'Duvarların Yarım Yüzyılı'

'Duvarların Yarım Yüzyılı'

Ressam Burhan Doğançay'ın 14 ayrı dönemine ait eserleriyle dünyanın önde gelen müzelerinin koleksiyonlarında bulunan 120 çalışmasından oluşan “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi” sergisi, yarın İstanbul Modern Sanat Müzesi'nde ziyarete açılacak.

Serginin tanıtımı amacıyla düzenlenen basın toplantısına konuşan Doğançay, serginin Türkiye'de bir ilk olduğunu söyledi.
Bir ressamın 50 yılını kapsayan bir sergiyi düzenlemenin kolay olmadığını belirterek, “İlk defa 13 resim dünyanın önemli müzelerinden buraya geldi. Bu eserler, 23 Eylül'den sonra geldikleri müzelere geri gönderilecek” diye konuştu.

Doğançay, duvar yazılarına da değinerek, şöyle konuştu:
“Şimdi duvarlar tertemiz. Çünkü her gencin bilgisayarı var. Yazacaklarını buralara yazıyorlar. 1970'li yıllarda İstanbul'da bir santimetrekare yer yoktu duvarlarda. Politik mesajlarla doluydu. Şimdi duvarlarda yazan tek şey 'Buraya çöp dökmeyin.' Gelişen bu teknolojiye rağmen taş devrinde yaşıyorum. İnternetteki duvarlar ve tweetlerle hiç ilgim yok. Nasıl işlediğini bile bilmiyorum. Bu arada, fakir ülkelerle zengin ülkeler arasındaki uçurum giderek artıyor. Böyle giderse terörizm artacak.”

“En kapsamlı Doğançay sergisi”
İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, İstanbul Modern'de Doğançay'ın ülkedeki en kapsamlı sergisinin oluşturulduğunu söyledi.
Ezcacıbaşı, serginin sanatçının 50 yıllık sanatsal yaşamından kesitler sunduğunu belirterek, şunları kaydetti:

“Burhan Doğançay'ın Türkiye'deki ilk retrospektifi 2001 yılında Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı tarafından Dolmabahçe Kültür Merkezi'nde düzenlenmişti. Böyle bir serginin bir müzede sergilenmesini arzu eden Burhan Doğançay'ın isteğini, yıllar sonra İstanbul Modern'de gerçekleştirmekten dolayı büyük mutluluk duyuyoruz. 1987 yılında, 1. İstanbul Bienali'nde sorumlu olduğum Askeri Müze'de aynı salonda yan yana sergilenen 'Muhteşem Çağ', 'Madonna' ve 'Mavi Senfoni', bu sergide yine bir arada yer alıyor.”
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız

Edebiyat tarihinin en iyi 100 giriş cümlesi

Sabit Fikir'den 'Edebiyat tarihinin en iyi 100 giriş cümlesi'
 
En kötü giriş cümlesi yarışmasının kazananları belli olurken, stylist.co.uk sitesi, kendilerine göre “en iyi ve en ikonik” giriş cümleleriyle başlayan eserleri seçti. “Bir kitabın okuyucuyu ilk cümleden itibaren etkilemesi gibisi yoktur. Okuyucunun okuduğu ilk cümle, kitabın giriş cümlesi, o kitabın satmasını, kapanış cümlesi ise yazarın daha fazla okuyucu kazanmasını sağlar derler,” diyen sitenin “En iyi 100 giriş cümlesi” listesi aşağıda. Cümlelerin Türkçe çevirilerini okuyucularımızın katkısıyla yerleştirmeye devam ediyoruz.


1.J.D. Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklar
"Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum."

2.Leo Tolstoy Anna Karenina
"Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir."

