YAZDAN KARELER:)






Veee İşte Yazdan Kareler. Biraz Ondan, Biraz Bundan, Biraz Şundan.
(Bu arada resimleri yüklerken fark ettim. Fotoğraf makinemin azizliğine uğramışım ve bazı tarihler nasıl olmuşsa yanlış basılmış. Denize giren çocuklarda olduğu gibi:)) 

PUCCA:))

Pucca, Küçük Aptalın Büyük Dünyası…Bugüne kadar nasıl okumadım bu kitabı kendime hayret ediyorum doğrusu. Çoooookkk komik.
Kadın erkek ilişkisini mizahi yönünden alarak okuyanlarını kahkahaya boğuyor. Katı açılmamış küfürler, insanlar hakkında tam on ikiden yaptığı tespitler, kendi kendine verdiği nasihatler, yaşadıklarından çıkarttığı dersler, çalışma hayatındaki ilişkiler, intikam planları, evlilik hayalleriJ. Ve içinden söküp atamadığı üvey babasıyla yaşadığı taciz olayı L.  Yazın elimden bırakamadım… Genelde sevdiğim kitapları hemen bitmesin diye elimde süründürürüm. Bazı sayfalarını döner döner okurum ama bu öyle olmadı.
Çoğumuzun içindeki eski sevgiliye duyulan intikam duygusunu tüm samimiyetiyle dışarı vuran, yaşadığı ilişkiyi sonuna kadar korumaya çalışan, kıskanan, kadınlık durumlarını tüm açıklığı ile gizli saklı olmaksınızın anlatan çılgın bir kadın Pucca. Bizden biri, biraz delişmen, biraz melankolik.
Hoşca vakit geçirmek istiyorsanız mutlaka okuyun. Böylesi görülmedi ayrıca taklitlerinden de sakınınJ


Kitaptan ufak bir bölüm yazmak istiyorum. Pucca bir gün ergen bir kıza maruz kalır ve sevgilisi uğruna onunla ilgilenmek durumdadır. Bu yaz bir süreliğine aynı evi paylaşmak zorunda kaldığım evlerden ırak bir ergen gibi. Diyaloglar neredeyse birebir aynıJ İşte tadımlık satırlar:
“On üç yaşındaki kız dudağını it …gibi boyamış, yavan yayvan konuşuyor, elindeki telefonuyla devamlı cak cak birilerine mesaj atıyor. Bir şey soruyorsun hep bir oflama puflama. Hayatı Facebook, MSN, Converse üzerine.
Telefonda arkadaşıyla konuşuyor,’ Ayy yaa anlatamamam sana, öyle bi koptuk kii…Ayy kurtulsam şurdan MSN’de yazcaam sana, off neler oldu kızaammm. O her konuştuğunda ağzının üstüne iki tane terlikle çakasım geliyor. “
Bu da ÖSS ile ilgili.
“Millet tutturmuş bir ÖSS falan. Hayır tuttursam ne olacak?! Bu ülkeye doktor olmuşum, mühendis olmuşum ne yani! Yapacağım tek şey çok ünlü bir yıldız olma burada. Başka bir şey olmam. ÖSS’nin tek güzel yanı aldığın raporlar. Zaten sınav sorularını gör, götünle gülersin. O sorulardan tıp fakültesine adam alıyorlar işte düşün. Üç saatte senin ne olacağına karar veren bu ülke için, bu kadar okumuş adam fazla bile. Her şey bürokrasi burada. Rapor almaya gittim, elli yere girip çıkıp imza attırdılar. Ama bir tanesi bile başın mı ağrıyor, neyin var demedi. O yüzden hiç yormam kendimi.”
Kadınlık durumlarıJ
Şu sıçtığımın bilim adamları her boka çare buldu ama regl henüz yerinde duruyor! Işınlanmayı buldunuz lan Allahsızlar! Bize gelince hala kanatlı Orkid’in devrimini yaşıyoruz. Bilimin kadınlardan nefret ettiğini falan düşünüyorum.”
Son olarak Pucca bir gün hastaneye düşer :
“Zaten daha ömrü hayatımda bir tane yakışıklı doktor görmedim, hepsi E.T gibi. İlginç olan ise, kadın doktorların hepsi taş. Erkekler akraba evliliği ürünü sanki. Doktor olmuşsun hacı ama sıçana benziyorsun. Ne bu havalar tavalar demek isterim hatta. Doktor koca hayaliyle yanıp tutuşan kızları anlamak zor. Zaten bir onları anlamıyorum, bir de üniforma için deli olan hatunları. Asker, polis, Tansaş güvenlik görevlisi, ölüp bitiyorlar bunlar için.”
İşte bu kadar. Siz karar verin doğru yazmış mı yazmamış mı? Eğer bu gününe kadar okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim.
Bol kahkahalı okumalar. Sağlık ve mutlulukla kalınJ

