Okuma zevki

Tamda bende bir gariplik var artık kitap beğenemiyorum, çok okuduğum için beklentilerim de fazlalaştı herhalde diyerek kendimden kuşku duymaya başladığım anda Züllfü Livaneli'nin bu yazısını okudum Vatan Gazetesi'nde. Ve problemin bende olmadığını anladım. Nasıl mı? Son günlerde kitapçıların raflarında sizde okunmaya değer kitap bulamadınız ise bu yazı size cevabını verecektir...Zülfü Livaneli'den Okuma Zevki...

Okuma zevki

Zülfü Livaneli - zlivaneli@gazetevatan.com
Zülfü Livaneli
EDEBİYAT NOTLARI- 45

Hayatta yapılan her iş gibi, kitap da zevk alarak okunmalı. Edebiyat, insanları canından bezdirecek sayfaları art arda sıralamak değil, ne kadar derin düşünceler anlatılırsa anlatılsın, bunları okura zevk verecek, sayfaları sabırsızlıkla çevirtecek, hatta “Aman bitmesin” dedirtecek bir biçime büründürme sanatıdır.

Bütün büyük yazarlar bu özelliğe sahiptir. Siz hiç Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Gogol, Flaubert, Stendhal, Marquez okurken sıkılan, öf pöf eden birini gördünüz mü? Ben görmedim.

Çünkü bu yazarlar büyük bir ustalıkla okurun ruhuna sızarlar, roman kahramanlarını, gerçek hayatta tanıdıkları kişilerden daha çok tanımalarını, hatta bazılarıyla kendilerini, özdeş kılmalarını başarırlar. Sonra o kahramanların başından geçen aşk, entrika, felaket, savaş, iflas, intihar, ölüm vs. gibi insana ait bütün haller, okuru birinci dereceden ilgilendirmeye başlar.

Evet, edebiyat zevklidir dedik. Ünlü bir Fransız yayınevinin adı “Okuma Zevki”ydi zaten.

Öğrencilik yıllarımızdaki edebiyat dersleri, ne yazık ki öğrenciyi edebiyattan soğutmak için elinden geleni yapan bir tavra bürünmüştü. Divan edebiyatından iki dize alıp oradaki “sanatları” açıklamak, aruz vezinlerini ezberlemek vs. gibi genç bir öğrencinin içini bayacak derslerdi bunlar. Oysa, o yaştaki çocuklara kitap okumayı sevdirecek ne programlar uygulanabilirdi. Ama yapmadılar, hâlâ da bu tutum devam ediyor herhalde.

Yalnız okullar değil, edebiyat âlemi de genç insanları okumaktan soğutmak için elinden geleni yaptı. Çok derin ve entelektüel görünmek isteyen yazarlar, biz zavallı faniler için gönül indirerek yazmak lütfunda bulundukları kitaplarda uzun, upuzun, içinden çıkılmaz cümlelerle, olay örgüsü olmayan ve karakterlerin ancak silik bir gölge gibi kaldığı biçimsel denemeler yaptılar. Sonra da sayfalarını bin bir gereksiz ayrıntıyla doldurdular. Bunların içinde, bakkala giderken yaptığı alışveriş listesini yayınlayanlar bile oldu. (Gülmeyin, bu bir gerçek.) Sonra da bu beceriksizliği, bu tıkızlığı “post-modern” falan gibi cafcaflı lafların arkasına saklayıp, acemi bir piyanistin sürekli tek bir tuşa basıp “Siz anlamıyorsunuz, bu çağdaş müzik” demesi ya da kuş resmi bile çizemeyen bir ressamın (!) tuvalin ortasına küçük bir kırmızı leke yerleştirip “Önemlidir, çünkü o lekeyi oraya BEN koydum” diye kendini, Güzel Helen’in yanağına ben konduran bir Tanrı mertebesine yükseltmesi gibi saçmalıklarla uğraşır olduk.

Yani tam bir şarlatanlar döneminin göbeğindeyiz.

Bazen bunların yakasından tutup sarsmak ve sorular sormak gelir içimden. “Birader sen Cekhov’dan daha mı derinsin, Yunus Emre’den daha mı akıllısın, Tolstoy’dan daha mı büyük anlatıcısın? Onlar okunuyor da sen niye okunamıyorsun? Eğer anlatacak hikâyen yoksa sus. Eğer okurların etine kemiğine işleyecek ve bir daha da unutulmayacak karakterler yaratamıyorsan başka bir işin ucundan tut.’’