3.Jane Austen Aşk ve Gurur
"Parası pulu olan her bekar erkeğin kendine bir yaşam arkadaşı seçmesinin kaçınılmaz olduğu, herkesçe benimsenen bir gerçektir."
"Dunyaca kabul edilmis bir gercektir, hali vakti yerinde olan her bekar erkegin mutlaka bir ese ihtiyaci vardir." (Hamdi koç çevirisiyle)

4.Charles Dickens İki Şehrin Hikayesi
"Akıl çağıydı, budalalık çağıydı da. İnanç çağıydı aynı zamanda inkar çağıydı da. Bir taraftan aydınlık bir taraftan karanlık mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, yeisin kışı. Her şeyimiz vardı ama hiç bir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ama hepimiz cehenneme de gidiyorduk."

Yazının devamını okumak için linki tıklayınız...

İtfaiye arabası her geçtiğinde...


Canhıraş siren sesleri geliyor caddeden. Pencereden dışarı bakıyorum. Kıpkırmızı itfaiye arabaları yol vermek için önlerinde böcek gibi oraya buraya kaçışan araçları yara yara ilerlemeye çalışıyorlar. Bir süreliğine yol açılsa da ileride aynı manzara ile karşılaşılıyor. Yol yine tıkanıyor, sirenler yine etrafını yırtarcasına çalıyor ve yol yine açılıyor. İlerledikçe sesleri azalıyor sonra tamamen yok oluyor. Olay yerine varılıyor. Seyirciler toplanmış,yorumlar başlamış. Her kafadan ayrı bir ses, ayrı bir kurtarma senaryosu yazılıyor. Akıl verenler, vah vah çekenler. Kurtulanlar ağlaşıyor, bağırışıyor. Canlarını kurtardıklarına sevineceklerine, giden mallarına yanıyorlar. Ne de olsa mal canın yongası. İtfaiyeciler hummalı bir çalışma başlatıyor. Hortumlar çıkıyor, sular boşalıyor koyu duman yavaş yavaş açılıyor. Tüm bu curcunadan geriye simsiyah isle kaplı bir bina ve genizleri yakan yanık konusu miras kalıyor. İtfaiyeciler toplanıyor ve geldikleri gibi geri gidiyorlar. Bir sonraki ihbara kadar...


Bir filmi geçmişe sararak gözlerim itfaiye arabalarının arkasına takılmış, sirenleri kulaklarımda kaybolana kadar takip ediyorum onları.


Derken başka ihbar geliyor. X cadde Y sokak Z numarada yangın var. Hemen hazırlık yapılıyor. Yine sirenler, yine kaçışmalar olay yerine varılıyor ama bu kez yangın falan yok. Asayiş berkemal. Asılsız bir ihbar belli ki. Dönüyorlar gerisin geriye biraz kızgın. Dalga geçilecek bir konu değildir itfaiyenin işi. Asılsız ihbar kurtarılacak bir insanın kaybına, söndürülecek bir yangının dalga dalga yayılarak bir mahallenin felaketine yol açabilir. İşte bunun için kızgındırlar bu duyarsız kişiye.


Sonra başka bir gün yine bir ihbar geliyor. X cadde, Y sokak ve Z numarada yangın var. Yine atlıyorlar araçlara, açıyorlar sirenleri düşüyorlar yollara. Olay yerine varıldığında bir gariplik var. Kimse toplanmamış, ağlayan bağıran insanlar da yok, is kokusu da sarmamış etrafı dahası yangın da yok. Adresi kontrol ediyorlar, etraflarına bakıyorlar. Normal bir gün yaşanmakta mahalle. Bakkal kapının önünde sigara tüttürmekte, kedi kasabın kapısını beklemekte, manav müşterisine domates seçmekte, postacı bir apartmandan diğerine postaları dağıtmakta...Evlere bakıyorlar, camlara bakıyorlar, sokağa göz gezdiriyorlar ve yine kızgın toplanıp gidiyorlar. Ah bir ellerine geçirseler bu sorumsuzu.


