SAHİLDE:)

İzmir Özdere maceramız bundan yaklaşık bir ay önce başladı. Hadi bu yaz bir yerlerde ev tutalım dedik ve ev aramaya başladık. Sonunda Özdere'de ev bulduk. Kaporayı gönderdik ve 1 Temmuz'u beklemeye başladık. Sonunda işte geldik burdayız:)).

İlk gelişimizde evle ilgili şoku yaşayıp, şansımızın yaver gitmesiyle tuttuğumuzdan daha büyük ve daha güzel bir eve yerleştikten sonra rahat bir nefes aldık. 

Bu konuyla ilgili çıkartılacak ders : Internette yazlık ev kiralayanların % 90'u yalan beyan veriyor. Hem karşılıklı tel konuşmalarında hemde internet sitelerinde. 170 m diye 50 m kare çıkabiliyor. Kiralık ev diye koyulan ilanlarda bazen ev olmuyor. Bir yerlerden ev resimleri koyup kapora istiyorlar adres istendiğinde veremiyor çünkü öyle  bir ev yok ortada:). Böyle ilanla da karşılaştık:))  Görmeden beyana göre ev tutulmaz  bu ülkede. Vaktin varsa git, gör, kirala. Vaktin yoksa, işin şansa kalmış.  

Neyse artık alıştık ve sahildeyiz. Özdere tipik torun bakan emeklilerin mekanı. İzmir'den 80 km uzaklıkta. Mavi bayraklı denizi, geniş bir plajı var. Denizi derin, küçük çakıllı ve tertemiz. İlk geldiğimizde su çivi gibiydi. İki gün sonra denizde havada  ısındı. Güneşle köşe kapmaca oynamaya başladım. Deniz kenarında şemsiyenin altında, balkonda nar ağacının gölgesinde:) Gün boyunca hiç durmadan öten cırcır böcekleri, geceleri yerini saat bire kadar şarkı söyleyen piyanist şantöre bırakıyor. Hava sıcak çok sıcaaakkk:) Arasıra gelen esinti bile durumu kurtaramıyor.

En sevdiğim şey ise denize girip çıktıktan sonra, şemsiyenin altında, elimde kitabım-Pucca :), karşımda puslar içinde Samos Adası ve önünden geçen gemiler, kulağımda kulaklıklarım Radio Samos'dan oynak Yunan şarkıları:). Sıcaktan bunalınca Ege'nin serin sularına gir, çık. Geçen midye dolmacı, mısırcı, gevrekçi sayesinde açlığını gider güneşlenmeye devam et. Akşam üstü eve dönüp, duş aldıktan sonra yemek öncesi buzz gibi bir birayla yapılan sohbet iyi gidiyor doğrusu.



Akşam güneş tüm kızıllığı ile batıyor. Samos'un ışıkları yanıyor. İnsanlar sahil yolunda bir aşağı bir yukarı, ellerinde dondurmalar, çekirdek çitleyerek geziyorlar. İzmir'in 4. büyük sosyete pazarı burada kuruluyor. Geceleri İzmir-Özdere minibüsleri pazara insan taşıyor ama Kadıköy pazarı buraya göre jet sosyete pazarı kalıyor:)). Şehirlerarası yolda ise koskoca bir tabela var: İzmir'in 4.Büyük Sosyete Pazarı diye. Tabelanın kapladığı alan pazardan daha büyük:)).

İşte böyle bir yer Özdere. Masmavi denizi, sakinliği ile tipik sıcak bir tatil kasabası. Yanınızda internetiniz, severek okunacak yaz kitaplarınız ve sohbet edecek birileri varsa zevkle kalınabilecek bir yer...Haydi sağlığınıza:))


SEFERİHİSAR SLOW CITY:)

İki gün Çanakkale'den sonra sabahın dördünde kalkıp yollara düştük yine. Şimdiki rotamız İzmir Özdere. Yollar sakin, ıssız denecek kadar az araç var. Güneş karanlığı yırtmaya başladığında yollara düşen kızıllığın içinde Ege'ye doğru ilerliyoruz. Tepelerde gördüğümüz rüzgar enerjileri Don Kişot'un yeldeğirmenleriyle savaşını hatırlatıyor.

