YAZIN OKUNACAK KİTAPLAR II :)

Dün kendime yazın okunacak kitaplar listesi yapmıştım ve içlerinde klasiklere, drama yer olmadığını yazmıştım. Bugün sabahtan Kadıköy'e her zaman gittiğim kitapçıya gittim ama gitmeden önce; Dostoyevski'yi Yeraltından Notlar almaya, Çehov'u Vişne Bahçesi'ndeki yazlığına, Balzac'ı Vadideki Zambak'ın peşine, Jane Austen'ı Northenger Manastırı'na Aşk ve Gurur'u yaşamaya, J.Steinbeck'i Gazap Üzümleri'ni toplamaya bağa, Pasternak'ı yıllık check-up'ını yaptırmak üzere Dr.Jivago'nun hastanesine, Virginia Woolf'u deniz havası alması için Deniz Feneri'ne ve Flaubert'i de Madam Bovary'nin peşine gönderdip evden çıktım.

Sanki evde az kitap varmış ve okuyacak hiç kitabım kalmamış gibi her Kadıköy'e gidişte türbe ziyaret eder gibi gittiğim kitapçıya yine gittim. Amacım kitap almak değildi desemde inanmayın. Zaten ne zaman bir şey almayacağım sadece bakmak için gidiyorum desem mutlaka bir şey alır çıkarım oradan. Kimi giysiye, kimi ayakkabıya düşkündür alışverişte bende kitaba. Bu konuda her ne kadar istesemde, kendi kendime sözler versemde, telkinlerde bulunsamda ıhhh bu konuda iflah olmaz bir alışveriş manyağıyımdır. Yakında kitapçının önüne heykelimi dikerlerse şaşmayın. (Gerçi heykelimin dikilmesin, filan istemem, sonra yıktırıverirler mazallah. Bu kitap delisi ucube de kim diye).

Neyse sözü uzatmayım kapıdan içeri girer girmez çok satanlar standı vardı. Genelde bu çok satanlara bakmam, hatta sinir bile olurum. Kime neye göre çok satıyor. Haa içlerinde çok güzel olup satılmayı hak edenler ayrı, yayınevlerinin gazlamasıyla bir şeye yaramadığı halde çok satanlarda yerini alan kitaplarada sinir olurum doğrusu. Bu sefer çok satanlarda ilk gözüme çarpan "vay kitabı nasıl çevirirsin" diye çevirmenini sorguladıkları Ölüm Pornosu kitabı vardı. Çeviriydi, konuydu, yasaklanmaydı derken kitap bayağı sansasyon yapmış olacak ki çok satanlara oturmuş. Onun yanında kader arkadaşı Yumuşak Makine Kitabı vardı.
Onların yanında ise beni baştan çıkaran, uzun süre almayacağım diye direndiğim ama kısa bir flörtten sonra elime alıp sayfaları okumaya başlayınca içimden sakın gülme, tek başına elinde kitap gülen bir kadın hoş karşılanmaz diye nasihat ettiğim kitabı alıp geldim. XIV baskısını yapmış Küçük Aptalın Büyük Dünyası-Pucca Günlük. Bugüne kadar okumam benim kaybım ama tam da yaz listeme uygun bir kitap. Komik, eğlenceli...Sıcak yaz günlerinde iyi gidecek limonata gibi:)

Bugünlükte bu kadar. Yarın iki günlüğüne Karadeniz'in güzel bir şehrine kaçamak yapacağım. Malum yaz başladı...Leylek havada...
Dönüşte görüşmek üzere:)



BU YAZ OKUNACAK KİTAPLAR:)


 Kitapları yaz kitabı kış kitabı olarak ayırmak nereden aklıma geldi bilmiyorum ama yazın okunacaklar listesi yaptım kendime. Deniz kenarında güneşlenirken, öğleden sonra mis gibi Türk kahvemi yudumlarken veya gece el ayak çekildiğinde sessizlikte (yazın zor ama) buz gibi bir bardak bira eşliğinde, kulağımda dalga sesleri keyifle okunacak eğlenceli kitaplar bunlar. Öncelikle klasikleri ve dramları bir kenara bıraktım. Kolay okunabilecek öyküler, gülümsetecek romanlar seçtim. Eski veya yeni çıkan hiç farketmez yeter ki yazın rengine uysun:)
Neler mi? Veeeeee işte liste:


1- Gölge Hırsızı -  Marc Levy
2- Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler - Maeve Binchy
3- Kıyıdakiler - Joanne Harris
4- Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum - Susanna Tamaro
5- Yaza yolculuk - Tomris Uyar
6- Rüzgar Geri Getirirse - Mehmet Zaman Saçlıoğlu

 
Gölge Hırsızı, Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler, Kıyıdakiler roman, Yaza Yolculuk ve Rüzgar Geri Getirirse ise öykü. Susanna Tamaro'nun Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum adlı kitabı ise ki bana göre yazarın çok satan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git romanından bile daha güzel olan, benim kült kitaplarımdan biri. Yazarın hayalinde yarattığı afrikalı arkadaşı Mathilda'ya yazdığı mektuplardan oluşan güncesi.

"Arkadaşlık yaşanacak en güzel duygulardan biridir. Çünkü insana zenginlik, heyecan ve suç ortaklığı tattırır ve ayrıca bütünüyle bedavadır. Bir anda birbirini görürsün, birbirini seçersin, bu arada bir tür içtenlik oluşur; sonra yan yana yürünebilir, aşılan yollar ayrı bile olsa, arkadaşlar birbirlerinden uzak bile düşseler, birlikte gelişebilirler, aynen aramızda binlerce kilometre olan biz, ikimiz gibi." diye yazarken yaşadığı Umbria bölgesinin dört mevsiminide tüm renkleriye göz önüne seriyor.

Bu kitabı okudum ama bir kez daha zevkle okuyabilirim denizden gelen esintinin ve ağustos böceklerinin ışıltısı altında.

