SAHİLDE:)

İzmir Özdere maceramız bundan yaklaşık bir ay önce başladı. Hadi bu yaz bir yerlerde ev tutalım dedik ve ev aramaya başladık. Sonunda Özdere'de ev bulduk. Kaporayı gönderdik ve 1 Temmuz'u beklemeye başladık. Sonunda işte geldik burdayız:)).

İlk gelişimizde evle ilgili şoku yaşayıp, şansımızın yaver gitmesiyle tuttuğumuzdan daha büyük ve daha güzel bir eve yerleştikten sonra rahat bir nefes aldık. 

Bu konuyla ilgili çıkartılacak ders : Internette yazlık ev kiralayanların % 90'u yalan beyan veriyor. Hem karşılıklı tel konuşmalarında hemde internet sitelerinde. 170 m diye 50 m kare çıkabiliyor. Kiralık ev diye koyulan ilanlarda bazen ev olmuyor. Bir yerlerden ev resimleri koyup kapora istiyorlar adres istendiğinde veremiyor çünkü öyle  bir ev yok ortada:). Böyle ilanla da karşılaştık:))  Görmeden beyana göre ev tutulmaz  bu ülkede. Vaktin varsa git, gör, kirala. Vaktin yoksa, işin şansa kalmış.  

Neyse artık alıştık ve sahildeyiz. Özdere tipik torun bakan emeklilerin mekanı. İzmir'den 80 km uzaklıkta. Mavi bayraklı denizi, geniş bir plajı var. Denizi derin, küçük çakıllı ve tertemiz. İlk geldiğimizde su çivi gibiydi. İki gün sonra denizde havada  ısındı. Güneşle köşe kapmaca oynamaya başladım. Deniz kenarında şemsiyenin altında, balkonda nar ağacının gölgesinde:) Gün boyunca hiç durmadan öten cırcır böcekleri, geceleri yerini saat bire kadar şarkı söyleyen piyanist şantöre bırakıyor. Hava sıcak çok sıcaaakkk:) Arasıra gelen esinti bile durumu kurtaramıyor.

En sevdiğim şey ise denize girip çıktıktan sonra, şemsiyenin altında, elimde kitabım-Pucca :), karşımda puslar içinde Samos Adası ve önünden geçen gemiler, kulağımda kulaklıklarım Radio Samos'dan oynak Yunan şarkıları:). Sıcaktan bunalınca Ege'nin serin sularına gir, çık. Geçen midye dolmacı, mısırcı, gevrekçi sayesinde açlığını gider güneşlenmeye devam et. Akşam üstü eve dönüp, duş aldıktan sonra yemek öncesi buzz gibi bir birayla yapılan sohbet iyi gidiyor doğrusu.



Akşam güneş tüm kızıllığı ile batıyor. Samos'un ışıkları yanıyor. İnsanlar sahil yolunda bir aşağı bir yukarı, ellerinde dondurmalar, çekirdek çitleyerek geziyorlar. İzmir'in 4. büyük sosyete pazarı burada kuruluyor. Geceleri İzmir-Özdere minibüsleri pazara insan taşıyor ama Kadıköy pazarı buraya göre jet sosyete pazarı kalıyor:)). Şehirlerarası yolda ise koskoca bir tabela var: İzmir'in 4.Büyük Sosyete Pazarı diye. Tabelanın kapladığı alan pazardan daha büyük:)).

İşte böyle bir yer Özdere. Masmavi denizi, sakinliği ile tipik sıcak bir tatil kasabası. Yanınızda internetiniz, severek okunacak yaz kitaplarınız ve sohbet edecek birileri varsa zevkle kalınabilecek bir yer...Haydi sağlığınıza:))


SEFERİHİSAR SLOW CITY:)

İki gün Çanakkale'den sonra sabahın dördünde kalkıp yollara düştük yine. Şimdiki rotamız İzmir Özdere. Yollar sakin, ıssız denecek kadar az araç var. Güneş karanlığı yırtmaya başladığında yollara düşen kızıllığın içinde Ege'ye doğru ilerliyoruz. Tepelerde gördüğümüz rüzgar enerjileri Don Kişot'un yeldeğirmenleriyle savaşını hatırlatıyor.

Ufak bir kahvaltı molası haricinde yollarda durmadan Özdere'ye varıyoruz. Buraya ilk gelişim. denizin güzelliği haricinde hiç bir özelliği olmayan tipik bir yazlık kasaba. Eve yerleşiyoruz.Ufak bir temizlik ve alışveriş faslından sonra doğru denize. Buzzzz gibi sulara girip çıkıyoruz:). Devamı az sonra:  Özdere Özel'de:) 
Buraya kadar gelmişken çevreyi gezmeden olmaz diyerek adı son zamanlarda çok duyulan Seferihisar'a gidiyoruz. Hani gazetelerin slow city diye ballandıra balladıra anlattıkları Seferihisar'a. Ve merak kediyi öldürürmüş lafınını kanıtlıyoruz hep birlikte:) Merkezi zaten fast city. Ufacık yerdeki trafiği görünce İstanbul'un trafiğine şükrediyor insan. Aklına esen aklına estiği yerde arabasını bırakıp gidiyor. Fırına ekmek almaya giren bir bayan sürücü tarafından yaklaşık 10 dak. beklemek zorunda kaldık. Arabanın içinde insan olduğunu göre göre arkamıza bizi kitleyecek şekilde park etti ve gitti. 10 dakika sonra elinde ekmeklerle gelip özür dilerim diyerek de çekti gitti. Buranın düzeni düzensizlik üzerine kurulmuş. Merkezini bırakıp sahil kısmına gidiyoruz. Burada da tipik yol çalışması var. Ufacık bir yer bir de yol çalışması yapıyorlar. Yol çalışması yapanlar ve müşteri bekleyen kahve sahipleri haricinde etrafta kimse yok. Kafelerinde yerel bir yiyecek göremedik. Her yerde olan balık çeşitleri, gözleme, tost vs. gibi şeyler var. Otlu gözleme getirebiliriz dediklerinde Ege otları olabileceği düşündüm. Hangi otlar diye sorduğumda ıspanak ve pazı cevabıyla yıkıldım:)) Ufak marinası olan sıkıcı ve bomboş bir yer burası. Bir gazetede çıkan  habere göre evleri pansiyona çevireceklermiş. Turist çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama bana göre amaçlarına ulaşmak için daha yapmaları gereken çok şey var. 

