ZONGULDAK ZONGULDAK...

Gittim, döndüm.

İki günlüğüne bir Karadeniz şehrine gideceğimi yazmıştım. Çarşamba günü gittim, perşembe günü geri döndüm. Hani Orhan Veli'nin;

Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz'i
Balkaya'dan Kapuz'a kadar,
Karış karış biliriz bu şehri;
EKİ'nin çiçekli bahçeleri,
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.

.......

Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası...
diye bahsettiği Zonguldak'a gittim. Şehir trafiğine yakalanmamak için sabah erkenden çıktık yola ama İstanbul çoktan uyanmış ve bizden önce yola çıkmıştı bile. Düşüncelerim hafif aralık  pencereden gökyüzüne süzülürken, dikiz aynasında kalan şehrin tozu dumanı farklı yönlere  uçuşmaya başlamıştı. Tam sıkışmaya başlayan şehir trafiğinden kurtulduk artık otobanda rahat rahat gideriz derken kendimizi yarış pistinde bulduk. Ben trafik kurallarına uymaya ve ne olur ne olmaz hız limiti olan 120'yi aşmayım derken yanımdan çiyuv çiyuv diye geçen arabaların arkasından baka kaldım:). Belli plakalarım vardır nerede görürsen kaç, ne yanına yanaş ne de yaklaştır kuralını uyguladığım. Bu gezimde buna 06 larıda ekledim. Aa bu arada Ankara'ya Audi yağmış ya da Ankara'lılar Audi meraklısı herhalde. Yoldaki 06'ların yarısından çoğu Audi idi. Otobana arabalarını denemeye çıkmışlar izlenimi bıraktılar bende. Ben 120 ile giderken yanımdan son sürat geçen 06 plakalı beyaz Audi'nin sürücüsü tabakhaneye zamanında ve tek parça halinde ulaşabildi mi acaba çok merak ediyorum:) Sayelerinde Audi'den soğudum. Neyse bütün yol boyunca Zonguldak girişindeki tünele kadar trafik polisi ile karşılaşmadık. Denetim hak götüre.

Yol boyunca yeşilin her türlüsü size yarenlik ediyor. İnanılmaz bir bitki örtüsü var. Arabanın camından içeri envahi çeşit koku giriyor. Ciğerlerimin en derinlerine kadar çekiyorum, depolarcasına.

 Zonguldak'a gelmeden tünele giriliyor. Tünelin önünde bir trafik polisi arabası durmuştu, kenarda duran polis işaret edince durduk. Yanımıza gelen muhtemelen komiser kibar bir şekilde yavaş gitmemizi önümüzde bisikletli turist grubu olduğu söyledi. Açık söylüyorum bu hiç beklemediğim bir hareketti. Turistler hakkında bu kadar kibar bir şekilde uyarılmak. Biz alışmışız İstanbul'un kaosuna, hayt huytuna. İntibak etmek biraz zor oldu bu bakımdan.
Turist grubunun arkasından dörtlüleri yakarak yavaşça tünelden çıktık. Turist grubu derken öyle genç falan değillerdi. Yaşını başını almış insanlar bisikletle muhtemelen Karadeniz turuna çıkmışlardı. Bizde bu yaştakilerin hepsi ya torun peşinde koşturur, ya da ah vah ederek hastane koridorlarında check-up peşinde:)
Neyse solumuzda çırpıntılı Karadeniz Zonguldak'a girdik. Önce kalacağımız yere gidip odayı görüp ufak valizimi bırakıp, şehri gezintiye çıktık. Eh burası Zonguldak maden şehri, buraya geldiğinizde sizi doğal olarak ilk karşılayan  harabe haldeki eski kömür yıkama tesisi karşılıyor. Fransızlar tarafından 1957 yılında inşaa edilen lavvar tesisi uzun tartışmalardan sonra Anıtlar Kurulu tarafından kültür varlığı olarak koruma altına alınmış, bina dokunulmazlık zırhına bürünmüş ve çok da iyi olmuş. Bir şehir efsanesine göre de müze yapılması düşünülüyormuş. Umarım söylenti gerçekleşir ve burası maden müzesine dönüşür.

Burayı geçtikten sonra o ne çın çın çın önümüzdeki bariyerler iniyor ve herkes kenarda beklemeye başlıyor. Biraz sonra kara kara vagonlar önümüzden sallana sallana geçmeye başlıyor. İçinden tren geçen şehir:)
Bariyerler açılıp hayat normale döndükten sonra çarşı içine doğru ilerliyoruz. Çarşı girişinde Zonguldak'ın sembolü Madenci Anıtı, kafasında bareti, elinde kazmasıyla bu şehrin bir maden şehri olduğunu anlatmaya yetiyor.