Bu arada ufak bir hatırlatma yazın pırıl pırıl parlayan yıldızlı gecelerde kayan yıldızlardan dilek dilemeyi unutmayın. Kimbilir bakarsanız dileğiniz gerçekleşir:)

Hepinize iyi okumalar ve mutlu bir yaz diliyorum:)  


BRIDA VE YEREBATAN SARNICI

Kitap Kulübümüzde bu ay Paulo Coelho'un Brida'sını okuduk ve sezonu kapadık. Sezonu kapadık derken yaz için yeni kitaplar seçtik tabii ki. Deniz, güneş, kum tamam ama okumadan koca yaz geçmez doğrusu:)

Kitap Brida'nın "Büyüyü öğrenmek istiyorum" cümlesiyle başlıyor ve bu isteğine ulaşma çabasını anlatıyor. Hedefine doğru ilerlediği yolda yanında ona yardımcı olmaya çalışan Büyücü, Wicca, erkek arkadaşı Lorens ve kitabın sonlarına doğru anlattığı hikayesiyle annesi yer alıyor. Ay töresi, güneş töresi, tarot, ruh ikizi, reenkarnasyon, yaratılış...Bütün bunları okurken kendi ruh ikizimi düşünmeden edemedim. Acaba benimde bir ruh ikizim varmıydı? Varsa nerede? Belki de kitapta yazdığı gibi ben farkına bile varmadan yanımdan geçip gitmişti. Eğer okumadıysanız Druid'lerden esintiler taşıyan Brida'yı okumanızı tavsiye ederim. Yazın iyi gider bence.

Bu kitabı nedense Yerebatan Sarnıcı ile özleştirdim okurken. Nedenini bende bilmiyorum. Konuyla ve romanın geçtiği mekanlarla hiç mi hiç ilgisi yok ama birbirlerini tamamlıyorlarmış gibi geldi bana. Belki de romanın cümlelerinden birinde yazdığı gibi "belki gizli ve gizemli, belki de romantik bir geçmişi çağrıştırdığı için...". Eh durum böyle iken bu yılın son buluşma mekanı Sultanahmet oldu.

Sabah on buçukta Yerebatan Sarnıcı'nın önünde bilet kuyruğundaydık. Biletimizi alıp turist gruplarının arasından, ıslak merdivenleri yavaş yavaş inerek görkemli yeraltı sarayının gizemli dünyasına indik. I.Justinianus tarafından şehrin su ihtiyacını karşılaması için  yaptırılan daha sonra unutulup, bir rivayete göre 1544 - 1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul'a gelen Hollandalı gezgin P.Gyllius tarafından tekrar keşfedilen  ve 1985-87 yılları arasında yapılan büyük bir temizlik, onarım sonrasında ziyarete açılan sarnıcın ışıklandırılmış Korint ve Dor usülü sütunların arasından yürüyerek kaybolduk. Sarnıcın en ilgi çeken kısmı Medusa başlarının önünde biriken turistler birbiri ardına fotoğraf çekiyorlardı. Roma Dönemi heykel sanatının en güzel örneklerinden olan Medusa başlarının nereden geldiğine dair bir bilgi olmamakla birlikte genel görüş sarnıcın inşaası sırasında alt sütun kaidesi olarak kullanılmak üzere getirildikleri düşünülmekte ve haklarında çeşitli efsaneler bulunmaktadır. Bu efsanelerden bana en mantıklı geleni yapıldığı dönemde büyük yapıları ve özel yerleri korumak üzere Gordona resim ve heykelleri kullanıldığı için buraya da Yunan Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı üç Gordona'dan biri kabul edilen Medusa'nın heykellerinin konmasıdır. Kulağımızda klasik müzik, ayağımızın altında oynaşan balıklar, tepemize damlayan minik su damlacıkları... Bu muhteşem yapıya veda etmeden önce yerli turistler olarak Medusa'nın resmini çekip, son bir kez sütunların arasında uzayıp giden karanlığa göz gezdirdikten sonra gün ışığına çıktık.

Yavaş yavaş yürüyerek Arkeoloji Müzesinin ağaçların altındaki kafesine geldik. Ve işte keyif anı. Türk kahvelerimiz alıp, kitaplarımızı ferforje masanın üzerine çıkarttık. Ağaçların verdiği serinlik ve kuş sesleri arasında Brida'nın gizemli dünyasını konuştuk.

Dönüşe geçmeden bir önceki durağımız tabikii Arkeoloji Müzesi idi. Buraya kadar gelmişken geçmişe ufak bir yolculuk yapmadan eve dönmek olmazdı. Neredeyse hiç konuşmadan günümüze kadar gelebilmiş muhteşem eserlerin arasından süzülerek bir kitap kulübü günümüzüde tamamladık. Bir dahaki sefere kadar veda ederken son sözümüz bu gece ay tutulmasını unutmayın oldu. Eh Brida ve ay töresinden sonra söylenecek başka bir söz kalmamıştı:)

Bu kedi mi burada ne arıyor? Brida'nın kedisi. Kendisini Galata'daki martıya rakip görüyormuş. Öyle söyledi:)

GEORGE PEREC İLE BİR PARİS SEMTİNDE:)

George Perec ile tanışmam İnci Aral'ın sayesinde olmuştu. "Yaşam Kullanma Klavuzu" adlı kitabını tavsiye etmişti okumam için. O güne kadar George Perec hakkında bildiğim tek şey "e" harfini kullanmadan bir kitap yazdığı ve bu kitabın aynı şekilde çevrildiği idi. Yazar ve eserleri hakkında bir bilgim yoktu. Neyse kitabı internetten ısmarladım. 631 sayfalık kalınca bir kitap geldi. Aslında internetten özellikle kitap alışverişini pek sevmem doğrusu. Kitabı kitapçıdan almayı ve eğer vaktim varsa bir cafede oturup kahvemi yudumlarken keyifle sayfalarını karıştırmayı ve okumayı seviyorum.

"Yaşam Kullanma Klavuzu" adı itibariyle ilk bakışta şu her zaman çok satanlar listesinden inmeyen ama hiçbir işe yaramayan kişisel gelişim kitabıymış gibi bir intiba uyandırıyor insanda ama ilgisi yok. Mekanlar ve insanlar en ince detayına kadar verilmiş o kadar ki okurken kitabın içine girmeyi başarırsanız kendinizi anlattığı mekanın ve insanların hayatlarının içinde buluyorsunuz. Ben okurken o mekanlarda gezintiye çıktım, insanların içine karıştım.