Ama durun; daha kurnazlıklar silsilesi bitmedi.

Bütün bunları yaparken, bir de okurda “Galiba bende bir yanlışlık var. Kitap bir türlü ilerlemiyor, anlayamıyorum. Galiba aptalın biriyim ben” duygusu uyandırmak gerekir ki, işlem tamamlansın.

Sevgili okurlar, eğer içinizde böyle düşünenler varsa lütfen şu soruya cevap verin: “Bayıla bayıla Cehov, Orhan Kemal, Tolstoy, Yaşar Kemal okuyabiliyorsunuz da niye bu kitaplardan sıkılıyorsunuz?’’

Cevap basit.

Çünkü kitaplar sıkıcı. Yazar işini beceremiyor, kendini okutamıyor. Bu yüzden de ortalık; edebiyat niteliği taşımayan, sadece vakit geçirtme amacına yönelik, aşk ya da cinayet gibi konuları sömüren popüler kitaplara kalıyor. İyi yazılmış edebiyat örnekleri de bu can ve mal pazarında kaybolup gidiyor.

Ey sevgili okur. Eğer bir kitap kendini okutamıyorsa, ilerlemiyorsa, o zaman derhal bu kitabı kaldırıp atmak ve dünyada okunmayı bekleyen nitelikli eserlere yönelmek en iyisi.

Kapitalizmin kafa karıştırıcı ürün pazarlama tekniklerinden kurtulmanın tek yolu, kendi okuma zevkinize güvenmektir.

Kelimeler yaşlanmaz, ya yazarlar?

Edebiyat sahnesinden erken inen yazarlar


Geçtiğimiz hafta Nobel ödüllü yazar Gabriel García Márquez’in kardeşi Jaime García Márquez, yazarın bunama sürecinde olduğunu ve yazmayı bıraktığını açıkladı. Bir yazarın böyle bir durumu kabullenmesi elbette zor olacaktır. Ancak bir yandan edebiyat tarihine baktığımızda Márquez’in yalnız olmadığını görmek de bir hayli şaşırtıcı. Farklı dönemlerde kendisi gibi pek çok tanınmış yazar muhtelif sebeplerden ötürü kalem bırakmak zorunda kalmış. Hastalıklar, psikolojik sorunlar ve bağımlılıklar, yazarları edebiyat sahnesinden yavaş yavaş uzaklaştırmış.



Bu hafta Flavorwire hazırladığı liste ile edebiyat sahnesinden erken inmek zorunda kalan sekiz yazarı ve ayrılık nedenlerini inceliyor. Sıralama en güncel örnekten, Márquez’den başlıyor;




Gabriel Garcia Marquez


1. Gabriel García Márquez: Jamie García Márquez, yaptığı açıklamada kardeşinin kanser yüzünden bunama sürecinde olduğunu söylüyor. Kemoterapinin yazarın hayatını kurtardığını ancak tedavinin yıpratıcı etkilerinin bunama sürecini hızlandırdığını düşünüyor. Ayrıca Jamie, bu süreçte yazarın huzurlu olduğunu, her gün kitap okuduğunu ve ailesiyle birlikte olduğunu da belirtiyor.










Iris Murdoch



2. Iris Murdoch: İrlanda doğumlu yazar, 1995 tarihli Jackson’ın İkilemi adlı romanının yayımlanmasından kısa bir süre sonra Alzheimer hastalığına yakalanmış ve yazarlık kariyeri anında sonlanmış. O zamanlar bazı eleştirmenler de romanın sade bir dille yazılmış olmasını hastalık belirtisi olarak değerlendirmiş. Sonunda hastalık, yazarı Oxford’daki evinde acınası bir halde ölüme terk etmiş.









Eugene O'Neill




3. Eugene O’Neill: Hayatı boyunca verem ve sıtma dahil olmak üzere birçok hastalıkla mücadele etmiş oyun yazarı, 1941 yılında Parkinson hastalığına yakalanmış. Zaman sonra ellerindeki titreme kötüleşince de yazmayı bırakmak zorunda kalmış. Sonraları eserlerini başkalarına yazdırmayı denemiş ancak başarısız olmuş.