KUŞADASI

Özdere'den İzmir'lilerin deyimiyle Gümüldür'den sonra Kuşadası bir hareketli geldi ki intibak etmem biraz zor oldu. Etraf cıvıl cıvıl. Cafeler, restaurantlar, hepsi birbirinin aynı ürünleri satan hediyelik eşya dükkanları (hiç mi yöreye özgü bir şey bulup satamazlar anlamıyorum. Hep aynı incik boncuk, magnet üstelik çoğu çin işi), turistler, limandaki yolcu gemileri. Ayyy nasıl özlemişim hareketi.  Özdere'de huzurevi durumda sakin sakin denize git gelden sıkılmışım meğerse de farkında değilmişim. Kuşadası'nda nefes aldım. Meryem Ana, Çeşme, Alaçatı'da peşinden ilaç gibi geldi. Tatilde sakinlik iyi de eh birazda hareket arıyor bünye.
                                                                        
Yıllar önce gittiğimde bir daha buraya gelmem demiştim kendi kendime. Kaldığım otel ki o zaman Kuşadası'nın en iyi otellerinden biriydi (isim vermek istemiyorum) verdikleri odada bütün gece havalandırma sesinden uyuyamamıştım, denizine ise betondan giriliyordu ama çok tercih edilen bir yerdi işte. Plajlarında insanlar birbirinin üstünden atlayarak denize ulaşıyor, denizde de kalabalıktan hazır ol vaziyetinde duruluyordu. Sevdiğim tek yer Kervansaray olmuştu. O zamandan bu yana aşağı yukarı 15-16 yıl geçti ve o zamanlar bir daha gitmem dediğim yer gözüme bir başka gözüktü. Gelişmiş, canlanmış. Bu kez plajlarına gitmeye vaktim olmadı ama merkezde gezmek yetti de arttı bile. Limandaki gemilerin giriş çıkışını seyretmek, elde dondurma sokaklarda turlamak, Kervansaray'ın kapısından içeri göz atmak (üzülerek söylüyorum ki eski büyüsü kalmamış) için girdiğimde sükut-ü hayale uğradım. Avluda şemsiyelerin altında duran masalar bomboştu ve sevimsiz bir havası vardı.  Dışarının canlılığına inat içeride çalışanlardan başka kimse yoktu. Kervansaray'a yakışan ve burayı farklı kılan üst kattaki odaların kenarındaki isimler ise hala duruyordu.


Çok fazla kalamasamda turistiyle, tertemiz caddeleri, sokaklarıyla, ah o gemide bende olsaydım dedirten yolcu gemileriyle güzel bir kaç saat geçirttirdi bana Kuşadası.
                         Şimdilik bu kadar, başka sayfada görüşmek üzere hoşçakalın, sevgiyle kalın:)                   

İZMİR KEDİSİ:))

Yazın başından beri İzmir'e gidiyorum, İzmir'deyim, İzmir, İzmir diye yazınca sevgili arkadaşım Esra bana maille İzmir kedisi fotoğrafını göndermişti ve çooook hoşuma gitmişti. Bu kedi de ancak İzmir'e yakışır demiştim kendi kendime. Resmi nereden bulduğunu bilmiyorum, sormadım dolayısıyla kaynak gösteremeyeceğim, belki de kendi çekti ama bu kadar güzel bir fotoğrafı paylaşmadan edemezdim doğrusu. Kim çekmişse ellerine sağlık. Çok güzel bir komposizyonla insanların yüzünde gülümseme yaratıyor. Veee işte İZMİR KEDİSİ:))))) (darısı tüm kedilerin başına:)))) Bu arada hayvanseverler sakın kızmasın beni yakından tanıyanlar nasıl bir hayvan delisi olduğumu bilirler!!!