Ufak bir kahvaltı molası haricinde yollarda durmadan Özdere'ye varıyoruz. Buraya ilk gelişim. denizin güzelliği haricinde hiç bir özelliği olmayan tipik bir yazlık kasaba. Eve yerleşiyoruz.Ufak bir temizlik ve alışveriş faslından sonra doğru denize. Buzzzz gibi sulara girip çıkıyoruz:). Devamı az sonra:  Özdere Özel'de:) 
Buraya kadar gelmişken çevreyi gezmeden olmaz diyerek adı son zamanlarda çok duyulan Seferihisar'a gidiyoruz. Hani gazetelerin slow city diye ballandıra balladıra anlattıkları Seferihisar'a. Ve merak kediyi öldürürmüş lafınını kanıtlıyoruz hep birlikte:) Merkezi zaten fast city. Ufacık yerdeki trafiği görünce İstanbul'un trafiğine şükrediyor insan. Aklına esen aklına estiği yerde arabasını bırakıp gidiyor. Fırına ekmek almaya giren bir bayan sürücü tarafından yaklaşık 10 dak. beklemek zorunda kaldık. Arabanın içinde insan olduğunu göre göre arkamıza bizi kitleyecek şekilde park etti ve gitti. 10 dakika sonra elinde ekmeklerle gelip özür dilerim diyerek de çekti gitti. Buranın düzeni düzensizlik üzerine kurulmuş. Merkezini bırakıp sahil kısmına gidiyoruz. Burada da tipik yol çalışması var. Ufacık bir yer bir de yol çalışması yapıyorlar. Yol çalışması yapanlar ve müşteri bekleyen kahve sahipleri haricinde etrafta kimse yok. Kafelerinde yerel bir yiyecek göremedik. Her yerde olan balık çeşitleri, gözleme, tost vs. gibi şeyler var. Otlu gözleme getirebiliriz dediklerinde Ege otları olabileceği düşündüm. Hangi otlar diye sorduğumda ıspanak ve pazı cevabıyla yıkıldım:)) Ufak marinası olan sıkıcı ve bomboş bir yer burası. Bir gazetede çıkan  habere göre evleri pansiyona çevireceklermiş. Turist çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama bana göre amaçlarına ulaşmak için daha yapmaları gereken çok şey var. 

Citta Slow (Yavaş Şehir) olmak için bir takım kriterler var. Dünyadaki ilk slow city İtalya'da Chianti şehri oluyor ve daha sonraki yıllarda 40 şehrine daha yayılıyor. İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Norveç, Polonya gibi ülkelerin de bazı şehirlerine bu ünvan verilmiş.

Yavaş ve sakin şehir olmak için neler gerekiyor? İlk olarak trafiğe el atmışlar. Bu kentlerde ulaşım bisikletle sağlanıyor. Mümkün olduğu kadar otomobil kullanılmıyor. Araba yolu yerine bisiklet yollarına yer veriliyor.

Alışveriş merkezleri yok:) Bu sevdiğim özelliklerinden biri. Benim gibi alışveriş merkezlerinin kapalı ortamından nefret edenler için ideal bir kural. Alışveriş merkezlerinin yerine ihtiyaçlar ufak yerel dükkanlardan sağlanıyor.

Citta slowları ziyaret edenler 4-5 yıldızlı oteller yerine pansiyonlarda konaklıyor.

Lokanlarında yerel ürünler ve yemekler sunuluyor.

Güneş enerjisi gibi sürdürülebilir enerji kullanılıyor.

Küçük kentlerin tarihi ve doğal yapısı sıkı kurallarla korunarak bir yaşam sağlanıyor.

Ama hareketsizlik ve boşluk Slow City olarak adlandırılmış Seferihisar'da.    


                                            

ŞEHİR KAÇKINLARI YOLLARDA:)

Yine yollardayız:)

Her yolculuğumuzda olduğu gibi erkenden çıktık. Artık yazlığa gidiyoruz. Ege'ye doğru. Arabanın bagajı full dolu. Eskihisar-Yalova Topçular feribotuna neredeyse hiç beklemeden ve arkamıza bakmadan biniyoruz.