E.B. White


4. E. B. White: Amerikalı yazar, ömrünün sonlarına doğru tıpkı Márquez gibi bunama sürecine girmiş. Bu süreçte hem yazarken hem de konuşurken zorluk çekmesine rağmen son anlarına kadar espri anlayışını hiç kaybetmemiş. Tabii ki ailesi ve arkadaşları her zaman en büyük destekçileri olmuş. Hatta son aylarında oğlu Joel, yazdığı kitapları babasına okuyormuş.










Ernest Hemingway



5. Ernest Hemingway: Alkol bağımlılığından depresyona binbir türlü rahatsızlıkla uğraşmış ünlü yazar, 60’lı yıllara gelmeden yazmayı bırakmış. Yazar A. E. Hotchner’e göre o yıllarda Hemingway’in bir taslak üzerine saatlerce düşündüğü olmuş ancak ne yazık ki yazmayı bir türlü becerememiş. Hotchner, yazarın sürekli kendisini öldürmeyi düşündüğünü ve elinde silahla uzaklardaki dağlara baktığını anımsıyor.










E.M. Forster



6. E. M. Forster: Listedeki diğer isimlerden farkı olarak İngiliz yazar, ölümünden tam 46 sene önce yazmayı bırakmış. Sebebinin ise 38 yaşında bekaretini kaybetmesi olduğu düşünülüyor. Forster, birkaç yıl önce bulunan günlüğünde cinselliğin daha ünlü bir yazar olmasını ve kitaplarının basılmasını engellediğini yazmış. Bekaretini Mısır’daki bir sahilde yaralı bir askere verdikten sonra itibarını etkileyen konular üzerine yazamayacağını belirtmiş.











Jane Austen



7. Jane Austen: İngiliz gerçekçilik akımının en önemli kadın temsilcilerinden sayılan Austen, ömrünün son demlerine kadar yazmayı sürdürmüş. Göğüs kanseri ile yıllarca savaşan yazar, ölümüne dört ay kala yazmayı bırakmak zorunda kalmış.









Arthur Rimbaud



8. Arthur Rimbaud: Viktor Hugo’nun ‘Küçük Shakespeare’ lakabını taktığı Fransız şairin hikayesi tam bir muamma. En verimli dönemini gençlik yıllarında yaşayan şair aniden yazmayı bırakıp Doğu Afrika’ya yerleşmiş ve ölene kadar tüccarlık yapmış. Bu yüzden yazmayı bırakmak zorunda mı kaldı yoksa kendi isteği ile mi bıraktı tam olarak emin olamıyoruz.

  

Sabit Fikir'den alınmıştır...

Klasik Gizemli Öyküler

Klasik Gizemli Öyküler dünya edebiyatının 8 ustasını bir araya getiren bir kitap. 


Charles Dickens, Robert Louis Stevenson, Arthur Conan Doyle, A.M. Bourrage, Arthur Porges, H.F. Arnold, Alan Austin, Roald Dahl'ın sırlarla dolu öykülerini okuyucularıyla buluşturmuşlar. 



Charles Dickens'den 'İşaret Memuru' İngiltere'nin kırsalında demiryolu hattında görevli bir işaret memurunun yaşadığı garip olayları anlatıyor. 


R.L.Stevenson'un 'Şişedeki İfrit'i bir adamdan aldığı şişenin içindeki ifritin hikayesini anlatıyor.
Kitabın en uzun hikayesi.


Arthur Conan Doyle 'Gümüş Ayna'nın ilginç öyküsünü anlatmış okuyucularına. Aynada gördüğü siluetler aynanın eski sahibesi ve hayatı ile ilgili gizemli bir öyküyü anlatmış. 


A.M. Burrage 'Balmumu Heykel' adlı öyküsünde geceyi Mariner Balmumu Heykeller Müzesinde geçiren bir gazetecinin başından geçenleri anlatmış. Hiç bir esprisi olamayan, sonu başından belli, sıradan korku filmleri gibi bir öykü. 'Şişedeki İfrit'ten sonra beğenilmeyenler listemde ikinci sırasını aldı.