SAHİLDE OKUMAK:)

Sahilde kitap okumanın zevki de bir başka oluyor doğrusu. şemsiyenin altına, gölgeye oturup satırların arasında bambaşka bir dünyada kaybolmak. "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak" Bir Selim İleri romanı. Evden çıkarken kütüphaneden beni bütün yaz tek kitap kesmez diyerek aceleyle aldığım kitabım. Pucca'yı kahkahalarla okuduktan sonra okumaya başladım.




Tabii Pucca gibi neşeli bir roman değil, tam tersine hüzünlü tipik bir Selim İleri eseri. Biraz geçmişte, çokça günümüzde geçiyor ve bir yazarın hayatından anılar sunuyor okuruna. Nur Hanımla,Mihrace ile, Terez ile Selim ile, Ayhan ile Madam Ester'le, Halil Vedad, Halid Ziya Bey ile İstanbul'un çeşitli semtlerinde yaşanan yazarın kendi deyimiyle anı iskeletleri...

İşte kitaptan tadımlık bir alıntı...

"Büyük şeytanminaresine kulağını dayayacak, denizin dalgaların sesini işitecek. Böyle yazmış, kağıt parçasında, bunu okudu. Yırtmadı, şimdilik kalsın. Denizin, dalgaların sesi...
Şehirden söz açıyordun, eski günler, anımsayışın törpüleyiverdiği geçmiş güzel günler, her şey törpülenmiş, törpülenir törpülenmez de güzelleşmiş. Şehir bayındır, şehir tarihi esererle donanmış, mimari, refah düzeyi yüksek, kimse fakir değilmiş ama herkes orta halliymiş.
Öyle miydi? Yoksa sen mi öyle hatırlamak istiyordun?
Otuz-kırk yılın hemen şimdi, göz açıp kapayana ışımasını bekledi, yalnızca bir saniye, bütün yıllar, çocukluk, gençlik, tek bir saniyeye sığmış." diye devam ediyor satırlar...
Herkese mutlu günler ve iyi okumalar:)




DENİZLERİMİZDE RÜZGAR:)

(Biraz serinlemek isteyenlere Ege'nin serin sularından bir demet:)


Ege'nin rüzgarı meşhurdur. Ne zaman nereden eseceği belli olmaz. Bir bakarsanız deniz süt liman karıncalar su içiyor, kısa bir süre sonra uzaktan hafif bir rüzgar eşliğinde beyaz beyaz dalgalar gelmeye başlar. Dalgalar saniyeler içinde karayı dövmeye başlar. Rüzgar ise şemsiyeleri, deniz yataklarını uçurmaya:) Şemsiyelerini yakalamak için peşinden koşan insanlara, dalgaların içinde sevinçle oynaşan çocukların bağırışları karışır. Kendini rüzgarın akışına bırakan martıların çığlıkları izler onları.
Kimi yelken basar, kimi sörfüyle dalgalarla dans eder, kimide bata çıka sahile ulaşmaya çalışır ufak sandalıyla. 
Bugün olduğu gibi sakin başlayan bir gün böyle sonlanır sıcak Ege kıyılarında...

ALAÇATI:)



Kuşadası'na devam etmek üzere araya Alaçatı'yı ekliyorum. Daha önceleri defalarca İzmir ve çevresine gitmeme rağmen ilk kez Alaçatı'ya gittim ve çok ama çok sevdim. Denizin üstüne bakınca sörfünü kapan soluğu burada almış izlenimi doğuyor insanda. Kendilerini rüzgarın ritmine bırakmış sörfçüler özgürlüğün tadını çıkarıyorlar Ege'nin serin sularında.

Antik çağdaki adıyla 'Agrilia', Osmanlı belgelerinde 'Yaya Müsellem Köyü' olarak geçer ama asıl adını bölgeye yerleşen 'Alacaat' aşiretinden alarak günümüze Alaçatı olarak gelir. Kısaca mübadeleden nasibini almış eski bir rum köyü olan Alaçatı bugün ülkemizin en ünlü tatil mekanlarından biri haline gelmiştir.


Taş döşeli dar sokaklarında kaybolmak, el sanatları satan ufak dükkanlarını ziyaret etmek insanın ruhunu dinlendiriyor.