Çarşının içinde çok güzel bir parkı var. İçinden geçerek kordonboyuna iniliyor. Denize karşı tavşan kanı bir çay iyi gidiyor doğrusu. Ufak kafeleri, balıkçı lokantalarıyla cıvıl cıvıl bir yer.
Biraz moladan sonra benim en çok sevdiğim ve her gittiğimde uğramadan dönmediğim Fener Mahallesine gidiyoruz. Zonguldak Fenerinin tam altında denizin ve yeşilin buluştuğu yer.
Fransız tarafından medenciler için inşaa edilmiş lojmanlar var. Hepsi restore edilmiş, fenerle bütünleşmiş. Zonguldak deniz feneri 1908'de inşaa edilmiş. Diğer fenerlerle aynı kaderi paylaşarak 1985 yılından itibaren elektrikle çalışmaya başlamış. Denizden yüksekliği 53m olan fenerin ışığı 20 deniz milini aydınlatarak Karadeniz'den geçiş yapan gemilere klavuzluk ediyor.           

Fenerin tam karşısı Kapuz. Zonguldak'ın en eski plajlarından. Az girmedim denize burada:)

İnişli, çıkışlı bir şehir burası. Sürekli bayır ya da merdiven inip, çıkıyorsunuz. Çıktığınız yerde ya çok güzel bir Karadeniz manzarası ya da yemyeşil ormanla karşılaşıyorsunuz. İster limanına girip çıkan gemileri seyredin, ister ağaçlardan gelen binbir çeşit kuş seslerini dinleyin Uzun Mehmet'in şehrinde.

Zonguldak ismi fransızlardan miras kalmış. Bölgenin ilk ismi bir rivayete göre Güldağ imiş. Madeni işleten fransızlar "Zone Guldag" (Güldağ bölgesi) olarak telaffuz ederlerken bu kelimeler türkçeye Zonguldak olarak geçmiş ve şehir bu isimle anılmaya başlamış.

Şehir her yıl biraz daha gelişiyor. Zonguldak'ın girişine Demirpark Alışveriş Merkezi açılmış. Yanında Dedeman Hotel yükseliyor. Öğretmen Evi yenilenmiş ve alışveriş merkezinin hemen yakınındaki yeni yerinde hizmet vermeye başlamış. Yapılaşma burada var. Yeni çok katlı binalar yapılıyor. Zonguldak'lılar bu gelişimden ne kadar memnunlar bilemiyorum ama ben buraya korkarak yazdım. Umarım çocukluğumda çok az bir sürede olsa yaşamış olduğum bu güzelim şehir günün birinde İstanbul gibi gelişime kurban gidip bölük pörçük gülümseyerek hatırlayabildiğim anılarımın üzerine beton çekilmez.
 

YAZIN OKUNACAK KİTAPLAR II :)

Dün kendime yazın okunacak kitaplar listesi yapmıştım ve içlerinde klasiklere, drama yer olmadığını yazmıştım. Bugün sabahtan Kadıköy'e her zaman gittiğim kitapçıya gittim ama gitmeden önce; Dostoyevski'yi Yeraltından Notlar almaya, Çehov'u Vişne Bahçesi'ndeki yazlığına, Balzac'ı Vadideki Zambak'ın peşine, Jane Austen'ı Northenger Manastırı'na Aşk ve Gurur'u yaşamaya, J.Steinbeck'i Gazap Üzümleri'ni toplamaya bağa, Pasternak'ı yıllık check-up'ını yaptırmak üzere Dr.Jivago'nun hastanesine, Virginia Woolf'u deniz havası alması için Deniz Feneri'ne ve Flaubert'i de Madam Bovary'nin peşine gönderdip evden çıktım.

Sanki evde az kitap varmış ve okuyacak hiç kitabım kalmamış gibi her Kadıköy'e gidişte türbe ziyaret eder gibi gittiğim kitapçıya yine gittim. Amacım kitap almak değildi desemde inanmayın. Zaten ne zaman bir şey almayacağım sadece bakmak için gidiyorum desem mutlaka bir şey alır çıkarım oradan. Kimi giysiye, kimi ayakkabıya düşkündür alışverişte bende kitaba. Bu konuda her ne kadar istesemde, kendi kendime sözler versemde, telkinlerde bulunsamda ıhhh bu konuda iflah olmaz bir alışveriş manyağıyımdır. Yakında kitapçının önüne heykelimi dikerlerse şaşmayın. (Gerçi heykelimin dikilmesin, filan istemem, sonra yıktırıverirler mazallah. Bu kitap delisi ucube de kim diye).