Arthur Porges 'Gölet' adlı öyküsüne 'Ünlü bir şair bir avuç tozun içinde bizlere korkuyu vaat eder. Böyle bir şeyin mümkün olabileceğinden hep kuşku duyardım, ama şimdi daha iyi anlıyorum. Çocukluğumun korkunç bir anısı, yıllarca belleğimin derinliklerinde acı vererek beni bekledikten sonra, geçen bir kaç hafta içinde birdenbire su yüzüne çıktı.' cümlesiyle başlamış ve gölette boğulan bir çocuğun hikayesini anlatmış. 

H.F. Arnold'un 'Gece Telgrafı' New York'taki bir gazetede gece vardiyasında çalışan habercilerin başına gelen olayı anlatıyor. Xebico adlı bir şehri sis basar. Xepico'da sis herşeyin üzerini kaplar. Kentin eteklerinden insanların ölüm çığlıkları gelmektedir. Ses gittikçe kent merkezine yaklaşır. Uğursuz ve sinir bozucu sis habercileri nasıl etkilemiştir? Xebico nerededir? Bütün soruların cevabı öykünün sonun verilir ama nasıl?


Alan Austin'ın 'Finney'in Harika Şurubu'nu okurken aklıma Paris'te Gece Yarısı filmi geldi:) Christopher Conway gece yarısını biraz gece tipik kırmızı boyalı demir yüzyıllık Victoria tarzı posta kutusuna bir mektup atar. Bir hafta sonra ödemeli bir paketi postaneden alması için kapısının altından bir kart atılır. Postaneye gittiğinde üzerinde kırmızı mumla Kraliçe Victoria'nın mührü ve yüzyıllık bir pul olan şirin bir paket alır. Nasıl yüzyıllık pulla bana gönderilebilir diye sorar postanedeki görevliye. Aldığı cevap oldukça şaşırtıcıdır; Belki yüzyıl önce gönderilmiştir. Gerçekten paket yüzyıl öncesinden mi gönderildi? 


Ve son öykü Roald Dahl'ın 'Güneyli Adam'ı. Üç kağıtçı bir bahisçinin tuzağına düşürdüğü bir genci anlatıyor. 


Sekiz hikayenin içinde İşaret Memuru, Gümüş Ayna, Gece Telgrafı ve Finney'in Harika Şurubu'nu beğendim. Sekizde dört. Fena sayılmaz. 


Okumak isteyenlere tavsiye ederim:)

Klasik Gizemli Öyküler                  Varlık Yayınları

Söylemeyeceğine Söz Ver

Kırk yaşlarındaki hemşire Kate alzheimer hastası annesine bakmak için çocukluğunun geçtiği New Hope'a döner. Geldiği gece bir cinayet işlenir ve küçük bir kız öldürülür. Cinayet,  yıllar önce  Kate'in okul arkadaşı Del'in cinayetine benzemektedir. Çocukların Patates Kız diye alay ettikleri ve aşağıladıkları Delores Griswold otuz yıl önce aynı şekilde öldürülmüştür. Delores'in katili asla bulunamamış o günden sonra küçük kız hayalet hikayelerinin kahramanı haline gelerek efsaneleşmiştir. Kitabın konusu kısaca böyle. 


'Bir hayalet hikayesi, polisiye ve büyümek üzerine bir masal, bu kitap sizi yetişkinlerin arkadaşlık, ihanet ve cinayetle dolu çarpık dünyasına götürüyor.' Bir cinayet romanından daha fazlası, gerilim dolu bir roman olarak yazıyor kitabın arka sayfasında.




Söylemeyeceğine Söz Ver'de gerilim ötesinde farklı şeyler vardı bana göre. Bu kitabı okurken Del'in düştüğü durumu gerilerek değil içim acıyarak okudum. Dışlanmış, sürekli alay edilen bir kız ve tek arkadaşı Kate. Küçük yaşına rağmen yalnız çevresindeki çocukların ona karşı olan acımasızlığına değil ailesinde olan olaylara da göğüs germeye çalışıyor. Kimseye bir şey söyleyemeden. İçine atarak. Ve sonunda en güvendiği arkadaşı Kate'de ona ihanet ediyor. İstemeden şahit olduğu bir olay ise Delores'in sonunu hazırlıyor. 