Hacı Memiş Mahallesindeki Camgeran. Yolunuz düşerse mutlaka ziyaret edin. Çok güzel cam ürünleri görebilirsiniz.


Eğer gezmekten yorgun düşerseniz sevimli cafe'lerinden birinde oturup yorgunluk kahvenizi yudumlarken çevredeki yapıları ve onları sarmalayan rengarenk begonvilleri seyredebilirsiniz.

Ufak, zevkli ve beyaz,kırmızı,mavi,mor boyalı dükkanlarında binbir çeşit hediyelik eşyalardan kendinize, evinize, arkadaşlarınıza hatıra bir kaç parça seçebilirsiniz. İşte benim favori alışveriş tercihim. Ufak dükkanlar boğucu alışveriş merkezlerine karşı:)


Sokaklarında yürürken sürekli sağınızdan solunuzdan vızır vızır geçen motorlara dikkat!  


Alaçatı'nın sembolü haline gelmiş değirmenlerden artık eser kalmamış. Girişinde bir tane var. Değirmenlerin yerini rüzgar enerjisi üreten pervaneler almış. Zamane çocukları gibi duruyorlar değirmenlerin yanında:)



Sörf olurda festivali olmaz mı? 21-24 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Alaçatı Sörf Festivalinde yarışların yanı sıra müzik ve tatil etkinleride yer alacak. Alaçatı 4 gün boyunca sporun, müziğin ve eğlencenin merkezi olacak. Yolu düşeceklere duyurulur:)


PANAYA KAPULU

Uzunca bir süre hareketsizlikten sonra tekrar gezmeye başladık. Bir süre denize gir, çık karaya vurmuş balık gibi güneşlenmekten başka bir şey yapmadık. Seferihisar’ın durgunluğu çökmüştü üzerimizeJ. Neyse sonunda şeytanın bacağını kırdık ve yine düştük yollara. Bu seferki durağımız Kuşadası ama yolda Meryem Ana ve Efes’i atlamadan.
Hava sıcak mı sıcak yerden ateş fışkırıyor. Zebaniler yeryüzünü mesken tutmuş var güçleriyle çalışıyorlar. Kafamızda şapkalar, ellerimizde buz gibi sular, tam teşekküllü biniyoruz arabaya. İlk durak Bülbül Dağı Meryem Ana’nın Evi.
Gümüldür (Özdere)- Selçuk arası 35 km,-.Oradan Meryem Ana 6-7 km,-. Meryem Ana’ya dar çıkış yolu turist otobüsleri, taksi ve özel araç kaynıyor. Giriş biletimizi alıp (7.5 tl araç- 3.5 tl yolcu-çocuklar ücretsiz) otoparka park ediyoruz. Jandarma gelen araçlara yer gösteriyor. Çok kalabalık olmasına rağmen burada park sorunu yaşamıyoruz ama evin önüne doğru ilerlerken önümüze bir kuyruk çıkıyor. Cruise grupları (sanırsın gökten İtalyan yağmış), münferitler, otobüslerle gelenler evin önünde kuyruk olmuş. Neyse ki hızlı ilerliyor ve güneşin altında saatlerce beklemek zorunda kalmıyoruz. Ufacık bir yer Panaya Kapulu’nun evi diye ziyaret edilen yer. Arkadan gelen güruhla girmemizle çıkmamız bir oluyor. Zaten bir kapıdan girip, diğer kapıdan ellerde adak mumlarıyla çıkılıyor. Dilenen dilekler eşliğinde mumlar yakılıyor ve kuma saplanıyor. Daha sonra Meryem Ana hatıra eşyaları satılan ufacık dükkâna uğruyoruz. Minik kolye uçları, kitapçıklar, heykeller ve boş şişe satıyorlar.  