Yazarların kayıp eserleri

Bazı yazarların yayımlanan eserleri kadar çalındığı ya da kaybolduğu için yayımlanmayan eserleri de edebiyat tarihine geçti. Ama tabii kayıp olarak...

Hepsi dünya edebiyat tarihinde hatırı sayılır bir yere sahip. İnişli çıkışlı yaşadıkları hayatları yazın dünyalarını da etkiledi şüphesiz. Biz onları yayımlanan yapıtlarıyla tanıdık ve okurları olduk. Ama yazdıkları her yapıt yayımlanmadı. Kimi yarım kaldı, kimi öldükten sonra yakılmasını istedi, kimi elleriyle yaktı, kimi trende çaldırdı, kiminin yazdıkları da kayboldu gitti. İşte o yazarlardan bazıları ve onların tuhaf hikayeleri...


Kaleminin en güçlü döneminde yazmıştı

   

 Sylvia Plath’in tek romanı Sırça Fanus dışında başka bir roman yazmaya başladığına dair tek kanıt 1977’de Ted Hughes’tan gelmişti. Hughes, eski eşinin adı Double Exposure olması düşünülen başka bir roman için 130 sayfa civarı bir şeyler karaladığını ancak romanın 1970’lerde bir ara kaybolduğunu söylemişti. Edebiyatseverlerin karalar bağlamasının sebebi ise Plath’in Ariel kitabını oluşturan şiirleri de yazdığı dönem olması. Zira Plath kariyerinin en özgün örneklerini bu dönemde veriyordu.


Pustperest misin sen Gogol


Ömrü yettiğince ahlak ve din konularıyla mücadele eden Nikolay Gogol, başyapıtını da bu savaştan çıkarmıştı. Gogol, 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatının çığır açan eserlerinden biri olarak kabul edilen Ölü Canlar'ın devamı niteliğinde bir roman daha yazmıştı. Ne var ki, edebiyatın putperestlik olduğunu telkin eden bir papazın sözlerini dinleyen Gogol, Ölü Canlar II metnini yaktı. Delirmenin eşiğine gelen Gogol 10 gün sonra hayatını kaybetti.




Yarım kalan roman

Hastalığı iyice ilerlemiş olan Jane Austen, ölümünden sonra ailesinin The Brothers (Kardeşler) adını verdiği son romanını tamamlayamadan hayatını kaybetti. Austen’ın hastalık ve evham üzerine yazdığı son eseri Aşk ve Gurur'un ününü gölgede bırakır mıydı, hiç bilemeyeceğiz.



Yazarların kayıp eserleri: Yazarların kayıp eserleri

Yüz yıldır kayıp olan beş yüz yıllık kitap bulundu


Dublin’deki Archbishop Marsh’s Library’den (Başpiskopos Marsh’ın Kütüphanesi) yüz yıldan uzun bir süre önce kaybolmuş olan beş yüz yıllık bir kitap, nihayet iade edildi. Yunan filozof ve doktor Galen‘in beş ciltlik eserinin bir parçası olan kitap, aslında 1701′den beri kütüphaneye aitti ve özgün koleksiyonunun bir parçasını oluşturuyordu. Kitabın neden ya da nasıl kaybolduğu bilinmiyor, fakat kütüphane yetkilisi Dr. McElligott’ın açıklamasına göre, bu kadar önemli bir tıbbi metin yüz yıl önce bile ciddi bir şekilde korunuyor olmalıydı.


Irish Times‘ın haberine göre, 17. yüzyılda yaşamış doktor Theodore Gulston’a ait olan kitap Dublin’deki bir eskiciden antika bir aynayla beraber 90 avroya alındıktan sonra geçtiğimiz cuma kütüphaneye teslim edilmiş. Dr. McElligott, kitabın, görür görmez değerini anlayan biri tarafından bulunmuş olmasının büyük bir şans olduğunu söylüyor. Adsız kahramanla ilgili olarak “Özellikle de her türlü ödülü reddetmesi çok etkileyiciydi — tek istediği doğru olanı yapmaktı,” diye de ekliyor. Ciltlerin en önemli özelliklerinden biri de Gulston’ın sayfaların kenarlarına notlar almış ve bazı bölümleri kâğıt parçaları ya da iğnelerle işaretlemiş olması. “Tarihçiler ve akademisyenler için bu altın tozu gibi,” diyor Dr. McElligott.