O sırada kimsenin farketmediği biri pencereden sokağa bakmakta, tülün arkasından yanıp sönen itfaiye arabalarını seyretmektedir. Ne güzel renkleri vardır koca koca arabaların. Ne güzel sirenleri vardır. Onları gören tüm sürücüler yol vermek zorundadır. Her zaman öncelik onlarındır. Kahramandır onlar. Kırmızı kahramanlar. Polislerinde ambulanslarında sirenleri vardır ama itfaiyeler farklıdır. Hele geceleri ışıkları ne güzel yanar. Nani nani geceyi böler sesleri. Aynı oynadığı oyuncak arabaları gibi. İtfaiyeciler gittikten sonra tekrar döner salonun ortasına yaydığı arabalarına. Bu sefer yangına gitme sırası ondadır. Başlar nani nani diye taklitlerini yapmaya ve eliyle hızla ilerletir döşemenin üzerinde. O sırada annesinin yan odadan sesi gelir kulağına. Komşusuyla dertleşmektedir. 'Ahhh Selma Hanım'cığım aslan gibi delikanlı oldu ama öyle bir illet ki yakasındaki tedavisi yok. Doktorlar böyle idare edeceksiniz diyorlar. Neyse ki bazı şeyleri biliyor, biraz okuma yazma öğrendi, rakamları da tanıyor. Ne olur ne olmaz diye evin adresini de ezberlettik. Sürekli göz altında tutuyoruz. Bazen çok sakin bazen beş yaşındaki çocuklar gibi kaşla göz arasında oraya buraya saldırıyor. Dışarı çıkardığımızda insanların meraklı bakışlarına maruz kalıyoruz. Bilmem anlıyor mu? Huysuzlanıyor eve dönmek istiyor. Evde bile çok dikkat etmek zorundayım. Ocağı açıyor ateşi seyrediyor ya da rastgele telefon numaraları çeviriyor. Bir keresinde yakaladım. Halamı arıyorum dedi. Ses etmedim. Neyse ki şu arabalarla kendini oyalıyor en çokta itfaiye arabalarıyla.'


Gülümseyerek içeriye kulak kabarttı. Kendisinden ve arabalarından bahsedildiğine çok sevinmişti. Evet, annesi çok iyi biliyordu itfaiye arabalarını sevdiğini ama galiba canı sıkıldığında onlara telefon edip çağırdığını bilmiyordu. Bilseydi onu da söylerdi komşu teyzeye...


Yeşim Kuşçu Ermutlu


Hayatın içinden gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır...

Robin Gibb'in anısına

Too Much Heaven...

William Shakespeare'den

 
 
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

William Shakespeare

Kurban

Her şey jinekolog Tora Hamilton'un Shetland'da yağmurlu bir günde yeni taşındığı evinin bahçesine ölen atı Jamie'yi gömmek için çukur kazmasıyla başlıyor. Çukurla uzunca bir süre uğraştıktan sonra eline gelen nesnenin üzerindeki kumaşı çektiğinde eline bir insan ayağı geliyor. Polisin araştırmasında cesetin 30'lu yaşlarında genç bir kadına ait olduğu ve yapılan otopsi sonucu genç kadının ölmeden bir hafta veya on gün önce doğum yaptığı anlaşılır. Kurbanın kalbi çıkartılmış ve vücuduna bir takım semboller kazınmıştır. Tora bu sembollerin, rünlerin, tarih düşkünü kayınpederi sayesinde İskandinavyalılar tarafından adaya getirilen kadim bir alfabe olduğunu  öğrenmişti çünkü buna benzer semboller Tora'nın evindeki mahzende taşlara kazınmış ve yerel tarihe meraklı kayınpederi tarafından teşhis edilmişti. 


Gemi brokeri olan eşi Duncan'ın bu bölgedeki bir şirketten üst düzey ortaklık teklifi almasıyla evi bir   kilise vakfından satın almışlar ve evi tapınma mekanı, içki ve kumar oynatılan bir yer olarak kullanmayacaklarına dair bir kontrat imzalamışlardı. Yaklaşık bir asırlık, geniş taş eve  benzerlerinden çok daha ucuza sahip olmuşlardı. Tora'da Londra'daki işini bırakarak Shetland'daki bir hastanede iş bulmuştu. Çok istemesine rağmen bebek sahibi olamamasının sıkıntısını atları ile oyalanarak atmaya çalışıyordu. 