Neyse sözü uzatmayım kapıdan içeri girer girmez çok satanlar standı vardı. Genelde bu çok satanlara bakmam, hatta sinir bile olurum. Kime neye göre çok satıyor. Haa içlerinde çok güzel olup satılmayı hak edenler ayrı, yayınevlerinin gazlamasıyla bir şeye yaramadığı halde çok satanlarda yerini alan kitaplarada sinir olurum doğrusu. Bu sefer çok satanlarda ilk gözüme çarpan "vay kitabı nasıl çevirirsin" diye çevirmenini sorguladıkları Ölüm Pornosu kitabı vardı. Çeviriydi, konuydu, yasaklanmaydı derken kitap bayağı sansasyon yapmış olacak ki çok satanlara oturmuş. Onun yanında kader arkadaşı Yumuşak Makine Kitabı vardı.
Onların yanında ise beni baştan çıkaran, uzun süre almayacağım diye direndiğim ama kısa bir flörtten sonra elime alıp sayfaları okumaya başlayınca içimden sakın gülme, tek başına elinde kitap gülen bir kadın hoş karşılanmaz diye nasihat ettiğim kitabı alıp geldim. XIV baskısını yapmış Küçük Aptalın Büyük Dünyası-Pucca Günlük. Bugüne kadar okumam benim kaybım ama tam da yaz listeme uygun bir kitap. Komik, eğlenceli...Sıcak yaz günlerinde iyi gidecek limonata gibi:)

Bugünlükte bu kadar. Yarın iki günlüğüne Karadeniz'in güzel bir şehrine kaçamak yapacağım. Malum yaz başladı...Leylek havada...
Dönüşte görüşmek üzere:)



BU YAZ OKUNACAK KİTAPLAR:)


 Kitapları yaz kitabı kış kitabı olarak ayırmak nereden aklıma geldi bilmiyorum ama yazın okunacaklar listesi yaptım kendime. Deniz kenarında güneşlenirken, öğleden sonra mis gibi Türk kahvemi yudumlarken veya gece el ayak çekildiğinde sessizlikte (yazın zor ama) buz gibi bir bardak bira eşliğinde, kulağımda dalga sesleri keyifle okunacak eğlenceli kitaplar bunlar. Öncelikle klasikleri ve dramları bir kenara bıraktım. Kolay okunabilecek öyküler, gülümsetecek romanlar seçtim. Eski veya yeni çıkan hiç farketmez yeter ki yazın rengine uysun:)
Neler mi? Veeeeee işte liste:


1- Gölge Hırsızı -  Marc Levy
2- Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler - Maeve Binchy
3- Kıyıdakiler - Joanne Harris
4- Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum - Susanna Tamaro
5- Yaza yolculuk - Tomris Uyar
6- Rüzgar Geri Getirirse - Mehmet Zaman Saçlıoğlu

 
Gölge Hırsızı, Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler, Kıyıdakiler roman, Yaza Yolculuk ve Rüzgar Geri Getirirse ise öykü. Susanna Tamaro'nun Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum adlı kitabı ise ki bana göre yazarın çok satan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git romanından bile daha güzel olan, benim kült kitaplarımdan biri. Yazarın hayalinde yarattığı afrikalı arkadaşı Mathilda'ya yazdığı mektuplardan oluşan güncesi.

"Arkadaşlık yaşanacak en güzel duygulardan biridir. Çünkü insana zenginlik, heyecan ve suç ortaklığı tattırır ve ayrıca bütünüyle bedavadır. Bir anda birbirini görürsün, birbirini seçersin, bu arada bir tür içtenlik oluşur; sonra yan yana yürünebilir, aşılan yollar ayrı bile olsa, arkadaşlar birbirlerinden uzak bile düşseler, birlikte gelişebilirler, aynen aramızda binlerce kilometre olan biz, ikimiz gibi." diye yazarken yaşadığı Umbria bölgesinin dört mevsiminide tüm renkleriye göz önüne seriyor.

Bu kitabı okudum ama bir kez daha zevkle okuyabilirim denizden gelen esintinin ve ağustos böceklerinin ışıltısı altında.