Kitap Jules Vernes'den bir önsözle başlıyor: Bak, bütün gözlerinle bak. Evet bütün gözlerinizle baktığınızda çok ama çok seveceğiniz şeyler görüyorsunuz içinde. Daha fazla bahsetmeyeceğim ama tadımlık ufak bir alıntı yapacağım:

"Dördüncü katta sağ taraftaki dairede boş bir salon.
Yerde, yıldız biçiminde motifleri olan sisalden örülmüş bir halı var.
Jouy tuvali taklidi bir duvar kağıdında limana girmeye hazırlanan büyük yelkenli gemiler, uzun ve kısa toplarıyla dört direkli Portekiz yelkenlileri görülüyor; rüzgar flok ve randa yelkenini şişirmiş, halatlara tırmanmış denizciler öteki yelkenleri istinga ediyorlar.
Duvarlarda dört tablo var.
ilki bir natürmort, modern bir üslüpta yapılmış olmasına karşın, Rönesanstan 18.yy sonuna kadar tüm avrupa'da çok yaygın olan beş duyu teması çevresinde düzenlenmiş kompozisyonları andırıyor, bir masada, içinde Havana purosu tüten bir küllük, başlığı ve altbaşlığı okunabilen-Bitmemiş Senfoni, roman- ama yazarın adı görülmeyen bir kitap, bir rom şişesi, bir bilboke ve bir kupa içinde ceviz, badem, kayısı, erik kurusu vb" diye devam ediyor:)

Bir Paris Semtinin Tüketilme denemesinde ise Perec ile Paris'in Saint-Sulpice meydanındaki cafelerde oturup etrafı seyrettim. Saat saat caddedeki olaylara tanık oldum. Yoldan geçen otobüslere, özel arabalara, taksilere, kamyonlara, kamyonetlere, zarif kadınlara, hoş yaşlılara, yaramaz çocuklara, pipo içen, şemsiye taşıyan insanlara. Bir şehirde yaşanabilecek herşeye. Tabikii yine Perec'in farklı yazım tarzıyla ince, ince, detay, detay.

"Tarih : 18 ekim 1974
Saat  : 15:20
Yer   : Fontaine Saint-Sulpice Kafesi

Bir süre sonra Tabac Saint-Sulpice Kafesine gittim. Üst kata çıktım, hüzünlü bir salon, soğukça da, yalnızca beş briç oyuncusu var, içlerinden dördü pis yedili oynuyorlar şu an. Sabahki masamda oturmak için aşağı indim. İki sosisi bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde yedim"...diye devam ediyor:) Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi'de.

Bugün tembellik yapmayıp size çok severek okuduğum George Perec'in iki kitabını tanıtmaya çalıştım. Değişik bir kitap (lar) okumak isterseniz ve eğer Perec okumadıysanız tavsiye ederim. Pişman olmayacaksınız:)



SERENAD - ZÜLFÜ LİVANELİ

((

(Serenad'ın tanıtım videosu- Doğan Kitap- YouTube'dan alınmıştır)


 Zülfü Livaneli'den Serenad...1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış 87 yaşındaki Alman asıllı profesör Maximilian Wagner ile yine aynı üniversitede halka ilişkiler görevlisi Maya Duran'ın hikayesini anlatıyor Serenad.

Bir yanda 87 yaşındaki bir adamı soğuk bir kış günü Şile'ye sürükleyen 60 yıllık bir aşk hikayesi, diğer yanda ailesinin sırlarını öğrenen genç bir kadının hikayesi. Okurken elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, bir solukta okuyacağınız sürükleyici bir roman. Zülfü Livaneli'nin akıcı anlatımı ile Yahudi Soykırımının yanında çok az kişi tarafından bilinen Mavi Alay'ın acı hikayesi. Ülke politikaları sayesinde oradan oraya savrulmuş, yok olmuş hayatlar. Okunması gereken çok güzel bir kitap...

Serenad         Zülfü Livaneli       Doğan Kitap

GALATA'DA BİR GÜN...


İlk "Kitap Kulübü" yazımdan sonra blogların kapatılmasından bende herkes gibi nasibimi aldım:( Tembel bir blog yazarı olmama rağmen o zamandan bu zamana yazacak o kadar çok şey birikti ki...Bende açılışı Kitap Kulübü 2 ile yapmayı tercih ettim. İşte Galata'da bir gün ve Max ile Serenad...

Kadıköy'den bindiğim motor hareket ettiğinde  "makineler tam yol ileri" cümlesi anılarımın derinliklerinden çıktı geldi aklıma. Bu sözü defalarca duymuştum babamla çıktığımız seferlerde. Önce Haydarpaşa'yı gördüm tüm ihtişamı ve yanmış çatısıyla, sonra limanda yük alıp, boşaltan gemileri. Yarın kimbilir hangi denizlere çevirecekler rotalarını?. Sonra Marmara Üniversitesi eski adıyla "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeri-i Şahene":)

Biraz daha ilerleyince Selimiye Kışlası geçti yanımdan ben ne olaylara şahidim diye fısıldıyarak yanımdan. Tam karşımda Galata Kulesi. "Bekle, biraz sonra yanındayız. Bugün kitap kulübümüzün toplantısı var. Mekan olarak senin orayı seçtik."dedim kendi kendime kimse duymadan.

Karşılıklı iki deniz fenerinin ortasından geçtik sonra. Biri İstanbul'un en eski deniz feneri "Kız Kulesi" diğeri Yalnızlığın Işıkları Deniz Fenerleri kitabında "O yalnızca denizi geçen gemilerin değil, bütün İstanbulluların feneri " olarak anlatılan Ahırkapı Feneri.

Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, iki yakayı birbirine bağlayan üstü günün her saati karınca gibi araçlarla dolu köprülerin tablosunu, Marmara Denizinde dolaşan motorlar, boğazı geçen gemiler, şehirhatları vapurları ve balığa çıkmış sandallar tamamlıyordu. Bir yanda eski bir İstanbul tablosu, diğer yanda gözümü tırmalayan 8000 yıllık bu şehre hiç yakışmayan ve sanki dünyanın en önemli tarihi kentlerinden biri olan İstanbul'dan hınç alırmış gibi yapılmaya devam edilen gökdelenler, çirkin yapılaşma. "Günün birinde bu şehre bir çivi
çaktırmayacak yönetici gelecek mi acaba?" diye düşünmeden edemedim doğrusu bir arkeolog olarak.

Sonunda Karaköy'e yanaştık. Oradan şehrin en eski metrosuyla Tünel'e çıktım. Tünel'in çıkışında tam karşıdaki Kırmızı Kedi Kitapevinin vitrinine bir göz gezdirdim. Ufak ve şirin bir kitapçı. Büyük mağazalardan nefret eden biri olarak tam benim kalemim. Yolunuz düştüğünde uğramanızı tavsiye ederim.

Saat 10:30'u gösterdiğinde tam kadro geçmişe, Bizans'a doğru gezintiye çıktık. Tünel'den yokuş aşağı yürümeye başladığımızda etrafımızı yapılışları 18.yy'a kadar dayanan binalar çevirdi. Kimileri sahipleri gibi bu dünyadan göçüp gitmek üzere, tutunacak hiç bir dalları kalmamış, metruk...Kimileri ise geçirdikleri restorasyonlarla, içlerindeki eski Galata günlerinin özlemiyle hayata dönmüş. İki kişinin yanyana zor geçtiği dar kaldırımlardan ilerleyerek Büyük Hendek Caddesinde bulunan Neve Şalom Sinagog'unun önünden geçerek Cenevizlilerin Istanbul'a hediyesi Galata Kulesine geldik. Kuleye çıkmak isteyen  T.C vatandaşlarından 5.5,-TL turistlerden ise 11,-TL.bilet ücreti kesiliyor.Bazı müzelerde de uygulanan bu çifte standart hiçbir zaman hoşuma gitmedi doğrusu ama öyle uygun görülmüş yapacak bir şey yok. 5.5,-TL olan biletlerimizi alıp yaklaşık 3.5 m kalınlığındaki duvarların arasından asansörle yukarı çıktık. Manzara süper:) Tüm Marmara ayağımızın altında. Saint-Benoit Fransız Lisesi tam karşısında Surp Grigor Lusavoriç Ermeni Kilisesi, Barnathan Apartmanları, Serdar-ı Ekrem Caddesi ve en meşhur binası Doğan Apartmanı, diğer tarafta Altın Boynuz Haliç...Ve kulenin tepesine bu güzellikleri fotoğraflayan yerli yabancı bir sürü insan.
360 derecelik turumuzu tamamladıktan sonra Serenad'ı konuşmak üzere kulenin hemen yanındaki dar sokaktan kıvrılarak aşağıya inip Konak Cafe'nin terasındaki masalardan birine oturduk. 1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış Alman asıllı 87 yaşındaki profesör Maximilian Wagner ile yine aynı üniversitede halkla ilişkiler görevini  görevini yürüten 36 yaşındaki Maya Duran'ın hikayesini anlatan bu kitabı tartışmak için seçebileceğimiz en doğru en mekanda olduğumuza karar verdik. Acaba Max  bu sokaklarda da dolaşmışmıydı Istanbul'da geçirdiği acı dolu günlerinde?  
İçimizde kitabı okuyupta beğenmeyen daha doğrusu etkilenmeyen kimse yoktu. Hepimizin canını acıtmıştı Max'in hikayesi. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış Serenad. Bu yıl okuduğumuz en güzel roman diyebilirim. Ve okumanızı tavsiye ederim.Şimdi sırada Kırmızı Kedi'den aldığımız Paulo Coelho'nun Brida'sı var. Kitabın çıktığı çok oldu ama biz arada yazamadığım başka kitaplar okuduğumuz için ancak sıra geldi.

Şimdilik Kitap Kulübünden bu kadar...Bir sonraki kitaba ve mekana kadar hoşça kalın, sevgiyle kalın...











Bu martının burada ne işi var diye düşünenleriniz için son bir not. Kitap Kulübümüzün son üyesi olur kendileri:)


KAKTÜS CAFE VE KİTAP KULÜBÜ

Tanrım ne kadar tembelim. Daha Londra yazısının müzeler kısmını bitirmedim hatta başlamadım bile. Bazen benden iyi blog yazarı olmayacağını düşünüyorum ama hala kendimle ilgili ümidimi kaybetmedim doğrusu. Biraz disiplin gerekli o kadar. Neyse amacım tembelliğimden bahsetmek değildi ama günah çıkararak başladım nedense. Kendi kendime ufak bir serzeniş.
View Image
Bugün kitap kulübümüzün ilk toplantısını yaptık. Beyoğlu Kaktüs'de. Kitap kulübü derken öyle çok fazla kişi var zannetmeyin. Üç kişiden oluşuyor. İlk toplantımız bundan yaklaşık bir buçuk ay önce The House Cafe'de idi. Hangi kitabı okuyacağımızı belirledik. İlk okuduğumuz kitap Mine Söğüt'ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Herşey oldu. Kitap 'Falcı kadın elinde kahve fincanı, otelin lobisinde tahta bir tabureye kuş gibi tünemiş, belli belirsiz dudaklarını oynatıyor. Nagehan, gözlerini kahve fincanına diken kadının ellerine bakıyor. Kadının ellerinin üzerinde dövmeler var. Tuhaf dövmeler. Kayıp bir kavmin büyüleri gibi. Az önce anlattı. O dövmeleri küçükken eline anneannesi yorgan iğnesi ile yapmış. Loğusa sütü,idare lambasının isi ve koyunun öd sıvısı...Canı çok yanmış. aynı dövmeler anneannesinde de varmış. Ona da kendi anneannesi yapmışmış. Anneannesi şamanmış. Köyde hastaları, delileri ve kadınları yatıştırırmış' diye başlayarak Madam Arthur Bey, Kedileş, Maria, Keşşaf gibi ilginç kişiliklerle Kara Yalı'nın içinde ve çevresinde gelişiyor. İlk satırlara bakıldığında kitap git gide daha güzel bir hal alacak derken Kara Yalı gibi insanın içini karartan, bitse de kurtulsam denecek bir hal alıyor. ha o ilk satırlarda ki şaman falcı kadın mı? O daha sonraki sayfalarda bir daha ortaya çıkmıyor. Sadece okurun kitaba ilgisini çekmek için ilk sayfalarda yerini almış figüran olarak olduğu yerde kala kalıyor. Cumhuriyet ve Radikal'ın kitap eklerinde kitapla ilgili yazıları ve Mine Söğüt'le yapılan röportajları okuduktan sonra bunu okuyalım diye ben tavsiye ettim ve bu seçimim sayesinde neredeyse kitap kulübümüz başlamadan bitiyordu. Üçümüzün genel kanısı ilk kitap olarak iyi bir seçim olmadığı yönündeydi. Sonunda kitap hakkında konuşmayı bitirip bu ay okuyacağımız kitabı seçtik. Ayfer Tunç'un Yeşil Peri Gecesi. Ocak ayının beşinde buluşup bu kitabı tartışacağız. Kitabı okumaya başladım bile, İlk 32 sayfasını dolmuşta eve dönerken okudum. Detaylar daha sonra :)