Sabahın erken saatinde deniz havası iyi gidiyor. Feribot yaklaşık 40 dakika sonra Topçular'a yanaştığında İstanbul iyice siluhet halinde karşı kıyıda kalmış. Hava kapalı. Yağsam mı, yağmasam mı diye düşünüyor. Güneş bir gözüküyor, çokça kayboluyor. Geçen yolculuğumuzdaki gibi yarışçı bir trafik yok. Bu güzergahın sürücüleri hem daha sakin, hem daha saygılı. Kimbilir belki de henüz uyku sersemi oldukları için trafiğe dikkat ediyorlar. Yollarda trafik denetimi var. Zaman ilerledikçe vazgeçilmez bir yaz klasiği ile karşı karşıya geliyoruz: Yol Bakım Çalışmaları. Daraltılan yollar, tek şerit geliş, gidişler, kenarlara dökülen çakıllar, toz duman içinde çalışan iş makinaları, kontrollü geçişler sayesinde oluşmaya başlayan kuyruklar...

Uzunca bir süre anayoldan gidiyoruz. Uçsuz, bucaksız buğday ekili sapsarı tarlardan geçiyoruz. Çanakkale'ye doğru sağımızda Marmara Denizi ve Marmara Adası, yazlıklar, benzin istasyonları, köyler, köy evleri derken Biga'ya varmadan Gümüşçay sapağından anayoldan ayrılıyoruz. Uzun ince köy yolunda ilerlerken önümüze inekler çıkıyor. Arabanın yanında sürekli havlayarak, aklı sıra bizi korkutarak sürüyü korumaya çalışan köpek bir süre sonra peşimizi bırakmaya karar vererek sürüsünün yanına dönüyor. Sıra arkadaki arabada:).

Sonunda bahçemize vardık. Kapıyı açar açmaz büyük süpriz! Adam boyu otlar bizi karşılıyor. Ağaçlar geçen yaza göre iyice büyümüşler. Bütün bitkiler birbirine girmiş. Tam bir jungle. Evin arkasındaki tuğla fırın otların arasında kaybolmuş, tamirat istiyor. Evin içi geçen seneden beri açılmadığından biraz rutubet kokuyor. Tüm camı çerçeveyi açıyoruz. Ufak bir temizlikten sonra valizleri taşıyıp, çayı ocağa koyuyoruz. Çocuklar çoktan arkadaşlarına kavuşup, ortadan kaybolmuşlar.

Şehirden sonra burası çok ama çok sessiz geliyor. Uzaklardan gelen hayvan sesleri, sürekli cır cır öten böcek ve kuş seslerine arasıra kapının ardından geçen traktör sesleri karışıyor. Zaman durmuş gibi. Herşey durağan. Bahçeye bakıyorum. Arasıra ağaçtan ağaça uçan kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Gözlerimi kapatıp akasyanın dalları arasına saklanmış kuşların cıvıltılarını dinliyorum. Başımı gökyüzüne kaldırıp bulutları seyrediyorum. Bazen ordadan oraya koşan bulutlar bugün kalakalmışlar. Kendimi bir an için Nuri Bilge Ceylan filmlerinin içinde gibi hissediyorum. Öyle olduğum yerde saatlerce durup etrafa bakabilir, sessizliğin sesini dinleyebilirim.