Diğer taraftan Kate hayatının büyük bir kısmını hippi olarak geçirmiş olan alzheimer hastası annesi Jean ile karşılaşmasını şöyle anlatıyor: 


'Kim olduğunu biliyorum'


Eve döndüğümde annemin söylediği ilk kelimeler bunlar oldu, kapının girişinde onu kucaklarken, beni böyle selamladı. Vücudu gevşek ve tepkisizdi. Kolları iki yanında öylece sallanıyordu ve iki eli de kalın beyaz bandajlarla sarılmıştı. Mumya eller. Onu görmek için beş bin km yol yapmıştım ve bana sarılmıyordu bile. 
.......


'Seni görmek ne güzel anneciğim.' Kendini zorlayarak gülümsedim.
Tekrarladı.


'Kim olduğunu biliyorum.'


Önümde durdu, fanila kumaştan yapılmış geceliğinin içinde perişan görünüyordu. Uzun, düz ve bir kağıt kadar beyaz saçları karman çorman ve yağlıydı. Ayağında bağcıkları bağlanmamış koşu ayakkabıları vardı. Çenesine kurumuş yumurta sarısına benzer bir şey yapışmıştı. Ona, evet, sen beni tanıyor olabilirsin ama Tanrı aşkına, peki sen kimsin? diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.'  


Bu kitapta beni etkileyen iki bölümden biri buydu. Hiç kimse annesini veya sevdiği bir yakınını bu şekilde görmek istemez ve Kate'in yaptığı gibi içten içe çaresi olmayan bu hastalığa isyan eder. 


Diğer bölüm ise Del'in arkadaşları tarafından tartaklanması ve ölümü. 


Sonuç olarak 'Söylemeyeceğine Söz Ver' benim için çocuk istismarını, ensesti ve alzheimer hastalığının korkunçluğunu gözler önüne seren bir kitap. Gerilmek yerine içim acıyarak okuduğum bir roman oldu. Tavsiye eder miyim? Ederim ama gerilim, hayalet ve cinayet romanı olarak değil. Dram olarak...


Söylemeyeceğine Söz Ver       Jennifer McMahon         Ephesus Yayınları

Beni Çizmişler:)







Bir kutu dolusu yaşam gönderiyorum sana.
Sade bir kurdeleyle süslenmiş.
Çöz kurdeleyi ve kaldır yavaşça kutunun kapağını…
Kocaman bir fırça ve binbir renk koydum kutuya.
Bir Cennet resmi yapıp, içine gir diye…
Düşler serpiştirdim gizlice,
Düş kurmayı unutma diye…
Bir tane de elma şekeri yerleştirdim,
İçindeki çocuğu tadabilesin diye…
Güneşin batışını,
Billur suyun sesini,
Kırmızı gelinciklerin saflığını,
Taze ekmeğin kokusunu,
Ve bir gülümsemeninde sıcaklığını da sığdırdım,
Ruhlarımız aç kalmasın diye…
Kutuya biraz da sevecenlik koydum,
Güçlü ol diye…
Beyaz bir güvercin uçup, kendi kondu bu kutuya,
Barış ve özgürlüğü sunmak için…
Bir buket sevgi, bir yudum aşk ve yarım bir elma daha
Ben koymadan edemedim,
Paylaşmayı hatırlayalım diye…
Sevdiklerimize onları sevdiğimizi söylemek için yarını beklemeyelim,
Hemen şimdi yapalım bunu diye…
İçtenliği umudu nesneyi, bağışlayıcılığı, özgüveni,
Açık yürekliliği unutmadım,
BEN'in dışına çıkıp BİZ'e ulaşalım diye…
Son olarak ta bir kart iliştirdim kutuya.

Bak bu kartta neler yazıyor:
Bu kutunun her kapağını kaldırışında,
Yaşamla ilgili yepyeni şeyler keşfedeceksin.
Yaşamak için yarını bekleme, al yaşamı kollarının arasına
Ve sımsıkı sarıl…
Yaşamdan yalnızca almak yerine, ona birşeyler ver,
Kısacası bütünüyle insan ol
Unutma,
Yaşam dokuması henüz tamamlanmamış,
Olağanüstü güzellikte bir duvar halısıdır.

Ve sana ait olan küçücük boşluğu yalnızca sen doldurabilirsin…

Orhan Veli Kanık