Bu arada ufak bir hatırlatma yazın pırıl pırıl parlayan yıldızlı gecelerde kayan yıldızlardan dilek dilemeyi unutmayın. Kimbilir bakarsanız dileğiniz gerçekleşir:)

Hepinize iyi okumalar ve mutlu bir yaz diliyorum:)  


BRIDA VE YEREBATAN SARNICI

Kitap Kulübümüzde bu ay Paulo Coelho'un Brida'sını okuduk ve sezonu kapadık. Sezonu kapadık derken yaz için yeni kitaplar seçtik tabii ki. Deniz, güneş, kum tamam ama okumadan koca yaz geçmez doğrusu:)

Kitap Brida'nın "Büyüyü öğrenmek istiyorum" cümlesiyle başlıyor ve bu isteğine ulaşma çabasını anlatıyor. Hedefine doğru ilerlediği yolda yanında ona yardımcı olmaya çalışan Büyücü, Wicca, erkek arkadaşı Lorens ve kitabın sonlarına doğru anlattığı hikayesiyle annesi yer alıyor. Ay töresi, güneş töresi, tarot, ruh ikizi, reenkarnasyon, yaratılış...Bütün bunları okurken kendi ruh ikizimi düşünmeden edemedim. Acaba benimde bir ruh ikizim varmıydı? Varsa nerede? Belki de kitapta yazdığı gibi ben farkına bile varmadan yanımdan geçip gitmişti. Eğer okumadıysanız Druid'lerden esintiler taşıyan Brida'yı okumanızı tavsiye ederim. Yazın iyi gider bence.

Bu kitabı nedense Yerebatan Sarnıcı ile özleştirdim okurken. Nedenini bende bilmiyorum. Konuyla ve romanın geçtiği mekanlarla hiç mi hiç ilgisi yok ama birbirlerini tamamlıyorlarmış gibi geldi bana. Belki de romanın cümlelerinden birinde yazdığı gibi "belki gizli ve gizemli, belki de romantik bir geçmişi çağrıştırdığı için...". Eh durum böyle iken bu yılın son buluşma mekanı Sultanahmet oldu.

Sabah on buçukta Yerebatan Sarnıcı'nın önünde bilet kuyruğundaydık. Biletimizi alıp turist gruplarının arasından, ıslak merdivenleri yavaş yavaş inerek görkemli yeraltı sarayının gizemli dünyasına indik. I.Justinianus tarafından şehrin su ihtiyacını karşılaması için  yaptırılan daha sonra unutulup, bir rivayete göre 1544 - 1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul'a gelen Hollandalı gezgin P.Gyllius tarafından tekrar keşfedilen  ve 1985-87 yılları arasında yapılan büyük bir temizlik, onarım sonrasında ziyarete açılan sarnıcın ışıklandırılmış Korint ve Dor usülü sütunların arasından yürüyerek kaybolduk. Sarnıcın en ilgi çeken kısmı Medusa başlarının önünde biriken turistler birbiri ardına fotoğraf çekiyorlardı. Roma Dönemi heykel sanatının en güzel örneklerinden olan Medusa başlarının nereden geldiğine dair bir bilgi olmamakla birlikte genel görüş sarnıcın inşaası sırasında alt sütun kaidesi olarak kullanılmak üzere getirildikleri düşünülmekte ve haklarında çeşitli efsaneler bulunmaktadır. Bu efsanelerden bana en mantıklı geleni yapıldığı dönemde büyük yapıları ve özel yerleri korumak üzere Gordona resim ve heykelleri kullanıldığı için buraya da Yunan Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı üç Gordona'dan biri kabul edilen Medusa'nın heykellerinin konmasıdır. Kulağımızda klasik müzik, ayağımızın altında oynaşan balıklar, tepemize damlayan minik su damlacıkları... Bu muhteşem yapıya veda etmeden önce yerli turistler olarak Medusa'nın resmini çekip, son bir kez sütunların arasında uzayıp giden karanlığa göz gezdirdikten sonra gün ışığına çıktık.

Yavaş yavaş yürüyerek Arkeoloji Müzesinin ağaçların altındaki kafesine geldik. Ve işte keyif anı. Türk kahvelerimiz alıp, kitaplarımızı ferforje masanın üzerine çıkarttık. Ağaçların verdiği serinlik ve kuş sesleri arasında Brida'nın gizemli dünyasını konuştuk.