Citta Slow (Yavaş Şehir) olmak için bir takım kriterler var. Dünyadaki ilk slow city İtalya'da Chianti şehri oluyor ve daha sonraki yıllarda 40 şehrine daha yayılıyor. İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Norveç, Polonya gibi ülkelerin de bazı şehirlerine bu ünvan verilmiş.

Yavaş ve sakin şehir olmak için neler gerekiyor? İlk olarak trafiğe el atmışlar. Bu kentlerde ulaşım bisikletle sağlanıyor. Mümkün olduğu kadar otomobil kullanılmıyor. Araba yolu yerine bisiklet yollarına yer veriliyor.

Alışveriş merkezleri yok:) Bu sevdiğim özelliklerinden biri. Benim gibi alışveriş merkezlerinin kapalı ortamından nefret edenler için ideal bir kural. Alışveriş merkezlerinin yerine ihtiyaçlar ufak yerel dükkanlardan sağlanıyor.

Citta slowları ziyaret edenler 4-5 yıldızlı oteller yerine pansiyonlarda konaklıyor.

Lokanlarında yerel ürünler ve yemekler sunuluyor.

Güneş enerjisi gibi sürdürülebilir enerji kullanılıyor.

Küçük kentlerin tarihi ve doğal yapısı sıkı kurallarla korunarak bir yaşam sağlanıyor.

Ama hareketsizlik ve boşluk Slow City olarak adlandırılmış Seferihisar'da.    


                                            

ŞEHİR KAÇKINLARI YOLLARDA:)

Yine yollardayız:)

Her yolculuğumuzda olduğu gibi erkenden çıktık. Artık yazlığa gidiyoruz. Ege'ye doğru. Arabanın bagajı full dolu. Eskihisar-Yalova Topçular feribotuna neredeyse hiç beklemeden ve arkamıza bakmadan biniyoruz.

Sabahın erken saatinde deniz havası iyi gidiyor. Feribot yaklaşık 40 dakika sonra Topçular'a yanaştığında İstanbul iyice siluhet halinde karşı kıyıda kalmış. Hava kapalı. Yağsam mı, yağmasam mı diye düşünüyor. Güneş bir gözüküyor, çokça kayboluyor. Geçen yolculuğumuzdaki gibi yarışçı bir trafik yok. Bu güzergahın sürücüleri hem daha sakin, hem daha saygılı. Kimbilir belki de henüz uyku sersemi oldukları için trafiğe dikkat ediyorlar. Yollarda trafik denetimi var. Zaman ilerledikçe vazgeçilmez bir yaz klasiği ile karşı karşıya geliyoruz: Yol Bakım Çalışmaları. Daraltılan yollar, tek şerit geliş, gidişler, kenarlara dökülen çakıllar, toz duman içinde çalışan iş makinaları, kontrollü geçişler sayesinde oluşmaya başlayan kuyruklar...

Uzunca bir süre anayoldan gidiyoruz. Uçsuz, bucaksız buğday ekili sapsarı tarlardan geçiyoruz. Çanakkale'ye doğru sağımızda Marmara Denizi ve Marmara Adası, yazlıklar, benzin istasyonları, köyler, köy evleri derken Biga'ya varmadan Gümüşçay sapağından anayoldan ayrılıyoruz. Uzun ince köy yolunda ilerlerken önümüze inekler çıkıyor. Arabanın yanında sürekli havlayarak, aklı sıra bizi korkutarak sürüyü korumaya çalışan köpek bir süre sonra peşimizi bırakmaya karar vererek sürüsünün yanına dönüyor. Sıra arkadaki arabada:).

Sonunda bahçemize vardık. Kapıyı açar açmaz büyük süpriz! Adam boyu otlar bizi karşılıyor. Ağaçlar geçen yaza göre iyice büyümüşler. Bütün bitkiler birbirine girmiş. Tam bir jungle. Evin arkasındaki tuğla fırın otların arasında kaybolmuş, tamirat istiyor. Evin içi geçen seneden beri açılmadığından biraz rutubet kokuyor. Tüm camı çerçeveyi açıyoruz. Ufak bir temizlikten sonra valizleri taşıyıp, çayı ocağa koyuyoruz. Çocuklar çoktan arkadaşlarına kavuşup, ortadan kaybolmuşlar.

Şehirden sonra burası çok ama çok sessiz geliyor. Uzaklardan gelen hayvan sesleri, sürekli cır cır öten böcek ve kuş seslerine arasıra kapının ardından geçen traktör sesleri karışıyor. Zaman durmuş gibi. Herşey durağan. Bahçeye bakıyorum. Arasıra ağaçtan ağaça uçan kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Gözlerimi kapatıp akasyanın dalları arasına saklanmış kuşların cıvıltılarını dinliyorum. Başımı gökyüzüne kaldırıp bulutları seyrediyorum. Bazen ordadan oraya koşan bulutlar bugün kalakalmışlar. Kendimi bir an için Nuri Bilge Ceylan filmlerinin içinde gibi hissediyorum. Öyle olduğum yerde saatlerce durup etrafa bakabilir, sessizliğin sesini dinleyebilirim.