Bunları alan turistler şişelere çeşmeden akan kutsal sudan doldurup ülkelerine götürüyorlar. Nasıl bizim hacılar gittiklerinde bidonlarla zemzem getiriyorlarsa onlardan şişelerle su götürüyorlar. Ne de olsa burası da onlar için haç yeri…Biraz ilerde başka bir adak yeriyle karşılaşıyoruz. Burada ise isteklerini kağıt peçetelere, bezlere yazıp bağlayanları görüyoruz.
Etrafıma baktığımda yüzyıllar öncesinden Panaya Kapulu’nun burayı nasıl gelip bulduğunu, bizim arabayla zor çıktığımız yere yürüyerek çıktığını ve ömrünün sonuna kadar burada yaşayabildiğini merak ediyorum. İsa’nın annesi Meryem Ana’nın son yıllarını, ölmeden önce annesini emanet ettiği St. Jean (Yuhanna) ile geçirdiği ve mezarının olduğu varsayılan yer burası. 
Evin bulunmasının da ilginç bir hikayesi var;
1881 yılında Paris Başpiskoposluğuna bağlı rahip Gouyet Anna Katharina Emmerick’in vizyonlarında görerek yazdığı (kimi belgelere göre ise sadece not aldırdığı) “Meryem’in Hayatı” adlı kitabı okuyarak Meryem Ana’nın yaşadığı yeri bulmak için Efes’e gitmeye karar verir. Evi bulduğu iddia eder ve üstlerine bu konuyla ilgili rapor yazmasına rağmen inandırıcı olamaz. Bu olaydan on yıl sonra İzmir Fransız Hastanesi rahibeleri bu kitabı okurken rahip M.Jung konuyu araştırmaya karar verir ve Efes’e gider. Rivayete göre temmuz sıcağında öğle vakti yanındakilerle birlikte yorgun vaziyette küçük bir vadiye ulaşır. Tarlada çalışan kadınlardan su ister. Kadınlarda onlara verebilecek sularının kalmadığını ama manastırda bulabilecekleri söyleyerek harap olmuş evi gösterirler. Rahip Jung başkanlığındaki araştırmacılar suyu içtikten sonra etraflarına bakarlar ve buranın Katharina Emmerick’in tarif ettiği yere çok benzediğini görürler. Geri dönüp keşiflerini anlatırlar ve bilimsel çalışmalar başlar.   
1966 yılında yapılan kazılan sonucunda ortaya çıkan belgeler 1967 yılında Portekiz’de yapılan Meryem Ana kongresinde açıklanır. Kazı sırasında bulunan mezardaki gömünün yüzünün Meryem Ana’nın evine doğru dönük olduğu buda Meryem Ana’ya gösterilen saygının işareti olarak ifade edilmiştir.   
Daha hala resmi olarak Panaya Kapulu’nun burada yaşadığı ve mezarının olup olmadığı kesin olarak açıklanmasada her yıl binlerce yerli ve yabancı turisti kendine çekmeye devam ediyor.
Meryem Ana’ya adak adayan herkesin isteğinin gerçekleşmesi dileği ileJ