Türkiye’de de birçok nadir eser, değerini bilmeyen aileler tarafından sahaflara satılıyor. Fakat, Divânü Lûgâti’t-Türk‘ün (Türk Diyalektikleri Sözlüğü) durumunda olduğu gibi bazen sahaflar da ellerinin altında ne bulunduğundan habersiz olabiliyorlar. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından Araplara Türkçe öğretmek için hazırlanan sözlük, uzun yıllar yok olduğu düşünüldükten sonra, 1910 yılında Ali Emiri Efendi tarafından Burhan sahaftan 33 liraya alınmış, böylece dünya üzerindeki tek kopyasının tıpkıbasımı ve günümüz Türkçesine uyarlanmış yeni baskılarıyla tabiri caizse insanlığa yeniden kazandırılmıştır (Melville House aracılığıyla).

Sabit Fikir'den alınmıştır...

SİYAHLI KADIN

Avukat Arthur Kipps müvekkili Alice Drablow'un ölümü üzerine miras işlerini halletmek, Eel Marsh Malikanesini satmak için oğlunu ve dadısını evde bırakarak Londra dışında bir kasabaya gider. Kasabalıların misafirperver olmadığını ve kasabada istenmediğini anlar fakat işlerini bitirmek için hafta sonuna kadar kalmak zorundadır. Trende tanıştığı adamın yardımıyla gelgitlerlerin ortasında kalmış Eel Marsh malikanesine ulaşır. Burada bulduğu bir takım yazılarda Alice Drablow'un oğlunun zorla evlatlık verildiğini ve çocuğun bataklıkta öldüğünü öğrenir. Araştırmalarını ilerlettikçe malikanede yalnız olmadığının farkına varır. Siyahlı kadın ve çocuklar tarafından izlenmektedir.

Bu arada kasabada garip çocuk ölümleri meydana gelmeye başlar. Kipps Alice Drablow'un ve oğlunun trajik ölümü yanı sıra çocuk ölümlerini de araştırmaya başlar ve tüm yollar siyahlı kadına çıkar. Sonunda Kipps siyahlı kadının istediğini ona verir ama her şeyin bir bedeli vardır. Ve o bedeli filmin sonunda öder.


Siyahlı Kadın karanlık, gotik bir film. Beklenmedik anda ortaya çıkan hayaletleri, sallanan sandalyeleri, nerden geldiği bilinmeyen sesleri, kendi kendine çalışan oyuncakları, mezarları, ölüleri ile tipik bir korku filmi. Son zamanlarda seyrettiğim en güzel korku filmi diyebilirim. Bu arada manzaraları çok hoşuma gitti. Filmin geneli Essex bölgesinde Osea adasında çekilmiş. Filmin başrolü Arthur Kipps karakterini Daniel Radcliffe canlandırıyor ama bana göre biraz daha Harry Potter olarak kalsaymış daha iyi olurmuş:) Nedense bu rol onun üzerinde eğreti durmuş gibi geldi bana. Radcliffe'i Harry Potter olarak görmeye olarak alışmışım ki büyümesini kabullenemedim herhalde:)) Şaka bir yana eski bir kasabada, eski evlerin arasında geçen karanlık bir korku filmi seyretmek isterseniz kaçırmayın derim...

TATİANA ALEXIEVICH VE DİĞERLERİ… KAYBOLAN MOZAİKLER.


Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir evin yüksek tavanlı geniş salonunda son notaların tınılarını bitirip ellerimizi eski piyanonun tuşlarından çektikten sonra “Bu günlük bu kadar, gelecek sefere yüz onbeş, yüz onaltı ve yüz onyedinci sayfaları çalışıp geliyorsun. Ölçülere dikkat et üç sekizlik vivace  (çabuk, canlı), üç dörtlük andante (orta hızda) ve iki dörtlük moderato (ağır)  çalınacak” dedi her zamanki gibi ‘r’ lerin üstüne bastıra bastıra, sert emir verir gibi konuşarak.
“Tamam, Bayan Tatiana” dedim. “Haftaya bu parçaları hazırlıyorum. Bu arada dikkatimi çekti bugün çok şık ve heyecanlısınız. Özel birini bekliyorsunuz herhalde?”
“Ahh evet birazdan bizim kızlar gelecek. Lina ve Anna. Sana daha önce onlardan bahsetmiştim değil mi? Hani şu balerin olanlar. Vaktin varsa otur da tanıştırayım seni onlarla”.
“Vaktim var ama rahatsız etmeyim sizleri”
“Hayıırrr. Rahatsız etmiş olmazsın, isterim onlarla tanışmanı. Bilirsin sen benim için diğer öğrencilerimden farklısın. “
“Tamam, kalıyorum o zaman”.
“Benim mutfakta biraz işim var. Votkaları hazırlayacağım, ha bir de semaveri.
Arkasından baktım, beyaz saçlarını topuz yapmış, ince, uzun boylu, buz mavisi gözlü Tatiana’nın. Daha dün gibi geldi bu eve ilk gelişim. Uzun süre ara verdiğim piyano derslerine tekrar başlamak istiyordum. Opera’da çalışan komşumuzdan yardım istemiştim.
“Bizim Tatuş var ders veren, bizden emekli, ben bir konuşayım haber veririm sana” demişti. Ertesi gün Tatiana’yla konuştum telefonunu bekliyor” diyerek hakkında fazla bilgi vermeden telefon numarasını yazdığı kâğıdı elime tutuşturdu.  Tatiana Alexievich 259…..
Numarayı çevirmemden bu yana iki yıl geçmişti.
“Daha önce piyano çalıştınız mı?”
“Evet”
“İyi o zaman”
“Derslerim kırk beş dakika sürer. Ücretimi her dersin sonunda alırım. Her hafta düzenli gelmelisiniz. Ders atlatan öğrencileri sevmem. Yarın saat üçte müsaidim.  Sizin içinde uygunsa görüşebiliriz. Gelirken daha önce çalıştığınız notaları yanınızda getirin lütfen”.
“Yarın saat üçte görüşmek üzere” diyerek bana hiç seçenek bırakmayan, tek taraflı, nefes almaksızın cümlelerin sıralandığı,  sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş hızlı bir görüşmenin sonunda adresini vererek telefonu kapatmıştı. Kimine göre oldukça itici gelebilecek bu konuşma nedense hoşuma gitmişti. Beni hiç tanımamasına rağmen şartlarını hiç kıvırmadan önüme koymuş, kısacası bu iş disiplin ister, öyle lay lay lom işi değildir ona göre gel” demek istemişti.
Ertesi gün elimde notalar, Beyoğlu’ndan Tünel’e inen sokaklardan birinde, ferforje kapılı, beş katlı eski bir apartmanın önünde Tatiana yazan zile basıp içeri girdiğimde ilk önce eski evlere özgü nem kokusuyla sonra da sırasıyla ahşap camlı ikinci bir kapı, mermer merdivenler ve yıllara meydan okumuş bir asansörle karşılaştım. İki kişinin zor sığabileceği asansör gıcırdayarak üçüncü kata çıktı. Kapıyı çaldığımda çift kanatlı kapının arkasından gelen sesi yanıtlar yanıtlamaz kapı açıldı. Karşımda yaşlı ama dimdik duran, beyaz saçlı, uzun etek ve v yakalı kazak giymiş, babet ayakkabılı bir kadın duruyordu.
                                                           