Bizi gören komşular hoşgeldine geliyor. Seviyorum eski Dimetoka yeni Gümüşçay'ın insanlarını. Burayı ilk aldığımızda ne işi var bu İstanbul'luların burada, ne yapacaksınız, kimsiniz, kimin nesisiniz sorularına çok maruz kalmıştık ama onlar bizi, biz onları tanıdıkça onlardan biri olduk. Düğünlerine davet edildik, ektiğimiz ürünleri paylaştık, tarlarına götürüldük, hayvanlarını gördük, çocuklar çocuklarıyla arkadaş oldular, sokaklarda koşturdular, birlikte denize girip oyundan kendilerini zor alıp gece yarılarında evlere döndüler , traktörlere binip tarlalara gittiler,  İstanbul'da  yaşayamadıkları özgürlüğü burada bu beldede yaşadıkları için çok mutlu oldular ve biz her sene yazın gelmesini dört gözle beklerken İstanbul'a döneceğimiz zaman karalar bağlamaya başladık. Hoşgeldine gelen komşular beklediğim haberi müjdeliyor. "Bu otun içinde ilerlere gitmeyin, kapınızı da açık bırakmayın yılan var. Hemde bu sene çok var:( Yaşasın diyorum içimden. Yılanlar ığğğğhhhh. Hayvanları çok severim fareden,böcekten  falanda korkmam ama yılan denince hazır ola geçerim doğrusu:). Nereden çıkacağı, nereye gireceği belli olmaz mendebur hayvanın. Neyse yılanı bir kenara bırakıp çayları koyuyorum. Ağaçların gölgesinde tavşan kanı yorgunluk çaylarımızı yudumluyoruz. Komşularımın kimi tarladan gelmiş, kimi hayvanlarından. Yazla birlikte burada düğün mevsimide başlar. Kimin düğününü, nerede yapılacakmış onu konuşuyorlar kendi aralarında. Sonra herkes yavaş yavaş evlerine dağılıyor takii akşam ezanından sonra çekirdek çitlemek üzere evlerin önündeki merdivenlerde toplanana kadar. Pırıl pırıl parlayan yıldızların altında çekirdek çitleyerek yapılan günün dedikodularının tadına doyamıyorlar doğrusu. Beni de davet ediyorlar "sen de gel be ya, oturur laflarız".

"Belki başka bir akşam" diyorum onları evlerine uğurlarken. Ne de olsa iki geceliğine buradayım şimdilik. Sonra yine yollardayız. Bir sonraki durağımız İzmir Menderes. Dönüşte bazı geceler bende katılırım akşam merdiven sohbetlerine. Bu akşam ailecek seyrederiz yıldızları, büyük ayı, vegas...Belki de bir dilek tutarız kayan bir yıldızın peşinden mutlu şehir kaçkınları olarak, huzur içinde gülümseyerek:)

ZONGULDAK ZONGULDAK...

Gittim, döndüm.

İki günlüğüne bir Karadeniz şehrine gideceğimi yazmıştım. Çarşamba günü gittim, perşembe günü geri döndüm. Hani Orhan Veli'nin;

Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz'i
Balkaya'dan Kapuz'a kadar,
Karış karış biliriz bu şehri;
EKİ'nin çiçekli bahçeleri,
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.

.......

Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası...
diye bahsettiği Zonguldak'a gittim. Şehir trafiğine yakalanmamak için sabah erkenden çıktık yola ama İstanbul çoktan uyanmış ve bizden önce yola çıkmıştı bile. Düşüncelerim hafif aralık  pencereden gökyüzüne süzülürken, dikiz aynasında kalan şehrin tozu dumanı farklı yönlere  uçuşmaya başlamıştı. Tam sıkışmaya başlayan şehir trafiğinden kurtulduk artık otobanda rahat rahat gideriz derken kendimizi yarış pistinde bulduk. Ben trafik kurallarına uymaya ve ne olur ne olmaz hız limiti olan 120'yi aşmayım derken yanımdan çiyuv çiyuv diye geçen arabaların arkasından baka kaldım:). Belli plakalarım vardır nerede görürsen kaç, ne yanına yanaş ne de yaklaştır kuralını uyguladığım. Bu gezimde buna 06 larıda ekledim. Aa bu arada Ankara'ya Audi yağmış ya da Ankara'lılar Audi meraklısı herhalde. Yoldaki 06'ların yarısından çoğu Audi idi. Otobana arabalarını denemeye çıkmışlar izlenimi bıraktılar bende. Ben 120 ile giderken yanımdan son sürat geçen 06 plakalı beyaz Audi'nin sürücüsü tabakhaneye zamanında ve tek parça halinde ulaşabildi mi acaba çok merak ediyorum:) Sayelerinde Audi'den soğudum. Neyse bütün yol boyunca Zonguldak girişindeki tünele kadar trafik polisi ile karşılaşmadık. Denetim hak götüre.

Yol boyunca yeşilin her türlüsü size yarenlik ediyor. İnanılmaz bir bitki örtüsü var. Arabanın camından içeri envahi çeşit koku giriyor. Ciğerlerimin en derinlerine kadar çekiyorum, depolarcasına.

 Zonguldak'a gelmeden tünele giriliyor. Tünelin önünde bir trafik polisi arabası durmuştu, kenarda duran polis işaret edince durduk. Yanımıza gelen muhtemelen komiser kibar bir şekilde yavaş gitmemizi önümüzde bisikletli turist grubu olduğu söyledi. Açık söylüyorum bu hiç beklemediğim bir hareketti. Turistler hakkında bu kadar kibar bir şekilde uyarılmak. Biz alışmışız İstanbul'un kaosuna, hayt huytuna. İntibak etmek biraz zor oldu bu bakımdan.
Turist grubunun arkasından dörtlüleri yakarak yavaşça tünelden çıktık. Turist grubu derken öyle genç falan değillerdi. Yaşını başını almış insanlar bisikletle muhtemelen Karadeniz turuna çıkmışlardı. Bizde bu yaştakilerin hepsi ya torun peşinde koşturur, ya da ah vah ederek hastane koridorlarında check-up peşinde:)
Neyse solumuzda çırpıntılı Karadeniz Zonguldak'a girdik. Önce kalacağımız yere gidip odayı görüp ufak valizimi bırakıp, şehri gezintiye çıktık. Eh burası Zonguldak maden şehri, buraya geldiğinizde sizi doğal olarak ilk karşılayan  harabe haldeki eski kömür yıkama tesisi karşılıyor. Fransızlar tarafından 1957 yılında inşaa edilen lavvar tesisi uzun tartışmalardan sonra Anıtlar Kurulu tarafından kültür varlığı olarak koruma altına alınmış, bina dokunulmazlık zırhına bürünmüş ve çok da iyi olmuş. Bir şehir efsanesine göre de müze yapılması düşünülüyormuş. Umarım söylenti gerçekleşir ve burası maden müzesine dönüşür.

