DÜNYAYI SEYRETMEK İÇİN BİR YER DENİZ FENERLERİ

Yine Ertuğ Uçar ve yine Deniz Fenerleri. 'Yalnızlığın 17 Hali'den sonra deniz fenerleri ile ilgili benim bildiğim ikinci kitabı.

Ertuğ Uçar deniz fenerlerini sadece bir yalnızlık elçisi, romantik bir figür olarak değil, dünü bugünü ve yarınıyla, edebi bir disiplin içinde kalarak anlamlandırıyor, araştırmalarına dayalı ayrıntılı notlar eşliğinde, bu pek bilinmeyen, yüzü denize dönük varlıkların ışığını yakıp yarı kurgu / kurgu öyküleriyle menzili tarıyor.
Dünyayı seyretmek için çok yükseğe tırmanmak gerekmiyor diye düşünür, dünyayı seyre koyulursun. Zamanın bizim dışımızda da akıp gittiği burada anlaşılır. Gün burada saatler olmasa bile döner. Zaman burada oluşur, buradan dağılır. Onu burada yakalamak, geri çevirmek, bir fırsatını bulup başka zamanlara süzülmek mümkündür. Yağmurun toprağa düştüğü, taşın kayanın arasından sızıp yeraltı yollarında birleşip ırmaklara karıştığı, ırmakların denize döküldüğü, deniz suyunun ısınıp buharlaştığı, bulut olduğu bu burunda görülebilir. Seyrettikçe korkmaya başlayabilirsin; korkma, altında uzanan: Dünya’dır.

“Giriş” yazısından…

Antalya’nın ılık kış pazarlarında babam bizi Lara kumsalının arkasındaki çam ormanlarına pikniğe götürürdü. Bunu en çok akşam dönüş yolu için severdim. Biz yanından geçerken, hava kararmaya yüz tutmuş, Bababurnu Feneri çalışmaya başlamış olurdu. Sayardım. Onbir olunca bir daha yanıp sönerdi. Bense fener gözden kaybolduğunda bile arabanın arka camından gökyüzüne bakar, fenerin yanıp söndüğünü, ışığının vurduğu ağaçlardan, denizden, telefon direklerinden anlamaya çalışır, sayardım: On olunca yeniden yanıp sönerdi. Sonra, şehirden Bababurnu’na taşındık. Falezlere yürüme mesafesindeydi evimiz. Geceleri odamda uykuya dalmaya çalışırken fenerin ışığı solumdaki duvarda doğrama kaydının gölgesini hareket ettirirdi. Uykuyla uyanıklık arasındaki o gizemli aralıkta tanıdık tanımadık yüzler, komşular, okuldaki kız, arabalar, artistler fenerin ritmik ışığıyla bir görünüp bir kaybolurdu. Denize onu oluşturan, onun çağırdığı objelerin, olayların gözünden bakabiliriz: dalgalar ve adalar, oltalar ve balıkçılar, deniz fenerleri ve limanlar, akıntılar ve tekneler, süngerler ve rüzgârlar, haritalar ve savaşlar, kaptanlar ve pusulalar, palmiyeler ve korsanlar, yarımadalar ve koylar, batıklar ve balıklar. Sonu gelmeyen bu diziden birini çekip çıkaralım: deniz fenerleri. Bugün dünyada bulunduğu tahmin edilen 50.000’e yakın irili ufaklı, renkli renksiz deniz feneri, denizin tümüyle kavranması imkânsız görünen kalabalık tarihinde küçük piyonlardır.