Kaktüs'e gitmeden önce Fransız Konsolosluğunda Agence Press - Anadolu Ajansının açmış olduğu İstanbul Fotoğrafları sergisini gezdim. Çok güzel fotoğraflar. Eğer bugünlerde yolunuz Beyoğlu tarafına düşerse ve vaktiniz varsa mutlaka görün. Karlı İstanbul, yağmurlu İstanbul, güneşli İstanbul, gündoğarken, batarken, martılar, Boğaz Köprüsünün altından geçen gemiler, havada yüzlerce sığırcık kuşu, Aya İrini'de Semah gösterisi, şehirhatları vapuru, Kızkulesi ve daha niceleri. Çok büyük bir sergi değil ama insanı gülümseten bir sergi.

Go to fullsize image
Kaktüs'e gelince, bana göre Beyoğlu'nun, üç hanımın rahatça oturup, kimse rahatsız etmeden sohbet edip, bir şeyler yiyip içebileceği nadir  yerlerinden biri. Açıldığından beri ki benim üniversite yıllarıma denk gelir çizgisini hiç kaybetmemiş, hep aynı şekilde devam eden bir yer. Aaa kedilerini de unutmamak lazım tabii. Müşterilerle kaynaşmış vaziyetteler. Siz nefis kahvenizi veya bir kadeh içkinizi yudumlarken onlar yanı başınıza kıvrılıverir ya da arkanızdan nazlı nazlı geçiverirler. Uzun süredir gece gitmedim ama Kaktüs'ün geceleri de bir başka oluyor.

Şimdilik bu kadar. Kitap kulübüne ise devam:))                                

LONDRA GÜNLÜĞÜM


Yağmurlu bir havada kaldırımlarda yürürken ve yolun kenarında bizde olduğu gibi sular birikmesine rağmen kimse üzerimize su sıçratmadı. Sürücüler yayaların üzerine su sıçratmamak için özellikle dikkat ediyorlar ve birikintilere girmiyorlar. Ayrıca trafik ışığı olmayan yerde yaya geçitinde karşıdan karşıya geçmeye kalkan yayalara durup yol veriyorlar. Kaldığım bir hafta içinde duramayan iki araç gördüm onlarında milliyetini merak ettim...Küçük çocukların hepsinde scooter var. Okula onunla gidip geliyorlar. Bazılarının anneleri de scootera biniyor. Gördüğüm kadarıyla okul servisi diye bir kavram yok. Okula ya yürüyerek anneleri, babaları veya bakıcılarıyla gidiyorlar ya da aileler arabalarla bırakıyor. Yollarda sakin sakin ailelerinin yanında okula gidip geliyorlar.

Sabahları bisikletle işe giden kadınlar ve erkekler var. Araçların dikkatini çekmek için üzerlerine fosforlu yeşil yelek giyiyorlar. Kimi ellerinde kahve ve sigarayla, kimi kruvasanlarını yiyerek, kimi sadece sigara içerek hızlı hızlı işlerine, okullarına yetişmeye çalışıyorlar. Kimi ise sabah sporunu yapıyor. Kısa mesafelerde işe gidiş gelişler daha kolay ama metroya binmek zorunda kalanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sabah ve akşamları işe gidiş gelişler tam bir işkenceye dönüşüyor. Yerin üstü kadar yerin altında da bir sürü insan bir yerden bir yere ulaşmaya çalışıyor. Trenler şehir içinde hınca hınç dolu. Eskiden iki katlı otobüsler ayakta çok az yolcu alırken şimdi artık bizim otobüslere dönmüşler. Merkezden uzaklaştıkça araçlar biraz daha tenhalaşıyor. Yirmi yıl önce öğrenci olduğum dönemlerde Londra daha tenha ve ulaşımı daha kolay bir yerdi. Aldığı göçler sayesinde nüfus artışıyla birlikte ulaşım ve yaşam da zorlaşmış. Göçler dedimde, aldığı göçler sayesinde bazı bölgelerde İngilize rastlamak mümkün değil. İspanyolu, İtalyanı, Çinlisi, Hintlisi, Fransızı, Pakistanlısı kısacası 72.5 millet doluşmuş Londra'ya ve yerli halk banliyölere yönelmiş. Publardaki, lokantalardaki garsonlar, mağazalardaki tezgahtarların çoğu yabancı.