Burayı geçtikten sonra o ne çın çın çın önümüzdeki bariyerler iniyor ve herkes kenarda beklemeye başlıyor. Biraz sonra kara kara vagonlar önümüzden sallana sallana geçmeye başlıyor. İçinden tren geçen şehir:)
Bariyerler açılıp hayat normale döndükten sonra çarşı içine doğru ilerliyoruz. Çarşı girişinde Zonguldak'ın sembolü Madenci Anıtı, kafasında bareti, elinde kazmasıyla bu şehrin bir maden şehri olduğunu anlatmaya yetiyor.

Çarşının içinde çok güzel bir parkı var. İçinden geçerek kordonboyuna iniliyor. Denize karşı tavşan kanı bir çay iyi gidiyor doğrusu. Ufak kafeleri, balıkçı lokantalarıyla cıvıl cıvıl bir yer.
Biraz moladan sonra benim en çok sevdiğim ve her gittiğimde uğramadan dönmediğim Fener Mahallesine gidiyoruz. Zonguldak Fenerinin tam altında denizin ve yeşilin buluştuğu yer.
Fransız tarafından medenciler için inşaa edilmiş lojmanlar var. Hepsi restore edilmiş, fenerle bütünleşmiş. Zonguldak deniz feneri 1908'de inşaa edilmiş. Diğer fenerlerle aynı kaderi paylaşarak 1985 yılından itibaren elektrikle çalışmaya başlamış. Denizden yüksekliği 53m olan fenerin ışığı 20 deniz milini aydınlatarak Karadeniz'den geçiş yapan gemilere klavuzluk ediyor.           

Fenerin tam karşısı Kapuz. Zonguldak'ın en eski plajlarından. Az girmedim denize burada:)

İnişli, çıkışlı bir şehir burası. Sürekli bayır ya da merdiven inip, çıkıyorsunuz. Çıktığınız yerde ya çok güzel bir Karadeniz manzarası ya da yemyeşil ormanla karşılaşıyorsunuz. İster limanına girip çıkan gemileri seyredin, ister ağaçlardan gelen binbir çeşit kuş seslerini dinleyin Uzun Mehmet'in şehrinde.

Zonguldak ismi fransızlardan miras kalmış. Bölgenin ilk ismi bir rivayete göre Güldağ imiş. Madeni işleten fransızlar "Zone Guldag" (Güldağ bölgesi) olarak telaffuz ederlerken bu kelimeler türkçeye Zonguldak olarak geçmiş ve şehir bu isimle anılmaya başlamış.

Şehir her yıl biraz daha gelişiyor. Zonguldak'ın girişine Demirpark Alışveriş Merkezi açılmış. Yanında Dedeman Hotel yükseliyor. Öğretmen Evi yenilenmiş ve alışveriş merkezinin hemen yakınındaki yeni yerinde hizmet vermeye başlamış. Yapılaşma burada var. Yeni çok katlı binalar yapılıyor. Zonguldak'lılar bu gelişimden ne kadar memnunlar bilemiyorum ama ben buraya korkarak yazdım. Umarım çocukluğumda çok az bir sürede olsa yaşamış olduğum bu güzelim şehir günün birinde İstanbul gibi gelişime kurban gidip bölük pörçük gülümseyerek hatırlayabildiğim anılarımın üzerine beton çekilmez.
 

YAZIN OKUNACAK KİTAPLAR II :)

Dün kendime yazın okunacak kitaplar listesi yapmıştım ve içlerinde klasiklere, drama yer olmadığını yazmıştım. Bugün sabahtan Kadıköy'e her zaman gittiğim kitapçıya gittim ama gitmeden önce; Dostoyevski'yi Yeraltından Notlar almaya, Çehov'u Vişne Bahçesi'ndeki yazlığına, Balzac'ı Vadideki Zambak'ın peşine, Jane Austen'ı Northenger Manastırı'na Aşk ve Gurur'u yaşamaya, J.Steinbeck'i Gazap Üzümleri'ni toplamaya bağa, Pasternak'ı yıllık check-up'ını yaptırmak üzere Dr.Jivago'nun hastanesine, Virginia Woolf'u deniz havası alması için Deniz Feneri'ne ve Flaubert'i de Madam Bovary'nin peşine gönderdip evden çıktım.

Sanki evde az kitap varmış ve okuyacak hiç kitabım kalmamış gibi her Kadıköy'e gidişte türbe ziyaret eder gibi gittiğim kitapçıya yine gittim. Amacım kitap almak değildi desemde inanmayın. Zaten ne zaman bir şey almayacağım sadece bakmak için gidiyorum desem mutlaka bir şey alır çıkarım oradan. Kimi giysiye, kimi ayakkabıya düşkündür alışverişte bende kitaba. Bu konuda her ne kadar istesemde, kendi kendime sözler versemde, telkinlerde bulunsamda ıhhh bu konuda iflah olmaz bir alışveriş manyağıyımdır. Yakında kitapçının önüne heykelimi dikerlerse şaşmayın. (Gerçi heykelimin dikilmesin, filan istemem, sonra yıktırıverirler mazallah. Bu kitap delisi ucube de kim diye).

Neyse sözü uzatmayım kapıdan içeri girer girmez çok satanlar standı vardı. Genelde bu çok satanlara bakmam, hatta sinir bile olurum. Kime neye göre çok satıyor. Haa içlerinde çok güzel olup satılmayı hak edenler ayrı, yayınevlerinin gazlamasıyla bir şeye yaramadığı halde çok satanlarda yerini alan kitaplarada sinir olurum doğrusu. Bu sefer çok satanlarda ilk gözüme çarpan "vay kitabı nasıl çevirirsin" diye çevirmenini sorguladıkları Ölüm Pornosu kitabı vardı. Çeviriydi, konuydu, yasaklanmaydı derken kitap bayağı sansasyon yapmış olacak ki çok satanlara oturmuş. Onun yanında kader arkadaşı Yumuşak Makine Kitabı vardı.
Onların yanında ise beni baştan çıkaran, uzun süre almayacağım diye direndiğim ama kısa bir flörtten sonra elime alıp sayfaları okumaya başlayınca içimden sakın gülme, tek başına elinde kitap gülen bir kadın hoş karşılanmaz diye nasihat ettiğim kitabı alıp geldim. XIV baskısını yapmış Küçük Aptalın Büyük Dünyası-Pucca Günlük. Bugüne kadar okumam benim kaybım ama tam da yaz listeme uygun bir kitap. Komik, eğlenceli...Sıcak yaz günlerinde iyi gidecek limonata gibi:)