Öldürülen kadının kimliğinin ortaya çıkartılması için polis adadaki hamile kadınların kayıtlarının incelenmesi sırasında ilginç bir bulguya rastlarlar. Adada daha öncede doğum yaptıktan bir hafta  veya on gün sonra ölen anneler vardır. Ölüm kayıtlarından ailelere ulaşılmaya çalışılır. Bu arada hastane kayıtlarını inceleyen Tora bir takım bilgiler bulur ve bunu polis memuru Dana ile paylaşır. Bu bilgiler Tronal'daki kürtaj yapılan bir doğumevini göstermektedir. Bu hastanede istemeyen gebeliklere son verilirken kürtaj zamanı geçmiş hamilelik sonucu doğan bebekler de evlatlık veriliyordu. Tora ve Dana bir yandan hastanede olup biteni araştırırken öte yandan da Troll efsanesinin peşine düşerler. Bu efsaneye göre Kunal Trowları kız çocuk sahibi olamayan bir erkek ırkı olarak nitelendirilirler. Trowlar insan görünümlü ama çok güçlü, doğal olamayacak kadar uzun yaşayan ve doğaüstü yeteneklere - hipnotize etme ve görünmez olma dahil- sahiptirler. Kunal Trowları üretmek için insan kadınlarını çalıyor, yerlerine bir benzerini yerleştiriyorlardı. Bu birliktelikten daima güçlü ve sağlıklı erkek bebekler doğuyordu. Doğumdan dokuz gün sonra ise anneler ölüyordu.   


Tora bir taraftan bahçesinde gömülen cesetin sırrını ortaya çıkartmaya çalışırken diğer taraftan da Duncan'ın ailesinin sırrını çözmeye çalışıyordu. Kocası Duncan ile Tora'nın atını sakinleştirmek için çok eski bir ilahi fısıldayarak hipnotize eden patronu Ken Gifford'un tesadüfen öğrendiği aralarındaki bağ nereye varacaktır? Ada'daki bu cinayet veya cinayetler, evlatlık verme olayları yıllar öncesine mi dayanmaktadır? Bu soruların cevabını bulmaya çalışırken başka cinayetler işlenmeye devam etmekte ve Tora çıkışını bulamadığı bir labirentin içine hapsolmuştur.  


Kurban, S.J. Bolton'un ilk romanı. Yazar geleneksel Britanya folklörüne olan tutkusundan esinlenerek yola çıktığı Kurban'da kurgusuyla etkileyici bir gerilim romanı ortaya çıkartmış. 

Çevirideki akıcılık ise kitabın zevkle okunmasını sağlıyor. Gerilim romanı okumak isteyenlere tavsiye edilir. 




KURBAN         S.J. BOLTON     PEGASUS YAYINLARI    ÇAĞDAŞ ÖZKAN çevirisiyle











Öğrendik ki...Can Yücel'den...

 
 
 
Öğrendik ki... Bir tek insanın bize ''iyi ki varsın'' demesi, var olduğumuz için... mutlu olmamızı sağlar...

Öğrendik ki... Kibar olmak, haklı olmaktan daha önemlidir...

Öğrendik ki... Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasa ...
da hepimiz çılgınlıklarımızı paylaşacak birini arıyoruz...

Öğrendik ki... Bazen tek ihtiyacımız olan bir el ve bizi anlayacak bir yürektir...

Öğrendik ki... Parayla ''klas insan'' olunmuyor...

Öğrendik ki... Gün içinde başımıza gelen küçücük şeyler gün sonunda koca bir mutluluğa dönüşüyor....

Öğrendik ki... İnkar edip içimizde sakladığımız şeyler gerçekliğini kaybetmiyor...

Öğrendik ki... Biriyle dalaştığımızda tek başardığımız onun bize daha çok zarar vermesini sağlamaktır...