Hoşuma giden taraflarından biri ise gençlerin giyim tarzları oldu. Londra'nın soğuk ve yağışlı havasında kısa kollu tişört ve şort giyende var, paltoda. Paltonun altına yazlık ayakkabı giyeni de var çizmede. O gün akıllarına ne esmişse, dolaptan ellerine ne gelmişse giymiş çıkmış gibiler. Türkiye'de görmeye alışık olmadığım bu tezatlık ve serbestlik çok ama çok hoşuma gitti. Orta yaş ve üstü kıyafetlerine daha dikkat ediyor hatta şık giyiniyorlar diyebilirim. Yaşlı hanımlar makyajlı ve bakımlı. Tabii bu anlatmaya çalıştığım giyim tarzı bölgesine göre farklılık gösterebiliyor. New Bond Street ve St.James Street'dekilerle Oxford Street'dekiler arasında ciddi tarz farkı bulunuyor. Londra'nın ve dünyanın ünlü moda tasarımcılarının giyim ve mücevher mağazalarının olduğu St.James Street ve çevresinde insan profilide tamamen değişiyor. Buradan sörler, üst tabakadan ve eski gelenekleri sürdüren insanlar alışveriş yapıyor. Ayrıca Londra'nın en eski giyim mağazası ve eczanesi burada bulunuyor. Bahsettiğim bu iki yerde eskiye sadık kalarak dükkanlarını yenilemişler.

Alışveriş merkezi yerine çok katlı mağazaları tercih etmiş İngilizler. Bizdeki gibi adım başı bilmem kaç tane  mağazanın toplandığı, havasız, kapalı ve sevimsiz alışveriş merkezi yerine buralardan alışveriş yapıyorlar. John Lewis, Debenhams, M&S, Selfridge, çocuk cenneti Hamley's, Harrod's, Boot's gibi ünlü mağazaların yanında ufak butikler ne tabikii bolca hediyelik eşya dükkanları var. Oxford Street, Bond Street, Regent Street en ünlü alışveriş caddelerinden bir kaçı ama kalabalık olmalarından dolayı ben High South Kensington'u tercih ederim. Çok daha tenha ve bu caddelerdeki mağazaların çoğu burada da var. Üstelik kaldığım otele de bir istasyon uzaklıktaydı. Dolayısıyla deli gibi alışveriş yapmak yerine Londra'yı gezmeyi tercih ettiğim için bu bölge ufak tefek alışverişler için bana yetti de arttı bile.

III Bölümde müzeler, tarihi yerler var...

LONDRA GÜNLÜĞÜM

11 Kasım'da TK 1979 nolu uçuşla Londra Heathrow havaalanına indiğimizde derin bir soluk aldım. Saat 08.10'da kalması gereken THY bir saat rötarla 09.10'da kalktı. Biraz kitap okuma, biraz televizyon seyretme, yemek derken son saat daralmama rağmen üç buçuk saat geçiverdi. Uçuş sorunsuzdu ama eskiden çok sevmeme rağmen artık uçak yolculuklarından hoşlanmaz oldum. Dar alanda kısa paslaşmalar vaziyetinde üç buçuk saat koltukta oturmak beni sıktı açıkçası. İnerken uçağın içi tam bir rezillikti. Çoğu koltukların altlarına, üstlerine gazeteler, THY'nin dağıttı şallar öylesine fırlatılmış atılmıştı. Yemedikleri ekmekler koltukların arkasındaki dergi konulan yerlere sıkıştırılmıştı. Afrika ve arap ülkeleri dışında başka hangi ülkenin uçağı böyle pis bırakılır acaba? O uçaktan inen biri olarak utandım doğrusu. Acaba bunları yapanlarda utanmışlarmıdır çok merak ediyorum ? Bagajları aldıkdan sonra pasaport kontrolünde çocuklu aileler için ayrı bir bölüm açarak hızlı bir çıkış yapmamızı sağladılar. Pasaport polisi arkeolog olduğumuzu görünce Efes'i sordu. ayrıca cumartesi günü Londra'da yapılacak olan çocuk şenliğine çocukları götürün diye de tavsiyede bulundu.

Pasaporttan çıkınca doğru metro istasyonuna gittik. Heathrow'un en güzel yanlarından biri de şehrin her yerine ulaşan metro ağının olması. Bir haftalık Oyster kartlarımızı aldıktan ve bu sayede gelirken İş Bankasından almış olduğum sterlinlerin bir kısmının tedavülden kaldırıldığını öğrendikten sonra metroya metroya binip otelin bulunduğu Gloucester Road'a 45 dakikada ulaştık. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında taksi bulamadığımız için yağmurun dinmesini biraz bekleyip sonunda yürüyerek 10 dakikada otele vardık.

Abba Queen's Gate otele Booking.com'dan rezervasyon yapmıştım. Otel Londra'nın iyi bir bölgesi olan South Kensington'da Knightsbridge ve Natural History Museum'a yakın bir yerdeydi. Buradan diğer yerlere otobüs ve metro sayesinde ulaşım çok kolaydı. İş Bankasından sonra ikinci şoku otelde yaşadık. Booking.com'da rezervasyon yaparken gördüğüm oda ile farklı bir oda verildi. Booking.com oda şekillerinin farklı olabileceğini yazıyordu ama bu kadar fark ta biraz fazlaydı. Bir daha mı Booking.com'dan rezervasyon ASLA!!

Neyse ki verdikleri oda 4 kişinin kalabileceği temiz, içinde televizyonu, çay kahve makinesi, mini barı olan bir odaydı. Resepsiyon her konuda yardımcı oluyordu. Resepsiyonun yardımcı olması, otelin temizliği, mekanı Booking.com'un rezervasyonunu telafi etti ama bu yazıyı okuyan kimseye Booking.com'u tavsiye etmiyorum. Ayrıca ufak bir not bizim dört yıldızlı otellerin standartları daha yüksek.

Odaya yerleştikten sonra İş Bankasının kakaladığı sterlinleri değiştirmek için dışarı çıktık. Neyse ki sorun çıkartmadan eski banknotları alıp yenilerini verdiler. İş Bankasından döviz alacaklar özellikle sterlin alacaklar dikkat. Size de bize yaptıkları gibi eski banknotları kakalayabilirler. Ayrıca havaalanındaki loungelarını beğenmedim. Öyle Japon, Kızılderili, İspanyol kostümü asmakla olmuyor bu işler. Bir önceki seyahatimde onun karşısındaki HSBC'de oturmuştum çok daha iyiydi.