Bugünlükte bu kadar. Yarın iki günlüğüne Karadeniz'in güzel bir şehrine kaçamak yapacağım. Malum yaz başladı...Leylek havada...
Dönüşte görüşmek üzere:)



BU YAZ OKUNACAK KİTAPLAR:)


 Kitapları yaz kitabı kış kitabı olarak ayırmak nereden aklıma geldi bilmiyorum ama yazın okunacaklar listesi yaptım kendime. Deniz kenarında güneşlenirken, öğleden sonra mis gibi Türk kahvemi yudumlarken veya gece el ayak çekildiğinde sessizlikte (yazın zor ama) buz gibi bir bardak bira eşliğinde, kulağımda dalga sesleri keyifle okunacak eğlenceli kitaplar bunlar. Öncelikle klasikleri ve dramları bir kenara bıraktım. Kolay okunabilecek öyküler, gülümsetecek romanlar seçtim. Eski veya yeni çıkan hiç farketmez yeter ki yazın rengine uysun:)
Neler mi? Veeeeee işte liste:


1- Gölge Hırsızı -  Marc Levy
2- Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler - Maeve Binchy
3- Kıyıdakiler - Joanne Harris
4- Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum - Susanna Tamaro
5- Yaza yolculuk - Tomris Uyar
6- Rüzgar Geri Getirirse - Mehmet Zaman Saçlıoğlu

 
Gölge Hırsızı, Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler, Kıyıdakiler roman, Yaza Yolculuk ve Rüzgar Geri Getirirse ise öykü. Susanna Tamaro'nun Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum adlı kitabı ise ki bana göre yazarın çok satan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git romanından bile daha güzel olan, benim kült kitaplarımdan biri. Yazarın hayalinde yarattığı afrikalı arkadaşı Mathilda'ya yazdığı mektuplardan oluşan güncesi.

"Arkadaşlık yaşanacak en güzel duygulardan biridir. Çünkü insana zenginlik, heyecan ve suç ortaklığı tattırır ve ayrıca bütünüyle bedavadır. Bir anda birbirini görürsün, birbirini seçersin, bu arada bir tür içtenlik oluşur; sonra yan yana yürünebilir, aşılan yollar ayrı bile olsa, arkadaşlar birbirlerinden uzak bile düşseler, birlikte gelişebilirler, aynen aramızda binlerce kilometre olan biz, ikimiz gibi." diye yazarken yaşadığı Umbria bölgesinin dört mevsiminide tüm renkleriye göz önüne seriyor.

Bu kitabı okudum ama bir kez daha zevkle okuyabilirim denizden gelen esintinin ve ağustos böceklerinin ışıltısı altında.

Bu arada ufak bir hatırlatma yazın pırıl pırıl parlayan yıldızlı gecelerde kayan yıldızlardan dilek dilemeyi unutmayın. Kimbilir bakarsanız dileğiniz gerçekleşir:)

Hepinize iyi okumalar ve mutlu bir yaz diliyorum:)  


BRIDA VE YEREBATAN SARNICI

Kitap Kulübümüzde bu ay Paulo Coelho'un Brida'sını okuduk ve sezonu kapadık. Sezonu kapadık derken yaz için yeni kitaplar seçtik tabii ki. Deniz, güneş, kum tamam ama okumadan koca yaz geçmez doğrusu:)

Kitap Brida'nın "Büyüyü öğrenmek istiyorum" cümlesiyle başlıyor ve bu isteğine ulaşma çabasını anlatıyor. Hedefine doğru ilerlediği yolda yanında ona yardımcı olmaya çalışan Büyücü, Wicca, erkek arkadaşı Lorens ve kitabın sonlarına doğru anlattığı hikayesiyle annesi yer alıyor. Ay töresi, güneş töresi, tarot, ruh ikizi, reenkarnasyon, yaratılış...Bütün bunları okurken kendi ruh ikizimi düşünmeden edemedim. Acaba benimde bir ruh ikizim varmıydı? Varsa nerede? Belki de kitapta yazdığı gibi ben farkına bile varmadan yanımdan geçip gitmişti. Eğer okumadıysanız Druid'lerden esintiler taşıyan Brida'yı okumanızı tavsiye ederim. Yazın iyi gider bence.

Bu kitabı nedense Yerebatan Sarnıcı ile özleştirdim okurken. Nedenini bende bilmiyorum. Konuyla ve romanın geçtiği mekanlarla hiç mi hiç ilgisi yok ama birbirlerini tamamlıyorlarmış gibi geldi bana. Belki de romanın cümlelerinden birinde yazdığı gibi "belki gizli ve gizemli, belki de romantik bir geçmişi çağrıştırdığı için...". Eh durum böyle iken bu yılın son buluşma mekanı Sultanahmet oldu.