SAHİLDE:)

İzmir Özdere maceramız bundan yaklaşık bir ay önce başladı. Hadi bu yaz bir yerlerde ev tutalım dedik ve ev aramaya başladık. Sonunda Özdere'de ev bulduk. Kaporayı gönderdik ve 1 Temmuz'u beklemeye başladık. Sonunda işte geldik burdayız:)).

İlk gelişimizde evle ilgili şoku yaşayıp, şansımızın yaver gitmesiyle tuttuğumuzdan daha büyük ve daha güzel bir eve yerleştikten sonra rahat bir nefes aldık. 

Bu konuyla ilgili çıkartılacak ders : Internette yazlık ev kiralayanların % 90'u yalan beyan veriyor. Hem karşılıklı tel konuşmalarında hemde internet sitelerinde. 170 m diye 50 m kare çıkabiliyor. Kiralık ev diye koyulan ilanlarda bazen ev olmuyor. Bir yerlerden ev resimleri koyup kapora istiyorlar adres istendiğinde veremiyor çünkü öyle  bir ev yok ortada:). Böyle ilanla da karşılaştık:))  Görmeden beyana göre ev tutulmaz  bu ülkede. Vaktin varsa git, gör, kirala. Vaktin yoksa, işin şansa kalmış.  

Neyse artık alıştık ve sahildeyiz. Özdere tipik torun bakan emeklilerin mekanı. İzmir'den 80 km uzaklıkta. Mavi bayraklı denizi, geniş bir plajı var. Denizi derin, küçük çakıllı ve tertemiz. İlk geldiğimizde su çivi gibiydi. İki gün sonra denizde havada  ısındı. Güneşle köşe kapmaca oynamaya başladım. Deniz kenarında şemsiyenin altında, balkonda nar ağacının gölgesinde:) Gün boyunca hiç durmadan öten cırcır böcekleri, geceleri yerini saat bire kadar şarkı söyleyen piyanist şantöre bırakıyor. Hava sıcak çok sıcaaakkk:) Arasıra gelen esinti bile durumu kurtaramıyor.

En sevdiğim şey ise denize girip çıktıktan sonra, şemsiyenin altında, elimde kitabım-Pucca :), karşımda puslar içinde Samos Adası ve önünden geçen gemiler, kulağımda kulaklıklarım Radio Samos'dan oynak Yunan şarkıları:). Sıcaktan bunalınca Ege'nin serin sularına gir, çık. Geçen midye dolmacı, mısırcı, gevrekçi sayesinde açlığını gider güneşlenmeye devam et. Akşam üstü eve dönüp, duş aldıktan sonra yemek öncesi buzz gibi bir birayla yapılan sohbet iyi gidiyor doğrusu.



Akşam güneş tüm kızıllığı ile batıyor. Samos'un ışıkları yanıyor. İnsanlar sahil yolunda bir aşağı bir yukarı, ellerinde dondurmalar, çekirdek çitleyerek geziyorlar. İzmir'in 4. büyük sosyete pazarı burada kuruluyor. Geceleri İzmir-Özdere minibüsleri pazara insan taşıyor ama Kadıköy pazarı buraya göre jet sosyete pazarı kalıyor:)). Şehirlerarası yolda ise koskoca bir tabela var: İzmir'in 4.Büyük Sosyete Pazarı diye. Tabelanın kapladığı alan pazardan daha büyük:)).

İşte böyle bir yer Özdere. Masmavi denizi, sakinliği ile tipik sıcak bir tatil kasabası. Yanınızda internetiniz, severek okunacak yaz kitaplarınız ve sohbet edecek birileri varsa zevkle kalınabilecek bir yer...Haydi sağlığınıza:))


SEFERİHİSAR SLOW CITY:)

İki gün Çanakkale'den sonra sabahın dördünde kalkıp yollara düştük yine. Şimdiki rotamız İzmir Özdere. Yollar sakin, ıssız denecek kadar az araç var. Güneş karanlığı yırtmaya başladığında yollara düşen kızıllığın içinde Ege'ye doğru ilerliyoruz. Tepelerde gördüğümüz rüzgar enerjileri Don Kişot'un yeldeğirmenleriyle savaşını hatırlatıyor.

Ufak bir kahvaltı molası haricinde yollarda durmadan Özdere'ye varıyoruz. Buraya ilk gelişim. denizin güzelliği haricinde hiç bir özelliği olmayan tipik bir yazlık kasaba. Eve yerleşiyoruz.Ufak bir temizlik ve alışveriş faslından sonra doğru denize. Buzzzz gibi sulara girip çıkıyoruz:). Devamı az sonra:  Özdere Özel'de:) 
Buraya kadar gelmişken çevreyi gezmeden olmaz diyerek adı son zamanlarda çok duyulan Seferihisar'a gidiyoruz. Hani gazetelerin slow city diye ballandıra balladıra anlattıkları Seferihisar'a. Ve merak kediyi öldürürmüş lafınını kanıtlıyoruz hep birlikte:) Merkezi zaten fast city. Ufacık yerdeki trafiği görünce İstanbul'un trafiğine şükrediyor insan. Aklına esen aklına estiği yerde arabasını bırakıp gidiyor. Fırına ekmek almaya giren bir bayan sürücü tarafından yaklaşık 10 dak. beklemek zorunda kaldık. Arabanın içinde insan olduğunu göre göre arkamıza bizi kitleyecek şekilde park etti ve gitti. 10 dakika sonra elinde ekmeklerle gelip özür dilerim diyerek de çekti gitti. Buranın düzeni düzensizlik üzerine kurulmuş. Merkezini bırakıp sahil kısmına gidiyoruz. Burada da tipik yol çalışması var. Ufacık bir yer bir de yol çalışması yapıyorlar. Yol çalışması yapanlar ve müşteri bekleyen kahve sahipleri haricinde etrafta kimse yok. Kafelerinde yerel bir yiyecek göremedik. Her yerde olan balık çeşitleri, gözleme, tost vs. gibi şeyler var. Otlu gözleme getirebiliriz dediklerinde Ege otları olabileceği düşündüm. Hangi otlar diye sorduğumda ıspanak ve pazı cevabıyla yıkıldım:)) Ufak marinası olan sıkıcı ve bomboş bir yer burası. Bir gazetede çıkan  habere göre evleri pansiyona çevireceklermiş. Turist çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama bana göre amaçlarına ulaşmak için daha yapmaları gereken çok şey var. 