Bankadan çıktıktan sonra sakin sakin yağan yağmurun altında, kaldırımlara düşmüş yeşilli kahverengili çınar yapraklarının üzerinde mis gibi yağmur kokusunu içimize çekerek yürümek çok iyi geldi doğrusu. Bu şehri çok seviyorum. Bu güne kadar gördüğüm bir çok şehirden daha özel bir yeri var benim için. Yüzlerce kez gelsem de sıkılmam ve her gelişimde de yeni bir şeyler keşfederim. Beni en çok çeken özelliklerinden biri eskiliği. Evler eski, yollar eski, otobüsler eski, her şey eski ama iyi korunmuş. Eski diye kaldırımları kırıp yerine yenisini yapmamışlar aksine bozulan yerleri onarmışlar, eski diye evleri yıkıp yerlerine yeni şekilsiz binalar yapmamışlar, içlerini modernleştirip dışlarını olduğu gibi korumuşlar, parkları boş alan gereksiz konut yapalım demek yerine halkına nefes alacak çok güzel ve geniş alanlar sağlamışlar. Medeniyet bu olsa gerek biz İstanbulluların aradan asırlarda geçse artık bulamayacağımız bir şey.....

DÜNYAYI SEYRETMEK İÇİN BİR YER DENİZ FENERLERİ

Yine Ertuğ Uçar ve yine Deniz Fenerleri. 'Yalnızlığın 17 Hali'den sonra deniz fenerleri ile ilgili benim bildiğim ikinci kitabı.

Ertuğ Uçar deniz fenerlerini sadece bir yalnızlık elçisi, romantik bir figür olarak değil, dünü bugünü ve yarınıyla, edebi bir disiplin içinde kalarak anlamlandırıyor, araştırmalarına dayalı ayrıntılı notlar eşliğinde, bu pek bilinmeyen, yüzü denize dönük varlıkların ışığını yakıp yarı kurgu / kurgu öyküleriyle menzili tarıyor.
Dünyayı seyretmek için çok yükseğe tırmanmak gerekmiyor diye düşünür, dünyayı seyre koyulursun. Zamanın bizim dışımızda da akıp gittiği burada anlaşılır. Gün burada saatler olmasa bile döner. Zaman burada oluşur, buradan dağılır. Onu burada yakalamak, geri çevirmek, bir fırsatını bulup başka zamanlara süzülmek mümkündür. Yağmurun toprağa düştüğü, taşın kayanın arasından sızıp yeraltı yollarında birleşip ırmaklara karıştığı, ırmakların denize döküldüğü, deniz suyunun ısınıp buharlaştığı, bulut olduğu bu burunda görülebilir. Seyrettikçe korkmaya başlayabilirsin; korkma, altında uzanan: Dünya’dır.

“Giriş” yazısından…

Antalya’nın ılık kış pazarlarında babam bizi Lara kumsalının arkasındaki çam ormanlarına pikniğe götürürdü. Bunu en çok akşam dönüş yolu için severdim. Biz yanından geçerken, hava kararmaya yüz tutmuş, Bababurnu Feneri çalışmaya başlamış olurdu. Sayardım. Onbir olunca bir daha yanıp sönerdi. Bense fener gözden kaybolduğunda bile arabanın arka camından gökyüzüne bakar, fenerin yanıp söndüğünü, ışığının vurduğu ağaçlardan, denizden, telefon direklerinden anlamaya çalışır, sayardım: On olunca yeniden yanıp sönerdi. Sonra, şehirden Bababurnu’na taşındık. Falezlere yürüme mesafesindeydi evimiz. Geceleri odamda uykuya dalmaya çalışırken fenerin ışığı solumdaki duvarda doğrama kaydının gölgesini hareket ettirirdi. Uykuyla uyanıklık arasındaki o gizemli aralıkta tanıdık tanımadık yüzler, komşular, okuldaki kız, arabalar, artistler fenerin ritmik ışığıyla bir görünüp bir kaybolurdu. Denize onu oluşturan, onun çağırdığı objelerin, olayların gözünden bakabiliriz: dalgalar ve adalar, oltalar ve balıkçılar, deniz fenerleri ve limanlar, akıntılar ve tekneler, süngerler ve rüzgârlar, haritalar ve savaşlar, kaptanlar ve pusulalar, palmiyeler ve korsanlar, yarımadalar ve koylar, batıklar ve balıklar. Sonu gelmeyen bu diziden birini çekip çıkaralım: deniz fenerleri. Bugün dünyada bulunduğu tahmin edilen 50.000’e yakın irili ufaklı, renkli renksiz deniz feneri, denizin tümüyle kavranması imkânsız görünen kalabalık tarihinde küçük piyonlardır.