Sabah on buçukta Yerebatan Sarnıcı'nın önünde bilet kuyruğundaydık. Biletimizi alıp turist gruplarının arasından, ıslak merdivenleri yavaş yavaş inerek görkemli yeraltı sarayının gizemli dünyasına indik. I.Justinianus tarafından şehrin su ihtiyacını karşılaması için  yaptırılan daha sonra unutulup, bir rivayete göre 1544 - 1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul'a gelen Hollandalı gezgin P.Gyllius tarafından tekrar keşfedilen  ve 1985-87 yılları arasında yapılan büyük bir temizlik, onarım sonrasında ziyarete açılan sarnıcın ışıklandırılmış Korint ve Dor usülü sütunların arasından yürüyerek kaybolduk. Sarnıcın en ilgi çeken kısmı Medusa başlarının önünde biriken turistler birbiri ardına fotoğraf çekiyorlardı. Roma Dönemi heykel sanatının en güzel örneklerinden olan Medusa başlarının nereden geldiğine dair bir bilgi olmamakla birlikte genel görüş sarnıcın inşaası sırasında alt sütun kaidesi olarak kullanılmak üzere getirildikleri düşünülmekte ve haklarında çeşitli efsaneler bulunmaktadır. Bu efsanelerden bana en mantıklı geleni yapıldığı dönemde büyük yapıları ve özel yerleri korumak üzere Gordona resim ve heykelleri kullanıldığı için buraya da Yunan Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı üç Gordona'dan biri kabul edilen Medusa'nın heykellerinin konmasıdır. Kulağımızda klasik müzik, ayağımızın altında oynaşan balıklar, tepemize damlayan minik su damlacıkları... Bu muhteşem yapıya veda etmeden önce yerli turistler olarak Medusa'nın resmini çekip, son bir kez sütunların arasında uzayıp giden karanlığa göz gezdirdikten sonra gün ışığına çıktık.

Yavaş yavaş yürüyerek Arkeoloji Müzesinin ağaçların altındaki kafesine geldik. Ve işte keyif anı. Türk kahvelerimiz alıp, kitaplarımızı ferforje masanın üzerine çıkarttık. Ağaçların verdiği serinlik ve kuş sesleri arasında Brida'nın gizemli dünyasını konuştuk.

Dönüşe geçmeden bir önceki durağımız tabikii Arkeoloji Müzesi idi. Buraya kadar gelmişken geçmişe ufak bir yolculuk yapmadan eve dönmek olmazdı. Neredeyse hiç konuşmadan günümüze kadar gelebilmiş muhteşem eserlerin arasından süzülerek bir kitap kulübü günümüzüde tamamladık. Bir dahaki sefere kadar veda ederken son sözümüz bu gece ay tutulmasını unutmayın oldu. Eh Brida ve ay töresinden sonra söylenecek başka bir söz kalmamıştı:)

Bu kedi mi burada ne arıyor? Brida'nın kedisi. Kendisini Galata'daki martıya rakip görüyormuş. Öyle söyledi:)

GEORGE PEREC İLE BİR PARİS SEMTİNDE:)

George Perec ile tanışmam İnci Aral'ın sayesinde olmuştu. "Yaşam Kullanma Klavuzu" adlı kitabını tavsiye etmişti okumam için. O güne kadar George Perec hakkında bildiğim tek şey "e" harfini kullanmadan bir kitap yazdığı ve bu kitabın aynı şekilde çevrildiği idi. Yazar ve eserleri hakkında bir bilgim yoktu. Neyse kitabı internetten ısmarladım. 631 sayfalık kalınca bir kitap geldi. Aslında internetten özellikle kitap alışverişini pek sevmem doğrusu. Kitabı kitapçıdan almayı ve eğer vaktim varsa bir cafede oturup kahvemi yudumlarken keyifle sayfalarını karıştırmayı ve okumayı seviyorum.

"Yaşam Kullanma Klavuzu" adı itibariyle ilk bakışta şu her zaman çok satanlar listesinden inmeyen ama hiçbir işe yaramayan kişisel gelişim kitabıymış gibi bir intiba uyandırıyor insanda ama ilgisi yok. Mekanlar ve insanlar en ince detayına kadar verilmiş o kadar ki okurken kitabın içine girmeyi başarırsanız kendinizi anlattığı mekanın ve insanların hayatlarının içinde buluyorsunuz. Ben okurken o mekanlarda gezintiye çıktım, insanların içine karıştım.

Kitap Jules Vernes'den bir önsözle başlıyor: Bak, bütün gözlerinle bak. Evet bütün gözlerinizle baktığınızda çok ama çok seveceğiniz şeyler görüyorsunuz içinde. Daha fazla bahsetmeyeceğim ama tadımlık ufak bir alıntı yapacağım:

"Dördüncü katta sağ taraftaki dairede boş bir salon.
Yerde, yıldız biçiminde motifleri olan sisalden örülmüş bir halı var.
Jouy tuvali taklidi bir duvar kağıdında limana girmeye hazırlanan büyük yelkenli gemiler, uzun ve kısa toplarıyla dört direkli Portekiz yelkenlileri görülüyor; rüzgar flok ve randa yelkenini şişirmiş, halatlara tırmanmış denizciler öteki yelkenleri istinga ediyorlar.
Duvarlarda dört tablo var.
ilki bir natürmort, modern bir üslüpta yapılmış olmasına karşın, Rönesanstan 18.yy sonuna kadar tüm avrupa'da çok yaygın olan beş duyu teması çevresinde düzenlenmiş kompozisyonları andırıyor, bir masada, içinde Havana purosu tüten bir küllük, başlığı ve altbaşlığı okunabilen-Bitmemiş Senfoni, roman- ama yazarın adı görülmeyen bir kitap, bir rom şişesi, bir bilboke ve bir kupa içinde ceviz, badem, kayısı, erik kurusu vb" diye devam ediyor:)

Bir Paris Semtinin Tüketilme denemesinde ise Perec ile Paris'in Saint-Sulpice meydanındaki cafelerde oturup etrafı seyrettim. Saat saat caddedeki olaylara tanık oldum. Yoldan geçen otobüslere, özel arabalara, taksilere, kamyonlara, kamyonetlere, zarif kadınlara, hoş yaşlılara, yaramaz çocuklara, pipo içen, şemsiye taşıyan insanlara. Bir şehirde yaşanabilecek herşeye. Tabikii yine Perec'in farklı yazım tarzıyla ince, ince, detay, detay.

"Tarih : 18 ekim 1974
Saat  : 15:20
Yer   : Fontaine Saint-Sulpice Kafesi

Bir süre sonra Tabac Saint-Sulpice Kafesine gittim. Üst kata çıktım, hüzünlü bir salon, soğukça da, yalnızca beş briç oyuncusu var, içlerinden dördü pis yedili oynuyorlar şu an. Sabahki masamda oturmak için aşağı indim. İki sosisi bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde yedim"...diye devam ediyor:) Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi'de.