Citta Slow (Yavaş Şehir) olmak için bir takım kriterler var. Dünyadaki ilk slow city İtalya'da Chianti şehri oluyor ve daha sonraki yıllarda 40 şehrine daha yayılıyor. İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Norveç, Polonya gibi ülkelerin de bazı şehirlerine bu ünvan verilmiş.

Yavaş ve sakin şehir olmak için neler gerekiyor? İlk olarak trafiğe el atmışlar. Bu kentlerde ulaşım bisikletle sağlanıyor. Mümkün olduğu kadar otomobil kullanılmıyor. Araba yolu yerine bisiklet yollarına yer veriliyor.

Alışveriş merkezleri yok:) Bu sevdiğim özelliklerinden biri. Benim gibi alışveriş merkezlerinin kapalı ortamından nefret edenler için ideal bir kural. Alışveriş merkezlerinin yerine ihtiyaçlar ufak yerel dükkanlardan sağlanıyor.

Citta slowları ziyaret edenler 4-5 yıldızlı oteller yerine pansiyonlarda konaklıyor.

Lokanlarında yerel ürünler ve yemekler sunuluyor.

Güneş enerjisi gibi sürdürülebilir enerji kullanılıyor.

Küçük kentlerin tarihi ve doğal yapısı sıkı kurallarla korunarak bir yaşam sağlanıyor.

Ama hareketsizlik ve boşluk Slow City olarak adlandırılmış Seferihisar'da.    


                                            

ŞEHİR KAÇKINLARI YOLLARDA:)

Yine yollardayız:)

Her yolculuğumuzda olduğu gibi erkenden çıktık. Artık yazlığa gidiyoruz. Ege'ye doğru. Arabanın bagajı full dolu. Eskihisar-Yalova Topçular feribotuna neredeyse hiç beklemeden ve arkamıza bakmadan biniyoruz.

Sabahın erken saatinde deniz havası iyi gidiyor. Feribot yaklaşık 40 dakika sonra Topçular'a yanaştığında İstanbul iyice siluhet halinde karşı kıyıda kalmış. Hava kapalı. Yağsam mı, yağmasam mı diye düşünüyor. Güneş bir gözüküyor, çokça kayboluyor. Geçen yolculuğumuzdaki gibi yarışçı bir trafik yok. Bu güzergahın sürücüleri hem daha sakin, hem daha saygılı. Kimbilir belki de henüz uyku sersemi oldukları için trafiğe dikkat ediyorlar. Yollarda trafik denetimi var. Zaman ilerledikçe vazgeçilmez bir yaz klasiği ile karşı karşıya geliyoruz: Yol Bakım Çalışmaları. Daraltılan yollar, tek şerit geliş, gidişler, kenarlara dökülen çakıllar, toz duman içinde çalışan iş makinaları, kontrollü geçişler sayesinde oluşmaya başlayan kuyruklar...

Uzunca bir süre anayoldan gidiyoruz. Uçsuz, bucaksız buğday ekili sapsarı tarlardan geçiyoruz. Çanakkale'ye doğru sağımızda Marmara Denizi ve Marmara Adası, yazlıklar, benzin istasyonları, köyler, köy evleri derken Biga'ya varmadan Gümüşçay sapağından anayoldan ayrılıyoruz. Uzun ince köy yolunda ilerlerken önümüze inekler çıkıyor. Arabanın yanında sürekli havlayarak, aklı sıra bizi korkutarak sürüyü korumaya çalışan köpek bir süre sonra peşimizi bırakmaya karar vererek sürüsünün yanına dönüyor. Sıra arkadaki arabada:).