Deniz fenerleri en basit anlamıyla, denizcilere geceleri yol gösterecek bir ışık kaynağını hava şartlarından korumak amacıyla inşa edilmiş yapılardır. Bekçiler ışığı yakar ve sönmesin diye beklerler. Işık yoksa fener de yoktur. Deniz fenerlerine de tıpkı denize baktığımız gibi birçok pencereden bakabiliriz. Çeşitli uçlarından tutabilir, değişik tarihler ve öyküler yazabiliriz. Mesela onları, içlerine yerleştirilen teknolojinin geçirdiği evrimle inceleyebiliriz. Böyle bir tarihin içine İskenderiyeli bilginler Ktesibios ve Heron, İsviçreli bilim adamı Gustaf Dalen, İsveçli Ami Argand, Fransız Auguste Fresnel ve Edinburghlu mühendis aile Stevensonlar girer. Önce doğa şartlarına dayanacak sağlam kuleler inşa etmeye çalıştılar. Taşı kesmek, kaldırmak, taşımak ve örmek için teknikler geliştirdiler. Kolay bulunan, kolay taşınan bir yakıt aradılar. Işığın verimi, kalitesi ve gücü için çalıştılar. Onu kıyıdaki diğerleri arasında tanınabilir kılmak için ışığa bir karakter verdiler. Çoğaltıp net bir hüzme haline getirdikleri ışığı ufukta dolaştırdılar. Fenerleri tepesinde kömür yanan taş sütunlardan endüstri devriminin pek bilinmeyen anıtları haline getirdiler. Kuleleri zarifçe dönen merdivenler, makaralı sistemler, aynalar, perdahlanmış kurşun levhalar, lensler, vinçler, kurma kolları ve dişli kutuları ile donattılar. Yüzyılın başı deniz fenerlerinin altın çağıydı. Varolan deniz fenerlerinin büyük bir çoğunluğu 1850-1925 yılları arasında yapıldı. Sayıları giderek artarken, yön bulma teknolojileri gelişti. Onlara duyulan ihtiyaç azaldı. Şimdi efsanevi kurtarma hikâyeleri yerine romantik kartpostalları süslüyorlar.
Fenerlerin kendilerine has ışık karakterleri vardır. Kimisi eşit aralıklarla yanıp söner. Bazısı sabit ışığını ufukta şu veya bu açılarda olmak üzere dolaştırır. Işıklarını endişeyle titreten fenerler yakın tehlikelere karşı uyarırlar. Beyaz, kırmızı, yeşil yanan veya bunların hepsini duruma göre yakıp söndüren fenerler de vardır. Sınır fenerleri ufka uzattığı sabit düz çizgiyle, karadaki sınırı, denizde de devam ettirir. Rengine göre liman girişini gösterenler, gemicileri başka bir fenere yönlendirenler, üçü bir arada görülüp bir hizaya dizilince ancak bir mesaj veren fenerler vardır. Işık alfabedir. Fener onu heceler, anlaşılır bir dil haline getirir.

İnsan fenerlerde bildiği tüm yakıtları denemiştir: Balina yağı, kuyruk yağı, zeytinyağı, zeytin küspesi, parafin, odun, kömür, linyit, petrol, doğalgaz, asetilen gazı ve nihayet elektrik enerjisi. Günümüzde güneş enerjisiyle çalışan fenerlerin sayısı giderek artıyor. İskoçya ve İrlanda’da rüzgâr türbinlerinden güç alan örnekler var. Belki de dünyanın en huysuz denizlerine sahip olduklarından İskoçlar, İngilizler ve İskandinavlar deniz feneri teknolojilerini geliştiriyorlar. Zamanında özellikle açık deniz fenerlerinin inşa edilmesini zorlaştıran gelgit ve dalgalar, yakında faaliyete geçecek sistemlerde enerji kaynağı olacaklar. Deniz fenerlerine bir de şahit oldukları kazalar açısından bakabiliriz. Tüm fenerlerin kötü anıları vardır. Manş ve Kuzey Denizi’ndekilerin daha çok. İstanbul fenerleri içinse, birbiriyle çarpışan, yanan, patlayan tankerler artık sıradan olaylar haline gelmiştir. Bu da şunu gösterir: Düzenli yanan bir fener her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İşlerine kendini adamış bekçilerin ve şaşmaz elektronik sistemlerin güvenilirliği yanında her zaman inatçı, tecrübesiz ya da şaşkın kaptanlar, yaşlı gemiler ve en önemlisi deniz vardır. Son kararı deniz verir. Formları, yapım teknikleri ve malzemelerine bakarak fenerleri sınıflandırmaya kalkarsak çok zorlanırız. Çünkü dünyadaki birçok ülkenin bu konuda doğru dürüst bir envanteri yoktur. Buna Türkiye dahildir. Bir Akdeniz feneri, en yakın köydeki evlerin teknik ve malzemesiyle yapılır. Beşik çatılar, renkli panjurlar, kireç badana ve boru çiçekleri. Kumluklara yapılan fenerler deyim yerindeyse çakılır. Kazık temeller veya demir pilonlar kullanılır. Bu yüzden kumul fenerleri daha şeffaf olur. Bazı eski örnekleri, kumulda yürüyen dev örümceklere benzer. Deniz ortasına yapılan fenerler en ileri inşaat teknolojilerini gerektirir. Burada sualtı yapım tekniklerinden, robot denizaltılardan, kesonlardan, uzman dalgıçlardan ve kıyıda yapılıp açığa yüzdürülen teleskopik fenerlerden bahsetmek gerekir. Yüzer fenerler, kıyı fenerleri, iskelet fenerler, ada fenerleri, ahşap fenerler, betonarme fenerler, taş fenerler, boğaz fenerleri. Bu dizi uzar gider. Fenerlerin yapılma şekillerini ve formlarını kenarında durduğu denizin ve onu kullananların huyu suyu belirler.


 Yapı Kredi Yayınları web sayfasından alınmıştır

Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer -  Ertuğ Uçar - Yapı Kredi Yayınları  


DÜRÜSTLÜK


         A.Şerif İzgören anlatıyor


        "İzgören Akın'a toplantıya gideceğim. Baktım genç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara'da Bakanlıklar. Diyelim ki. taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabılmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü varmı diye aranmaya başladı.
        "Üstü kalsın kardeşim"dedim.
        Döndü bana doğru
        "Vaktin varmı ağabey?" dedi.
        "Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)
         Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 kuruş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
         "Birader" dedim,"9.75 değil, 10.50 yazsa istermiydin 50 krş.benden?"
         -Niye alacağım ağabey 50 kuruşu?
         -Peki niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim.
          Döndü bana, attı kolunu arkaya :
         -Vaktin varmı ağabey
         -Var
         -Çek kapıyı o zaman
         Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
         5 dk.konuştuk. İngiltere'de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
        Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize"Durun kalkmayın" derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.
          "Aha" dedim,"Bizim meslek", seminerci.
          - Ne anlatırdı baban?
          - Hayattta nasıl başarılı olunur ?  

            O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklarına hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
            -Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, "Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları  birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyormusunuz ?
            -Ne bıraktı?
            -Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı :
"Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan.
Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı. Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
             "Asıl mirası bizim baba bırakmış."
              Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür.
               Çok duygulandım,veda ettim, tam ineceğim :
               -Dur ağabey, asıl bomba şimdi.
               -Nedir bomban ?
               -Nerede oturuyoruz biliyormusun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

               Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.


A.Şerif İZGÖREN'in kitabından aktarılmıştır.