Öğrendik ki... Her yarayı saran zaman değil sevgidir...

Öğrendik ki... Çabuk olgunlaşmak için zeki insanlardan çevre edinmek gerekir...

Öğrendik ki... Karşılaştığımız herkes bir gülüşümüzü hak eder...

Öğrendik ki... Hiç kimse mükemmel değildir...

Öğrendik ki... Hayat zorludur ama biz daha zorluyuz...

Öğrendik ki... Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavuşmanın bedava yoludur...

Öğrendik ki... Hepimiz zirvede olmak istesek de asıl keyif oraya tırmanırken yaşadıklarımızdır...

Öğrendik ki... Zamanımız ne kadar azsa yapacak işler o kadar çoktur...

Öğrendik ki...Birini ne kadar çok seversek hayat onu bizden o kadar çabuk alıyor...

CAN YÜCEL

19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI



            19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA

         GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ

                       KUTLU OLSUN!



Kitabevi 'seans'ları üzre

Günlüğümde en sık geçen cümlelerden biri, sanırım, 'dün bir kitapçı seansı yaptım'dır - ve çeşitlemeleri. Kitapseverlerin, kitap dünyasında yaşamayı seçenlerin yerine koymakta herhangi bir güçlük çekmeyeceği o ritüel'in içeriği gene de kişiden kişiye değişen özellikler, 'şahsilik'ler barındırır.



Bir kitabevinin içinde dolaşanların davranışları görünüşte biribirine benzese bile, herbirinin bünyesinde farklı dinamikler çalışır.

'Tür'lere ayrıştırılabilirler mi? Bunca yıllık bir yaşantı birikiminden, görgü ve gözlem deposundan hareketle, otursam, şen şakrak bir kategorileştirme denemesi kurmakta zorlanmam ya, bilirim, aynı işe soyunabilecek, soyunmuş pek çok okuryazar vardır, herkes sonunda kendi zaviyesinden bakar ama bir dolu ortak değerlendirme sözkonusu olacaktır.

Ana kategoriler, sonuçta, alt kategoriler üzerinden farklı 'tür'lere dağılırlar. 'Benim gibiler' de bir ana kategoriye giriyorlar hiç şüphesiz; ortaklıkları ayrılıklarından fazla ya da üstün müdür oysa? 'Benim gibi'lik tek, biricik bir anlam alanında tanımlanabilir mi? Birden çok ana kategoriye, çok sayıda alt kategoriye sokulmamıza yolaçacak özellikler, saplantılar, sapkınlıklar ile donatılı değil miyiz? Bir deneme kurmak, görüldüğü gibi, masum ve kolay iş değil: Doğru yolu bulduğunu düşündüğü an kaybolmaya aday olduğunu fark eder yazar.

'Benim gibi'liklerden birini seçeyim hemen: Koskoca kitaplığında bir dolu henüz okuma fırsatını bulamadığı kitap beklerken durmadan kitapçı dükkânlarına gidenler. Bu kategoriye girdiğimi gözümü kırpmadan söyleyebilir, ekleyebilirim: Nüfusumuz yabana atılamayacak ölçüde yüksektir.

Buradan saparak denemeyi kurmaya başlayabilirim; şimdi böyle bir niyetim yok gene de burada kalarak 'kitapçı seansı'nda odaklaşmayı seçeceğim.

Bir defasında, kitaplarla tanışmanın öneminden söz etmiştim, çok olmadı: Kitabevlerine yalnızca almak, edinmek için girmiyoruz sonuçta: Karşılaşmak, görmek (görüşmek), yoklamak, kurcalamak, hepsini çatısı altında buluşturduğum tanışmak fiilleri başı çekiyor seanslarda. Kaç başlığa, kapağa, kitap sırtına gözüm ilişir kitapçıda geçirdiğim süre içinde, bilemem; kaçını elime aldığımı, evirip çevirdiğimi, sayfalarını karıştırdığımı, kaçından kaç satır (bazen sayfa) okuduğumu da: Bir seans, her okurun nektar toplamak için noktalar arası arının dolaşmasını andıran irili ufaklı temaslarından, dokunuşlarından, konaklamalarından oluşur.