Sonunda bahçemize vardık. Kapıyı açar açmaz büyük süpriz! Adam boyu otlar bizi karşılıyor. Ağaçlar geçen yaza göre iyice büyümüşler. Bütün bitkiler birbirine girmiş. Tam bir jungle. Evin arkasındaki tuğla fırın otların arasında kaybolmuş, tamirat istiyor. Evin içi geçen seneden beri açılmadığından biraz rutubet kokuyor. Tüm camı çerçeveyi açıyoruz. Ufak bir temizlikten sonra valizleri taşıyıp, çayı ocağa koyuyoruz. Çocuklar çoktan arkadaşlarına kavuşup, ortadan kaybolmuşlar.

Şehirden sonra burası çok ama çok sessiz geliyor. Uzaklardan gelen hayvan sesleri, sürekli cır cır öten böcek ve kuş seslerine arasıra kapının ardından geçen traktör sesleri karışıyor. Zaman durmuş gibi. Herşey durağan. Bahçeye bakıyorum. Arasıra ağaçtan ağaça uçan kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Gözlerimi kapatıp akasyanın dalları arasına saklanmış kuşların cıvıltılarını dinliyorum. Başımı gökyüzüne kaldırıp bulutları seyrediyorum. Bazen ordadan oraya koşan bulutlar bugün kalakalmışlar. Kendimi bir an için Nuri Bilge Ceylan filmlerinin içinde gibi hissediyorum. Öyle olduğum yerde saatlerce durup etrafa bakabilir, sessizliğin sesini dinleyebilirim.

Bizi gören komşular hoşgeldine geliyor. Seviyorum eski Dimetoka yeni Gümüşçay'ın insanlarını. Burayı ilk aldığımızda ne işi var bu İstanbul'luların burada, ne yapacaksınız, kimsiniz, kimin nesisiniz sorularına çok maruz kalmıştık ama onlar bizi, biz onları tanıdıkça onlardan biri olduk. Düğünlerine davet edildik, ektiğimiz ürünleri paylaştık, tarlarına götürüldük, hayvanlarını gördük, çocuklar çocuklarıyla arkadaş oldular, sokaklarda koşturdular, birlikte denize girip oyundan kendilerini zor alıp gece yarılarında evlere döndüler , traktörlere binip tarlalara gittiler,  İstanbul'da  yaşayamadıkları özgürlüğü burada bu beldede yaşadıkları için çok mutlu oldular ve biz her sene yazın gelmesini dört gözle beklerken İstanbul'a döneceğimiz zaman karalar bağlamaya başladık. Hoşgeldine gelen komşular beklediğim haberi müjdeliyor. "Bu otun içinde ilerlere gitmeyin, kapınızı da açık bırakmayın yılan var. Hemde bu sene çok var:( Yaşasın diyorum içimden. Yılanlar ığğğğhhhh. Hayvanları çok severim fareden,böcekten  falanda korkmam ama yılan denince hazır ola geçerim doğrusu:). Nereden çıkacağı, nereye gireceği belli olmaz mendebur hayvanın. Neyse yılanı bir kenara bırakıp çayları koyuyorum. Ağaçların gölgesinde tavşan kanı yorgunluk çaylarımızı yudumluyoruz. Komşularımın kimi tarladan gelmiş, kimi hayvanlarından. Yazla birlikte burada düğün mevsimide başlar. Kimin düğününü, nerede yapılacakmış onu konuşuyorlar kendi aralarında. Sonra herkes yavaş yavaş evlerine dağılıyor takii akşam ezanından sonra çekirdek çitlemek üzere evlerin önündeki merdivenlerde toplanana kadar. Pırıl pırıl parlayan yıldızların altında çekirdek çitleyerek yapılan günün dedikodularının tadına doyamıyorlar doğrusu. Beni de davet ediyorlar "sen de gel be ya, oturur laflarız".

"Belki başka bir akşam" diyorum onları evlerine uğurlarken. Ne de olsa iki geceliğine buradayım şimdilik. Sonra yine yollardayız. Bir sonraki durağımız İzmir Menderes. Dönüşte bazı geceler bende katılırım akşam merdiven sohbetlerine. Bu akşam ailecek seyrederiz yıldızları, büyük ayı, vegas...Belki de bir dilek tutarız kayan bir yıldızın peşinden mutlu şehir kaçkınları olarak, huzur içinde gülümseyerek:)