Deniz fenerleri en basit anlamıyla, denizcilere geceleri yol gösterecek bir ışık kaynağını hava şartlarından korumak amacıyla inşa edilmiş yapılardır. Bekçiler ışığı yakar ve sönmesin diye beklerler. Işık yoksa fener de yoktur. Deniz fenerlerine de tıpkı denize baktığımız gibi birçok pencereden bakabiliriz. Çeşitli uçlarından tutabilir, değişik tarihler ve öyküler yazabiliriz. Mesela onları, içlerine yerleştirilen teknolojinin geçirdiği evrimle inceleyebiliriz. Böyle bir tarihin içine İskenderiyeli bilginler Ktesibios ve Heron, İsviçreli bilim adamı Gustaf Dalen, İsveçli Ami Argand, Fransız Auguste Fresnel ve Edinburghlu mühendis aile Stevensonlar girer. Önce doğa şartlarına dayanacak sağlam kuleler inşa etmeye çalıştılar. Taşı kesmek, kaldırmak, taşımak ve örmek için teknikler geliştirdiler. Kolay bulunan, kolay taşınan bir yakıt aradılar. Işığın verimi, kalitesi ve gücü için çalıştılar. Onu kıyıdaki diğerleri arasında tanınabilir kılmak için ışığa bir karakter verdiler. Çoğaltıp net bir hüzme haline getirdikleri ışığı ufukta dolaştırdılar. Fenerleri tepesinde kömür yanan taş sütunlardan endüstri devriminin pek bilinmeyen anıtları haline getirdiler. Kuleleri zarifçe dönen merdivenler, makaralı sistemler, aynalar, perdahlanmış kurşun levhalar, lensler, vinçler, kurma kolları ve dişli kutuları ile donattılar. Yüzyılın başı deniz fenerlerinin altın çağıydı. Varolan deniz fenerlerinin büyük bir çoğunluğu 1850-1925 yılları arasında yapıldı. Sayıları giderek artarken, yön bulma teknolojileri gelişti. Onlara duyulan ihtiyaç azaldı. Şimdi efsanevi kurtarma hikâyeleri yerine romantik kartpostalları süslüyorlar.
Fenerlerin kendilerine has ışık karakterleri vardır. Kimisi eşit aralıklarla yanıp söner. Bazısı sabit ışığını ufukta şu veya bu açılarda olmak üzere dolaştırır. Işıklarını endişeyle titreten fenerler yakın tehlikelere karşı uyarırlar. Beyaz, kırmızı, yeşil yanan veya bunların hepsini duruma göre yakıp söndüren fenerler de vardır. Sınır fenerleri ufka uzattığı sabit düz çizgiyle, karadaki sınırı, denizde de devam ettirir. Rengine göre liman girişini gösterenler, gemicileri başka bir fenere yönlendirenler, üçü bir arada görülüp bir hizaya dizilince ancak bir mesaj veren fenerler vardır. Işık alfabedir. Fener onu heceler, anlaşılır bir dil haline getirir.

İnsan fenerlerde bildiği tüm yakıtları denemiştir: Balina yağı, kuyruk yağı, zeytinyağı, zeytin küspesi, parafin, odun, kömür, linyit, petrol, doğalgaz, asetilen gazı ve nihayet elektrik enerjisi. Günümüzde güneş enerjisiyle çalışan fenerlerin sayısı giderek artıyor. İskoçya ve İrlanda’da rüzgâr türbinlerinden güç alan örnekler var. Belki de dünyanın en huysuz denizlerine sahip olduklarından İskoçlar, İngilizler ve İskandinavlar deniz feneri teknolojilerini geliştiriyorlar. Zamanında özellikle açık deniz fenerlerinin inşa edilmesini zorlaştıran gelgit ve dalgalar, yakında faaliyete geçecek sistemlerde enerji kaynağı olacaklar. Deniz fenerlerine bir de şahit oldukları kazalar açısından bakabiliriz. Tüm fenerlerin kötü anıları vardır. Manş ve Kuzey Denizi’ndekilerin daha çok. İstanbul fenerleri içinse, birbiriyle çarpışan, yanan, patlayan tankerler artık sıradan olaylar haline gelmiştir. Bu da şunu gösterir: Düzenli yanan bir fener her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İşlerine kendini adamış bekçilerin ve şaşmaz elektronik sistemlerin güvenilirliği yanında her zaman inatçı, tecrübesiz ya da şaşkın kaptanlar, yaşlı gemiler ve en önemlisi deniz vardır. Son kararı deniz verir. Formları, yapım teknikleri ve malzemelerine bakarak fenerleri sınıflandırmaya kalkarsak çok zorlanırız. Çünkü dünyadaki birçok ülkenin bu konuda doğru dürüst bir envanteri yoktur. Buna Türkiye dahildir. Bir Akdeniz feneri, en yakın köydeki evlerin teknik ve malzemesiyle yapılır. Beşik çatılar, renkli panjurlar, kireç badana ve boru çiçekleri. Kumluklara yapılan fenerler deyim yerindeyse çakılır. Kazık temeller veya demir pilonlar kullanılır. Bu yüzden kumul fenerleri daha şeffaf olur. Bazı eski örnekleri, kumulda yürüyen dev örümceklere benzer. Deniz ortasına yapılan fenerler en ileri inşaat teknolojilerini gerektirir. Burada sualtı yapım tekniklerinden, robot denizaltılardan, kesonlardan, uzman dalgıçlardan ve kıyıda yapılıp açığa yüzdürülen teleskopik fenerlerden bahsetmek gerekir. Yüzer fenerler, kıyı fenerleri, iskelet fenerler, ada fenerleri, ahşap fenerler, betonarme fenerler, taş fenerler, boğaz fenerleri. Bu dizi uzar gider. Fenerlerin yapılma şekillerini ve formlarını kenarında durduğu denizin ve onu kullananların huyu suyu belirler.