Bizi gören komşular hoşgeldine geliyor. Seviyorum eski Dimetoka yeni Gümüşçay'ın insanlarını. Burayı ilk aldığımızda ne işi var bu İstanbul'luların burada, ne yapacaksınız, kimsiniz, kimin nesisiniz sorularına çok maruz kalmıştık ama onlar bizi, biz onları tanıdıkça onlardan biri olduk. Düğünlerine davet edildik, ektiğimiz ürünleri paylaştık, tarlarına götürüldük, hayvanlarını gördük, çocuklar çocuklarıyla arkadaş oldular, sokaklarda koşturdular, birlikte denize girip oyundan kendilerini zor alıp gece yarılarında evlere döndüler , traktörlere binip tarlalara gittiler,  İstanbul'da  yaşayamadıkları özgürlüğü burada bu beldede yaşadıkları için çok mutlu oldular ve biz her sene yazın gelmesini dört gözle beklerken İstanbul'a döneceğimiz zaman karalar bağlamaya başladık. Hoşgeldine gelen komşular beklediğim haberi müjdeliyor. "Bu otun içinde ilerlere gitmeyin, kapınızı da açık bırakmayın yılan var. Hemde bu sene çok var:( Yaşasın diyorum içimden. Yılanlar ığğğğhhhh. Hayvanları çok severim fareden,böcekten  falanda korkmam ama yılan denince hazır ola geçerim doğrusu:). Nereden çıkacağı, nereye gireceği belli olmaz mendebur hayvanın. Neyse yılanı bir kenara bırakıp çayları koyuyorum. Ağaçların gölgesinde tavşan kanı yorgunluk çaylarımızı yudumluyoruz. Komşularımın kimi tarladan gelmiş, kimi hayvanlarından. Yazla birlikte burada düğün mevsimide başlar. Kimin düğününü, nerede yapılacakmış onu konuşuyorlar kendi aralarında. Sonra herkes yavaş yavaş evlerine dağılıyor takii akşam ezanından sonra çekirdek çitlemek üzere evlerin önündeki merdivenlerde toplanana kadar. Pırıl pırıl parlayan yıldızların altında çekirdek çitleyerek yapılan günün dedikodularının tadına doyamıyorlar doğrusu. Beni de davet ediyorlar "sen de gel be ya, oturur laflarız".

"Belki başka bir akşam" diyorum onları evlerine uğurlarken. Ne de olsa iki geceliğine buradayım şimdilik. Sonra yine yollardayız. Bir sonraki durağımız İzmir Menderes. Dönüşte bazı geceler bende katılırım akşam merdiven sohbetlerine. Bu akşam ailecek seyrederiz yıldızları, büyük ayı, vegas...Belki de bir dilek tutarız kayan bir yıldızın peşinden mutlu şehir kaçkınları olarak, huzur içinde gülümseyerek:)

ZONGULDAK ZONGULDAK...

Gittim, döndüm.

İki günlüğüne bir Karadeniz şehrine gideceğimi yazmıştım. Çarşamba günü gittim, perşembe günü geri döndüm. Hani Orhan Veli'nin;

Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz'i
Balkaya'dan Kapuz'a kadar,
Karış karış biliriz bu şehri;
EKİ'nin çiçekli bahçeleri,
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.

.......

Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası...
diye bahsettiği Zonguldak'a gittim. Şehir trafiğine yakalanmamak için sabah erkenden çıktık yola ama İstanbul çoktan uyanmış ve bizden önce yola çıkmıştı bile. Düşüncelerim hafif aralık  pencereden gökyüzüne süzülürken, dikiz aynasında kalan şehrin tozu dumanı farklı yönlere  uçuşmaya başlamıştı. Tam sıkışmaya başlayan şehir trafiğinden kurtulduk artık otobanda rahat rahat gideriz derken kendimizi yarış pistinde bulduk. Ben trafik kurallarına uymaya ve ne olur ne olmaz hız limiti olan 120'yi aşmayım derken yanımdan çiyuv çiyuv diye geçen arabaların arkasından baka kaldım:). Belli plakalarım vardır nerede görürsen kaç, ne yanına yanaş ne de yaklaştır kuralını uyguladığım. Bu gezimde buna 06 larıda ekledim. Aa bu arada Ankara'ya Audi yağmış ya da Ankara'lılar Audi meraklısı herhalde. Yoldaki 06'ların yarısından çoğu Audi idi. Otobana arabalarını denemeye çıkmışlar izlenimi bıraktılar bende. Ben 120 ile giderken yanımdan son sürat geçen 06 plakalı beyaz Audi'nin sürücüsü tabakhaneye zamanında ve tek parça halinde ulaşabildi mi acaba çok merak ediyorum:) Sayelerinde Audi'den soğudum. Neyse bütün yol boyunca Zonguldak girişindeki tünele kadar trafik polisi ile karşılaşmadık. Denetim hak götüre.

Yol boyunca yeşilin her türlüsü size yarenlik ediyor. İnanılmaz bir bitki örtüsü var. Arabanın camından içeri envahi çeşit koku giriyor. Ciğerlerimin en derinlerine kadar çekiyorum, depolarcasına.