Bugün tembellik yapmayıp size çok severek okuduğum George Perec'in iki kitabını tanıtmaya çalıştım. Değişik bir kitap (lar) okumak isterseniz ve eğer Perec okumadıysanız tavsiye ederim. Pişman olmayacaksınız:)



SERENAD - ZÜLFÜ LİVANELİ

((

(Serenad'ın tanıtım videosu- Doğan Kitap- YouTube'dan alınmıştır)


 Zülfü Livaneli'den Serenad...1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış 87 yaşındaki Alman asıllı profesör Maximilian Wagner ile yine aynı üniversitede halka ilişkiler görevlisi Maya Duran'ın hikayesini anlatıyor Serenad.

Bir yanda 87 yaşındaki bir adamı soğuk bir kış günü Şile'ye sürükleyen 60 yıllık bir aşk hikayesi, diğer yanda ailesinin sırlarını öğrenen genç bir kadının hikayesi. Okurken elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, bir solukta okuyacağınız sürükleyici bir roman. Zülfü Livaneli'nin akıcı anlatımı ile Yahudi Soykırımının yanında çok az kişi tarafından bilinen Mavi Alay'ın acı hikayesi. Ülke politikaları sayesinde oradan oraya savrulmuş, yok olmuş hayatlar. Okunması gereken çok güzel bir kitap...

Serenad         Zülfü Livaneli       Doğan Kitap

GALATA'DA BİR GÜN...


İlk "Kitap Kulübü" yazımdan sonra blogların kapatılmasından bende herkes gibi nasibimi aldım:( Tembel bir blog yazarı olmama rağmen o zamandan bu zamana yazacak o kadar çok şey birikti ki...Bende açılışı Kitap Kulübü 2 ile yapmayı tercih ettim. İşte Galata'da bir gün ve Max ile Serenad...

Kadıköy'den bindiğim motor hareket ettiğinde  "makineler tam yol ileri" cümlesi anılarımın derinliklerinden çıktı geldi aklıma. Bu sözü defalarca duymuştum babamla çıktığımız seferlerde. Önce Haydarpaşa'yı gördüm tüm ihtişamı ve yanmış çatısıyla, sonra limanda yük alıp, boşaltan gemileri. Yarın kimbilir hangi denizlere çevirecekler rotalarını?. Sonra Marmara Üniversitesi eski adıyla "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeri-i Şahene":)

Biraz daha ilerleyince Selimiye Kışlası geçti yanımdan ben ne olaylara şahidim diye fısıldıyarak yanımdan. Tam karşımda Galata Kulesi. "Bekle, biraz sonra yanındayız. Bugün kitap kulübümüzün toplantısı var. Mekan olarak senin orayı seçtik."dedim kendi kendime kimse duymadan.

Karşılıklı iki deniz fenerinin ortasından geçtik sonra. Biri İstanbul'un en eski deniz feneri "Kız Kulesi" diğeri Yalnızlığın Işıkları Deniz Fenerleri kitabında "O yalnızca denizi geçen gemilerin değil, bütün İstanbulluların feneri " olarak anlatılan Ahırkapı Feneri.

Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, iki yakayı birbirine bağlayan üstü günün her saati karınca gibi araçlarla dolu köprülerin tablosunu, Marmara Denizinde dolaşan motorlar, boğazı geçen gemiler, şehirhatları vapurları ve balığa çıkmış sandallar tamamlıyordu. Bir yanda eski bir İstanbul tablosu, diğer yanda gözümü tırmalayan 8000 yıllık bu şehre hiç yakışmayan ve sanki dünyanın en önemli tarihi kentlerinden biri olan İstanbul'dan hınç alırmış gibi yapılmaya devam edilen gökdelenler, çirkin yapılaşma. "Günün birinde bu şehre bir çivi
çaktırmayacak yönetici gelecek mi acaba?" diye düşünmeden edemedim doğrusu bir arkeolog olarak.

Sonunda Karaköy'e yanaştık. Oradan şehrin en eski metrosuyla Tünel'e çıktım. Tünel'in çıkışında tam karşıdaki Kırmızı Kedi Kitapevinin vitrinine bir göz gezdirdim. Ufak ve şirin bir kitapçı. Büyük mağazalardan nefret eden biri olarak tam benim kalemim. Yolunuz düştüğünde uğramanızı tavsiye ederim.

Saat 10:30'u gösterdiğinde tam kadro geçmişe, Bizans'a doğru gezintiye çıktık. Tünel'den yokuş aşağı yürümeye başladığımızda etrafımızı yapılışları 18.yy'a kadar dayanan binalar çevirdi. Kimileri sahipleri gibi bu dünyadan göçüp gitmek üzere, tutunacak hiç bir dalları kalmamış, metruk...Kimileri ise geçirdikleri restorasyonlarla, içlerindeki eski Galata günlerinin özlemiyle hayata dönmüş. İki kişinin yanyana zor geçtiği dar kaldırımlardan ilerleyerek Büyük Hendek Caddesinde bulunan Neve Şalom Sinagog'unun önünden geçerek Cenevizlilerin Istanbul'a hediyesi Galata Kulesine geldik. Kuleye çıkmak isteyen  T.C vatandaşlarından 5.5,-TL turistlerden ise 11,-TL.bilet ücreti kesiliyor.Bazı müzelerde de uygulanan bu çifte standart hiçbir zaman hoşuma gitmedi doğrusu ama öyle uygun görülmüş yapacak bir şey yok. 5.5,-TL olan biletlerimizi alıp yaklaşık 3.5 m kalınlığındaki duvarların arasından asansörle yukarı çıktık. Manzara süper:) Tüm Marmara ayağımızın altında. Saint-Benoit Fransız Lisesi tam karşısında Surp Grigor Lusavoriç Ermeni Kilisesi, Barnathan Apartmanları, Serdar-ı Ekrem Caddesi ve en meşhur binası Doğan Apartmanı, diğer tarafta Altın Boynuz Haliç...Ve kulenin tepesine bu güzellikleri fotoğraflayan yerli yabancı bir sürü insan.
360 derecelik turumuzu tamamladıktan sonra Serenad'ı konuşmak üzere kulenin hemen yanındaki dar sokaktan kıvrılarak aşağıya inip Konak Cafe'nin terasındaki masalardan birine oturduk. 1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış Alman asıllı 87 yaşındaki profesör Maximilian Wagner ile yine aynı üniversitede halkla ilişkiler görevini  görevini yürüten 36 yaşındaki Maya Duran'ın hikayesini anlatan bu kitabı tartışmak için seçebileceğimiz en doğru en mekanda olduğumuza karar verdik. Acaba Max  bu sokaklarda da dolaşmışmıydı Istanbul'da geçirdiği acı dolu günlerinde?  
İçimizde kitabı okuyupta beğenmeyen daha doğrusu etkilenmeyen kimse yoktu. Hepimizin canını acıtmıştı Max'in hikayesi. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış Serenad. Bu yıl okuduğumuz en güzel roman diyebilirim. Ve okumanızı tavsiye ederim.Şimdi sırada Kırmızı Kedi'den aldığımız Paulo Coelho'nun Brida'sı var. Kitabın çıktığı çok oldu ama biz arada yazamadığım başka kitaplar okuduğumuz için ancak sıra geldi.