 Yapı Kredi Yayınları web sayfasından alınmıştır

Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer -  Ertuğ Uçar - Yapı Kredi Yayınları  


DÜRÜSTLÜK


         A.Şerif İzgören anlatıyor


        "İzgören Akın'a toplantıya gideceğim. Baktım genç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara'da Bakanlıklar. Diyelim ki. taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabılmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü varmı diye aranmaya başladı.
        "Üstü kalsın kardeşim"dedim.
        Döndü bana doğru
        "Vaktin varmı ağabey?" dedi.
        "Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)
         Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 kuruş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
         "Birader" dedim,"9.75 değil, 10.50 yazsa istermiydin 50 krş.benden?"
         -Niye alacağım ağabey 50 kuruşu?
         -Peki niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim.
          Döndü bana, attı kolunu arkaya :
         -Vaktin varmı ağabey
         -Var
         -Çek kapıyı o zaman
         Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
         5 dk.konuştuk. İngiltere'de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
        Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize"Durun kalkmayın" derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.
          "Aha" dedim,"Bizim meslek", seminerci.
          - Ne anlatırdı baban?
          - Hayattta nasıl başarılı olunur ?  

            O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklarına hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
            -Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, "Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları  birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyormusunuz ?
            -Ne bıraktı?
            -Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı :
"Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan.
Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı. Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
             "Asıl mirası bizim baba bırakmış."
              Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür.
               Çok duygulandım,veda ettim, tam ineceğim :
               -Dur ağabey, asıl bomba şimdi.
               -Nedir bomban ?
               -Nerede oturuyoruz biliyormusun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

               Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.


A.Şerif İZGÖREN'in kitabından aktarılmıştır.
 


İDARE LAMBASI

Bağbozumuydu hiç unutmam
Lambanın ışığı vuruyordu yüzüne
Üzümlere vurur gibi
Sonra sesin,ışıkla aynı rekteydi
Nedense bal demek geliyor içimden
İkisini birden düşündüğümde
'Kendi içiyle ilişkisi kopmuş biri
Başkalarına gerek duymaz bir daha'
Demiştin.
Susup seni dinlemiştik.

O yılın şarabı bambaşkaydı.

Duyguları çektik kıyıya
Hiçbir fırtınaya gücü kalmamış
Yorgun tekneler tekliyor
Gün günden çürüyen
Bir iç denizde kirleniyoruz
Son büyük dalgayı kaptırmamak için
Serseri bir vurguna
Bütün güvencemiz bu liman
Yatıştırılmış bir denizin çalkantısını
İdare ediyoruz
İdare lambası altında

O yılın şarabını hiç unutmam!

 Murathan Mungan

KIRILGAN

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı.
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı.
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben.
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten.
Ürküyorlar gözümdeki ateşten.
Ürküyorlar dilimdeki zehirden.
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen gözü kara cesaretimden.
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum
İçimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı,
Bir yanım buz sarayı.

Murathan Mungan

ANTİK KENT


Mutlu günlerimizdi...
Deniz tuzu,dövme gül
Yanık tarçın gibiydik
Rüzgarın saçlarımızı taradığı yamaçlarda
İkimizden bir bayrak dalgalanırdı
Birbirine bakan
Tarihin ve otların
Arasında
Adı yoktu yaşadığımız şeyin
Bir boşluk bile değildi bu
Onca boşluğun içinde
Yontulmamış birkaç harf
Taşlar kadar tarihe kefil
Günler gibi düşünülmeden akıp giden
Otların gölgesindeki gece kadar derin
Ay ışığıydı her şeyi sessizce bütünleyen

Bir dönüş biletiyle kırıldı gece
Kırıldı mevsim
Kalakaldık
Birbirine bakan sunaklarda
Zehiri giz olan otlar boyverdi
Kırık heykel parçaları dağılmış ten
Zaman tarihe geri çekildi
Kalıntıları ne kadar ipucuysa bir antik kentin
O kadar biliyoruz nedenlerini ve sonuçlarını
Ayrılınca adını aşk koyduğumuz o şeyin.

Murathan Mungan