 Zonguldak'a gelmeden tünele giriliyor. Tünelin önünde bir trafik polisi arabası durmuştu, kenarda duran polis işaret edince durduk. Yanımıza gelen muhtemelen komiser kibar bir şekilde yavaş gitmemizi önümüzde bisikletli turist grubu olduğu söyledi. Açık söylüyorum bu hiç beklemediğim bir hareketti. Turistler hakkında bu kadar kibar bir şekilde uyarılmak. Biz alışmışız İstanbul'un kaosuna, hayt huytuna. İntibak etmek biraz zor oldu bu bakımdan.
Turist grubunun arkasından dörtlüleri yakarak yavaşça tünelden çıktık. Turist grubu derken öyle genç falan değillerdi. Yaşını başını almış insanlar bisikletle muhtemelen Karadeniz turuna çıkmışlardı. Bizde bu yaştakilerin hepsi ya torun peşinde koşturur, ya da ah vah ederek hastane koridorlarında check-up peşinde:)
Neyse solumuzda çırpıntılı Karadeniz Zonguldak'a girdik. Önce kalacağımız yere gidip odayı görüp ufak valizimi bırakıp, şehri gezintiye çıktık. Eh burası Zonguldak maden şehri, buraya geldiğinizde sizi doğal olarak ilk karşılayan  harabe haldeki eski kömür yıkama tesisi karşılıyor. Fransızlar tarafından 1957 yılında inşaa edilen lavvar tesisi uzun tartışmalardan sonra Anıtlar Kurulu tarafından kültür varlığı olarak koruma altına alınmış, bina dokunulmazlık zırhına bürünmüş ve çok da iyi olmuş. Bir şehir efsanesine göre de müze yapılması düşünülüyormuş. Umarım söylenti gerçekleşir ve burası maden müzesine dönüşür.

Burayı geçtikten sonra o ne çın çın çın önümüzdeki bariyerler iniyor ve herkes kenarda beklemeye başlıyor. Biraz sonra kara kara vagonlar önümüzden sallana sallana geçmeye başlıyor. İçinden tren geçen şehir:)
Bariyerler açılıp hayat normale döndükten sonra çarşı içine doğru ilerliyoruz. Çarşı girişinde Zonguldak'ın sembolü Madenci Anıtı, kafasında bareti, elinde kazmasıyla bu şehrin bir maden şehri olduğunu anlatmaya yetiyor.

Çarşının içinde çok güzel bir parkı var. İçinden geçerek kordonboyuna iniliyor. Denize karşı tavşan kanı bir çay iyi gidiyor doğrusu. Ufak kafeleri, balıkçı lokantalarıyla cıvıl cıvıl bir yer.
Biraz moladan sonra benim en çok sevdiğim ve her gittiğimde uğramadan dönmediğim Fener Mahallesine gidiyoruz. Zonguldak Fenerinin tam altında denizin ve yeşilin buluştuğu yer.
Fransız tarafından medenciler için inşaa edilmiş lojmanlar var. Hepsi restore edilmiş, fenerle bütünleşmiş. Zonguldak deniz feneri 1908'de inşaa edilmiş. Diğer fenerlerle aynı kaderi paylaşarak 1985 yılından itibaren elektrikle çalışmaya başlamış. Denizden yüksekliği 53m olan fenerin ışığı 20 deniz milini aydınlatarak Karadeniz'den geçiş yapan gemilere klavuzluk ediyor.           

Fenerin tam karşısı Kapuz. Zonguldak'ın en eski plajlarından. Az girmedim denize burada:)

İnişli, çıkışlı bir şehir burası. Sürekli bayır ya da merdiven inip, çıkıyorsunuz. Çıktığınız yerde ya çok güzel bir Karadeniz manzarası ya da yemyeşil ormanla karşılaşıyorsunuz. İster limanına girip çıkan gemileri seyredin, ister ağaçlardan gelen binbir çeşit kuş seslerini dinleyin Uzun Mehmet'in şehrinde.

Zonguldak ismi fransızlardan miras kalmış. Bölgenin ilk ismi bir rivayete göre Güldağ imiş. Madeni işleten fransızlar "Zone Guldag" (Güldağ bölgesi) olarak telaffuz ederlerken bu kelimeler türkçeye Zonguldak olarak geçmiş ve şehir bu isimle anılmaya başlamış.