Dün, 22 Şubat 2012 öğle sonrası, L'Arbre á Lettres kitabevinde yaklaşık bir saat geçirdim. Elim boş çıkabilirdim (sık olageldiği gibi), önceden peylemiş olduğum bir kitabı, Pontalis'in Perdre de Vu'sünü edinerek ayrıldım oradan.

Yaşayan ruhçözümcüler arasında, Wacjman'la birlikte, yazdıklarını en yakından izlediğim kişi Pontalis. Yayımladığı son kitabı Önce'yi iki ay oldu alıp okuyalı, bir düşkırıklığı yarattı bu kez bende metinleri, bir düşüş gördüm yazısında, öncekilerden devşirdiğim yazınsal hazzı bulamadım, iyicene yaşlandı Pontalis, ola ki bilgeliğini törpülüyordur durumu. Perdre de Vu eski bir kitabı (1986), geçen sefer, Seine kıyısındaki 'bouquiniste'lerden birinde arka kapak yazısı çelmişti dikkatimi, ama jelâtinle kapatıldığı için içeriğine göz atamamıştım, dün çeyrek saat ayırdım bulduğum açık nüshaya, başlığın bir parça yanıltıcı olduğunu gördüm, gene de baktığım üç bölüm kitabı edinmeye karar vermeme yetti. (Gece, eve dönüş sonrası, kararımın doğruluğunu onaylayacaktım).

Otobiyografimin üç-dört yıldır üstünde yoğunlaştığım cildi 'kayıp'larıma eksenli: Anamın, Samih'in, Hulusi'nin ölümleri peş peşe geldi, anlaşılan yazarak yaralarıma tuz basmayı seçtim. Perdre de Vu nasıl tam çevrilir Türkçeye kestiremiyorum; gözden ırak düşmenin geri dönüşsüzlüğü, birçok yakınımızı bir daha göremeyecek oluşumuz dağlayıcı bir durum. Gelgelelim, o sulara pek açılmamış burada Pontalis (sonraki kitaplarında sıkça yeralan bir izlek), dokunup geçmiş. Olsun, kitap başka ilginç sulara taşıyacak beni, ondan kitaplığıma girsin istedim.

Sonra, arı dansını sürdürdüm kitapçıda. Pennac'ın taze kitabı Gövdemin Günlüğü'nü karıştırdım bir parça, 'kesişme' ölçümleri üzre. Magris'in Alfabeler'i bu hafta çıktı, önümüzdeki hafta Compagnie kitabevinde imza günü yapacak, uğrayıp 'ce' desem mi yaşlı kurda, belki. Corriera della Serra'da son on yıl içinde yayımladığı denemelerden oylumlu bir seçme bu - bir yaştan sonra kalan vaktiniz ve yeriniz konusunda (ve bütçeniz!) ister istemez daha gerçekçi oluyorsunuz, bıraktım rafına kitabı. Charles Juliet'nin Beckett'le karşılaşmalarını anlattığı ufak kitaptan birkaç sayfa okudum ayakta. Ardından, Noksan'da dokunup geçtiğim, genç yaşta intiharı seçen Edouard Levé'nin Yaşamöyküsü'ne daldım. Yazı ritmi de kara alay tonu da çok alımlı. Dönüp alacaklarım arasına katılmış mıdır?