Dönüşe geçmeden bir önceki durağımız tabikii Arkeoloji Müzesi idi. Buraya kadar gelmişken geçmişe ufak bir yolculuk yapmadan eve dönmek olmazdı. Neredeyse hiç konuşmadan günümüze kadar gelebilmiş muhteşem eserlerin arasından süzülerek bir kitap kulübü günümüzüde tamamladık. Bir dahaki sefere kadar veda ederken son sözümüz bu gece ay tutulmasını unutmayın oldu. Eh Brida ve ay töresinden sonra söylenecek başka bir söz kalmamıştı:)

Bu kedi mi burada ne arıyor? Brida'nın kedisi. Kendisini Galata'daki martıya rakip görüyormuş. Öyle söyledi:)

GEORGE PEREC İLE BİR PARİS SEMTİNDE:)

George Perec ile tanışmam İnci Aral'ın sayesinde olmuştu. "Yaşam Kullanma Klavuzu" adlı kitabını tavsiye etmişti okumam için. O güne kadar George Perec hakkında bildiğim tek şey "e" harfini kullanmadan bir kitap yazdığı ve bu kitabın aynı şekilde çevrildiği idi. Yazar ve eserleri hakkında bir bilgim yoktu. Neyse kitabı internetten ısmarladım. 631 sayfalık kalınca bir kitap geldi. Aslında internetten özellikle kitap alışverişini pek sevmem doğrusu. Kitabı kitapçıdan almayı ve eğer vaktim varsa bir cafede oturup kahvemi yudumlarken keyifle sayfalarını karıştırmayı ve okumayı seviyorum.

"Yaşam Kullanma Klavuzu" adı itibariyle ilk bakışta şu her zaman çok satanlar listesinden inmeyen ama hiçbir işe yaramayan kişisel gelişim kitabıymış gibi bir intiba uyandırıyor insanda ama ilgisi yok. Mekanlar ve insanlar en ince detayına kadar verilmiş o kadar ki okurken kitabın içine girmeyi başarırsanız kendinizi anlattığı mekanın ve insanların hayatlarının içinde buluyorsunuz. Ben okurken o mekanlarda gezintiye çıktım, insanların içine karıştım.

Kitap Jules Vernes'den bir önsözle başlıyor: Bak, bütün gözlerinle bak. Evet bütün gözlerinizle baktığınızda çok ama çok seveceğiniz şeyler görüyorsunuz içinde. Daha fazla bahsetmeyeceğim ama tadımlık ufak bir alıntı yapacağım:

"Dördüncü katta sağ taraftaki dairede boş bir salon.
Yerde, yıldız biçiminde motifleri olan sisalden örülmüş bir halı var.
Jouy tuvali taklidi bir duvar kağıdında limana girmeye hazırlanan büyük yelkenli gemiler, uzun ve kısa toplarıyla dört direkli Portekiz yelkenlileri görülüyor; rüzgar flok ve randa yelkenini şişirmiş, halatlara tırmanmış denizciler öteki yelkenleri istinga ediyorlar.
Duvarlarda dört tablo var.
ilki bir natürmort, modern bir üslüpta yapılmış olmasına karşın, Rönesanstan 18.yy sonuna kadar tüm avrupa'da çok yaygın olan beş duyu teması çevresinde düzenlenmiş kompozisyonları andırıyor, bir masada, içinde Havana purosu tüten bir küllük, başlığı ve altbaşlığı okunabilen-Bitmemiş Senfoni, roman- ama yazarın adı görülmeyen bir kitap, bir rom şişesi, bir bilboke ve bir kupa içinde ceviz, badem, kayısı, erik kurusu vb" diye devam ediyor:)

Bir Paris Semtinin Tüketilme denemesinde ise Perec ile Paris'in Saint-Sulpice meydanındaki cafelerde oturup etrafı seyrettim. Saat saat caddedeki olaylara tanık oldum. Yoldan geçen otobüslere, özel arabalara, taksilere, kamyonlara, kamyonetlere, zarif kadınlara, hoş yaşlılara, yaramaz çocuklara, pipo içen, şemsiye taşıyan insanlara. Bir şehirde yaşanabilecek herşeye. Tabikii yine Perec'in farklı yazım tarzıyla ince, ince, detay, detay.

"Tarih : 18 ekim 1974
Saat  : 15:20
Yer   : Fontaine Saint-Sulpice Kafesi

Bir süre sonra Tabac Saint-Sulpice Kafesine gittim. Üst kata çıktım, hüzünlü bir salon, soğukça da, yalnızca beş briç oyuncusu var, içlerinden dördü pis yedili oynuyorlar şu an. Sabahki masamda oturmak için aşağı indim. İki sosisi bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde yedim"...diye devam ediyor:) Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi'de.

Bugün tembellik yapmayıp size çok severek okuduğum George Perec'in iki kitabını tanıtmaya çalıştım. Değişik bir kitap (lar) okumak isterseniz ve eğer Perec okumadıysanız tavsiye ederim. Pişman olmayacaksınız:)