Şehir her yıl biraz daha gelişiyor. Zonguldak'ın girişine Demirpark Alışveriş Merkezi açılmış. Yanında Dedeman Hotel yükseliyor. Öğretmen Evi yenilenmiş ve alışveriş merkezinin hemen yakınındaki yeni yerinde hizmet vermeye başlamış. Yapılaşma burada var. Yeni çok katlı binalar yapılıyor. Zonguldak'lılar bu gelişimden ne kadar memnunlar bilemiyorum ama ben buraya korkarak yazdım. Umarım çocukluğumda çok az bir sürede olsa yaşamış olduğum bu güzelim şehir günün birinde İstanbul gibi gelişime kurban gidip bölük pörçük gülümseyerek hatırlayabildiğim anılarımın üzerine beton çekilmez.
 

YAZIN OKUNACAK KİTAPLAR II :)

Dün kendime yazın okunacak kitaplar listesi yapmıştım ve içlerinde klasiklere, drama yer olmadığını yazmıştım. Bugün sabahtan Kadıköy'e her zaman gittiğim kitapçıya gittim ama gitmeden önce; Dostoyevski'yi Yeraltından Notlar almaya, Çehov'u Vişne Bahçesi'ndeki yazlığına, Balzac'ı Vadideki Zambak'ın peşine, Jane Austen'ı Northenger Manastırı'na Aşk ve Gurur'u yaşamaya, J.Steinbeck'i Gazap Üzümleri'ni toplamaya bağa, Pasternak'ı yıllık check-up'ını yaptırmak üzere Dr.Jivago'nun hastanesine, Virginia Woolf'u deniz havası alması için Deniz Feneri'ne ve Flaubert'i de Madam Bovary'nin peşine gönderdip evden çıktım.

Sanki evde az kitap varmış ve okuyacak hiç kitabım kalmamış gibi her Kadıköy'e gidişte türbe ziyaret eder gibi gittiğim kitapçıya yine gittim. Amacım kitap almak değildi desemde inanmayın. Zaten ne zaman bir şey almayacağım sadece bakmak için gidiyorum desem mutlaka bir şey alır çıkarım oradan. Kimi giysiye, kimi ayakkabıya düşkündür alışverişte bende kitaba. Bu konuda her ne kadar istesemde, kendi kendime sözler versemde, telkinlerde bulunsamda ıhhh bu konuda iflah olmaz bir alışveriş manyağıyımdır. Yakında kitapçının önüne heykelimi dikerlerse şaşmayın. (Gerçi heykelimin dikilmesin, filan istemem, sonra yıktırıverirler mazallah. Bu kitap delisi ucube de kim diye).

Neyse sözü uzatmayım kapıdan içeri girer girmez çok satanlar standı vardı. Genelde bu çok satanlara bakmam, hatta sinir bile olurum. Kime neye göre çok satıyor. Haa içlerinde çok güzel olup satılmayı hak edenler ayrı, yayınevlerinin gazlamasıyla bir şeye yaramadığı halde çok satanlarda yerini alan kitaplarada sinir olurum doğrusu. Bu sefer çok satanlarda ilk gözüme çarpan "vay kitabı nasıl çevirirsin" diye çevirmenini sorguladıkları Ölüm Pornosu kitabı vardı. Çeviriydi, konuydu, yasaklanmaydı derken kitap bayağı sansasyon yapmış olacak ki çok satanlara oturmuş. Onun yanında kader arkadaşı Yumuşak Makine Kitabı vardı.
Onların yanında ise beni baştan çıkaran, uzun süre almayacağım diye direndiğim ama kısa bir flörtten sonra elime alıp sayfaları okumaya başlayınca içimden sakın gülme, tek başına elinde kitap gülen bir kadın hoş karşılanmaz diye nasihat ettiğim kitabı alıp geldim. XIV baskısını yapmış Küçük Aptalın Büyük Dünyası-Pucca Günlük. Bugüne kadar okumam benim kaybım ama tam da yaz listeme uygun bir kitap. Komik, eğlenceli...Sıcak yaz günlerinde iyi gidecek limonata gibi:)

Bugünlükte bu kadar. Yarın iki günlüğüne Karadeniz'in güzel bir şehrine kaçamak yapacağım. Malum yaz başladı...Leylek havada...
Dönüşte görüşmek üzere:)