Başka ufak tefek temaslar da oldu dün, tezgâh-raf arası: Biriki Tagor'a göz attım serginin etkisiyle, bir yoklama daha yapacağım. Yeni çıkan şiir kitaplarına eğildim. Conrad'lara bakacaktım, az başlıkla karşılaştım. Çıkışta düşündüm:

İstanbul'daki 'seans'larım nasıl geçiyor? Gönlümce pek az kitapçı kaldı şehirde, asıl vaktimi sahaflara ayırıyorum. Şüphesiz, kitaplığımın Türk edebiyatı ve kültürü bölümünde neredeyse bütün ana yapıtların olduğu bir gerçek. Yeni çıkanlara göz atıyorum sıklıkla, sahaflarda ganimet arayışım sürüyor - orası dipsiz kuyu. İstanbul'da, 'protokol'dayım ayrıca: Bir dolu kitap çıkar çıkmaz ulaşıyor elime. İstanbul tavaflarını farklılaştıran etmenler.

İnsan, midesini doyurmak için her gün çaba gösterir, tinini nasıl ve neyle doyuracağı bir o kadar önemli değil mi? 'Benim gibiler' durmadan okur, dinler, izler: Sabahtan gecenin ucuna. Sokağa bile cebimizde kitap, defter kalem, i-pod ile çıkıyoruz.

Dükkânlar müşteri kaynıyor; gerçek ya da düzmece gereksinme, alışveriş ve tüketim alışkanlığı iliklere işliyor, global mal düzeninde.

Kitapçı seansları alternatif yaşama düzeninin sıcak törenleri.

-Enis Batur - Cumhuriyet Kitap'tan alınmıştır-

Bir Yıldız Daha Kaydı-Donna Summer




No More Tears - Donna Summer

İyi Düşün


Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?






Carlos Fuentes'in Ölümü



Edebiyat dünyası bugün bir yazarını daha kaybetti. Latin edebiyatının güçlü kalemlerinden olan 1928 Meksika doğumlu yazarın ölümü Meksika başbakanı Felibe Calderon tarafından sevgili dostum ve hayranı olduğum dünyaca ünlü Meksikalı yazar Carlos Fuentes'in ölümünden derin üzüntü duyuyorum sözleriyle duyuruldu.

Hukuk ve ekonomi öğrenimi gören Fuentes bir süre diplomat babasının izinden giderek Meksika'nın Fransa Büyükelçiliğini yaptı. 1950'lerin başında Komünist Partiye girdi. 1962'de partiden ayrıldı ama Marksizmi savunmaya devam etti. 1968 Meksika Olimpiyatları sırasında hükümetin öğrenci olaylarını şiddet kullanarak bastırmasını protesto etmesi üzerine ülke dışına sürüldü.



1954'de yayınlanan ilk öykü kitabı Maskeli Günler'i ilk romanı Havanın Temiz Olduğu yer izledi. 1962 yılında yayınlanan Aura adlı uzun öyküsünden sonra aynı yıl çıkan Artemio Cruz'un Ölümü yazara uluslararası ün kazandırdı. 

Fuentes Terra Nostra, Diana, İnez'in Sezgisi, Yanık Sular, Koca Gringo, Sefer, Kendim ve Ötekiler, Laura Diaz'lı Yıllar gibi romanları ve öykü kitaplarındaki büyülü sözcükleriyle okuyucularının gönlünde taht kurdu.



1978 yılında Marquez ve Llosa'dan sonra Venezuella'nın ünlü Romulo Gallegos ödülüne değer görüldü. Ayrıca Meksika'nın en önemli edebiyat ödülü kabul edilen Ulusal Edebiyat Ödülü ve İspanyolca yazan yazarlara verilen en saygın ödül niteliğindeki Cervantes ödülünün de sahibi olan yazar Arjantinli Ñ (Enye) dergisiyle yaptığı bir söyleşide “siz de onlar gibi Nobel almak istemez misiniz sorusuna ise şöyle cevap verdi:
“Kimin hoşuna gitmez Nobel almak, ama ben çocuklara verilen Veracruz ödülünü bile alsam memnun olurum. Bazıları ödül almak için yazar. Ama ne Mario ne Gabriel ödül almak için yazar. Her ikisi de samimiyet ve içlerinden gelen dürtüyle yazarlar. Üstelik ne Kafka, ne Tolstoy, ne Proust hiçbirisi Nobel almadı. O halde niye şikayet edeyim ki?”