1881 yılında Paris Başpiskoposluğuna bağlı rahip Gouyet Anna Katharina Emmerick’in vizyonlarında görerek yazdığı (kimi belgelere göre ise sadece not aldırdığı) “Meryem’in Hayatı” adlı kitabı okuyarak Meryem Ana’nın yaşadığı yeri bulmak için Efes’e gitmeye karar verir. Evi bulduğu iddia eder ve üstlerine bu konuyla ilgili rapor yazmasına rağmen inandırıcı olamaz. Bu olaydan on yıl sonra İzmir Fransız Hastanesi rahibeleri bu kitabı okurken rahip M.Jung konuyu araştırmaya karar verir ve Efes’e gider. Rivayete göre temmuz sıcağında öğle vakti yanındakilerle birlikte yorgun vaziyette küçük bir vadiye ulaşır. Tarlada çalışan kadınlardan su ister. Kadınlarda onlara verebilecek sularının kalmadığını ama manastırda bulabilecekleri söyleyerek harap olmuş evi gösterirler. Rahip Jung başkanlığındaki araştırmacılar suyu içtikten sonra etraflarına bakarlar ve buranın Katharina Emmerick’in tarif ettiği yere çok benzediğini görürler. Geri dönüp keşiflerini anlatırlar ve bilimsel çalışmalar başlar.   
1966 yılında yapılan kazılan sonucunda ortaya çıkan belgeler 1967 yılında Portekiz’de yapılan Meryem Ana kongresinde açıklanır. Kazı sırasında bulunan mezardaki gömünün yüzünün Meryem Ana’nın evine doğru dönük olduğu buda Meryem Ana’ya gösterilen saygının işareti olarak ifade edilmiştir.   
Daha hala resmi olarak Panaya Kapulu’nun burada yaşadığı ve mezarının olup olmadığı kesin olarak açıklanmasada her yıl binlerce yerli ve yabancı turisti kendine çekmeye devam ediyor.
Meryem Ana’ya adak adayan herkesin isteğinin gerçekleşmesi dileği ileJ