Şimdilik Kitap Kulübünden bu kadar...Bir sonraki kitaba ve mekana kadar hoşça kalın, sevgiyle kalın...











Bu martının burada ne işi var diye düşünenleriniz için son bir not. Kitap Kulübümüzün son üyesi olur kendileri:)


KAKTÜS CAFE VE KİTAP KULÜBÜ

Tanrım ne kadar tembelim. Daha Londra yazısının müzeler kısmını bitirmedim hatta başlamadım bile. Bazen benden iyi blog yazarı olmayacağını düşünüyorum ama hala kendimle ilgili ümidimi kaybetmedim doğrusu. Biraz disiplin gerekli o kadar. Neyse amacım tembelliğimden bahsetmek değildi ama günah çıkararak başladım nedense. Kendi kendime ufak bir serzeniş.
View Image
Bugün kitap kulübümüzün ilk toplantısını yaptık. Beyoğlu Kaktüs'de. Kitap kulübü derken öyle çok fazla kişi var zannetmeyin. Üç kişiden oluşuyor. İlk toplantımız bundan yaklaşık bir buçuk ay önce The House Cafe'de idi. Hangi kitabı okuyacağımızı belirledik. İlk okuduğumuz kitap Mine Söğüt'ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Herşey oldu. Kitap 'Falcı kadın elinde kahve fincanı, otelin lobisinde tahta bir tabureye kuş gibi tünemiş, belli belirsiz dudaklarını oynatıyor. Nagehan, gözlerini kahve fincanına diken kadının ellerine bakıyor. Kadının ellerinin üzerinde dövmeler var. Tuhaf dövmeler. Kayıp bir kavmin büyüleri gibi. Az önce anlattı. O dövmeleri küçükken eline anneannesi yorgan iğnesi ile yapmış. Loğusa sütü,idare lambasının isi ve koyunun öd sıvısı...Canı çok yanmış. aynı dövmeler anneannesinde de varmış. Ona da kendi anneannesi yapmışmış. Anneannesi şamanmış. Köyde hastaları, delileri ve kadınları yatıştırırmış' diye başlayarak Madam Arthur Bey, Kedileş, Maria, Keşşaf gibi ilginç kişiliklerle Kara Yalı'nın içinde ve çevresinde gelişiyor. İlk satırlara bakıldığında kitap git gide daha güzel bir hal alacak derken Kara Yalı gibi insanın içini karartan, bitse de kurtulsam denecek bir hal alıyor. ha o ilk satırlarda ki şaman falcı kadın mı? O daha sonraki sayfalarda bir daha ortaya çıkmıyor. Sadece okurun kitaba ilgisini çekmek için ilk sayfalarda yerini almış figüran olarak olduğu yerde kala kalıyor. Cumhuriyet ve Radikal'ın kitap eklerinde kitapla ilgili yazıları ve Mine Söğüt'le yapılan röportajları okuduktan sonra bunu okuyalım diye ben tavsiye ettim ve bu seçimim sayesinde neredeyse kitap kulübümüz başlamadan bitiyordu. Üçümüzün genel kanısı ilk kitap olarak iyi bir seçim olmadığı yönündeydi. Sonunda kitap hakkında konuşmayı bitirip bu ay okuyacağımız kitabı seçtik. Ayfer Tunç'un Yeşil Peri Gecesi. Ocak ayının beşinde buluşup bu kitabı tartışacağız. Kitabı okumaya başladım bile, İlk 32 sayfasını dolmuşta eve dönerken okudum. Detaylar daha sonra :)

Kaktüs'e gitmeden önce Fransız Konsolosluğunda Agence Press - Anadolu Ajansının açmış olduğu İstanbul Fotoğrafları sergisini gezdim. Çok güzel fotoğraflar. Eğer bugünlerde yolunuz Beyoğlu tarafına düşerse ve vaktiniz varsa mutlaka görün. Karlı İstanbul, yağmurlu İstanbul, güneşli İstanbul, gündoğarken, batarken, martılar, Boğaz Köprüsünün altından geçen gemiler, havada yüzlerce sığırcık kuşu, Aya İrini'de Semah gösterisi, şehirhatları vapuru, Kızkulesi ve daha niceleri. Çok büyük bir sergi değil ama insanı gülümseten bir sergi.

Go to fullsize image
Kaktüs'e gelince, bana göre Beyoğlu'nun, üç hanımın rahatça oturup, kimse rahatsız etmeden sohbet edip, bir şeyler yiyip içebileceği nadir  yerlerinden biri. Açıldığından beri ki benim üniversite yıllarıma denk gelir çizgisini hiç kaybetmemiş, hep aynı şekilde devam eden bir yer. Aaa kedilerini de unutmamak lazım tabii. Müşterilerle kaynaşmış vaziyetteler. Siz nefis kahvenizi veya bir kadeh içkinizi yudumlarken onlar yanı başınıza kıvrılıverir ya da arkanızdan nazlı nazlı geçiverirler. Uzun süredir gece gitmedim ama Kaktüs'ün geceleri de bir başka oluyor.

Şimdilik bu kadar. Kitap kulübüne ise devam:))