“Merhaba ben Tatiana” dedi sıkıca, kendine güvenli bir şekilde elimi sıkarak. Aklıma bir yerlerde okumuş olduğum “tanışmalarda ilk otuz saniye” isimli makale gelmişti. Bu güne kadar otuz saniyede beni etkileyen kimse olmadığı için bunun bir geyikten ibaret olduğunu savunan ben Tatiana’yı gördükten sonra fikrimi tamamen değiştirmiştim.
“İşte bu” dedim içimden. Bu kadın piyanoyu tam anlamıyla öğrenmek isteyen bana öğretebilecek kişi, bundan başkası olamaz. O ana kadar hiçte kale almadığım bir teoriyi alt üst ederek bana bunun doğruluğunu bilmeden yüzüme çarpan bu kadın kim bilir ilerde önümde başka hangi yolları açacaktı.  
Ve aradan geçen iki yıl o andaki düşüncemin hiç de yanlış olmadığını gün gibi ortaya koydu. Belli ki bende onun istediği gibi bir öğrenci oldum. Hastalıktan kafamı kaldıramadığım,  sınavlardan sabahlara kadar ders çalıştığım ve piyanonun kapağını dahi açamadığım zamanlarda bile uykulu gözlerle, sürünerek de olsa mutlaka derslerine gittim. İşte bu yüzden bende onun için farklıydım.
Salondaki gümüşlüğün üzerindeki resimlerine baktım. Resital verirken, büyük bir bahçede ailesi ile objektife gülümserken, elinde içki bardağı bir resepsiyonda, anılar, anılar. Yavaşça mutfağa doğru gittim “Yardıma ihtiyacınız var mı Bayan Tatiana” diye sordum.
“Ah yok ben her şeyi hazırladım bir tek şu semaveri fişe takacağım o kadar. Bunların elektriklilerini çıkarmışlar. Bir öğrencim hediye etti. Biz Rusya’da bunu odun ateşiyle ısıtırdık.” dedi gülerek. Gümüş tepsiye yaydığı kenarları dantel işlenmiş beyaz keten örtünün üzerine dört tane votka bardağı yerleştirdi. “Smirnoff, çarın içkisi, bilirsin” dedi. “Eskiden votkaları annem yapardı. Bende biliyorum yapmasını ama uzun iş. Marketten almak daha kolay”. Mutfak tezgâhının diğer tarafına porselen çiçekli pasta tabaklarını, parlatılmış gümüş çatal ve bıçak takımını, gümüş sıvama tekniği ile yapılmış antika sayılabilecek zarflı bardakları ve beyaz ketenden kolalanmış peçeteleri hazırlamıştı.
“Pirochki yaptım” dedi. “Bilirmisin? Rus Böreği”. Bilmiyordum ama nedense bilmiyorum diyemediğim için sesimi çıkartmadım. “Bu da Pacha, piramit pasta. Çayla ikram edeceğim bunları. Umarım seversin” demeye kalmadan kapı çaldı. “Geldiler” dedi gözleri parlayarak. Belli ki bir iki arkadaşı ve öğrencilerinden başka gelen kimsesi olmadığı için her kapının çalışı onda ayrı bir heyecan yaratıyordu.
Kim tahmin edebilirdi ki dadılarla muhteşem bir köşkte büyümüş, piyano dersleri almış, kristal ve porselenlerle donatılmış koskoca masalarda kardeşleri, anne ve babasıyla yemekler yemiş, genç kızlığında davet edildiği balolarda valsler yapmış ve bu gecelerden birinde hayatının aşkıyla karşılaşmış, Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarının karla kaplandığı kış mevsiminde bir yerden bir yere atlı kızaklarla, kürkler içinde uçarcasına yolculuklar yapmış Tatiana Alexievich’in Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde yaşamını üç beş arkadaşının ve ders verdiği öğrencilerinin yolunu bekleyerek birçok vatandaşı gibi şaşalı hayatını sona erdiren, ülkesinden kaçmasına neden olan Rus devrimi sayesinde başından geçen onca olaya rağmen yine de dimdik hayata tutunmaya çalışacağını. Aynen böyle özetlemişti bitirdiğimiz bir dersin sonunda koskoca hayatını. O zaman anlamıştım geçmişinde yaşamanın günümüzdeki yaşantısından daha mutlu ettiğini onu. Ne zaman Rusya’dan ve evinden bahsetse gözleri buğulanır ve ağlamamak için zor tutardı kendini. Her zaman son cümlesi “neyse ki canımızı kurtarabildik” olurdu.
Kapıyı açtığında içeriye kendi yaşlarında iki yaşlı hanım girdi. Aralarında Rusça bir şeyler konuştular. Salona girdiklerinde Tatiana beni Anna ve Lina ile tanıştırdı. Bu tanışma faslı bana Tatiana ile ikinci ve üçüncü kez tanışıyormuşum gibi geldi. Aynı disiplin, aynı duruş, aynı konuşma tarzıyla seri üretim yapan fabrikanın ürünleri gibiydiler.
Anna çok şık Chanell döpiyesini inci kolye ile tamamlamış, Lina ise lacivert ceket pantolon takımının üstüne gözleriyle aynı renkte bir fular takmıştı. Yetmişli yaşlarını süren bu üç kadın zariflikte birbiriyle yarışıyordu.
Bolşevik devriminden sonra güz yaprakları gibi bir ülkeden diğerine savrulan birçok Rus gibi onların payına da İstanbul’da buluşmak düşmüştü. O gün neler anlatmadılar ki geçmiş yaşamları ile ilgili. Anna’nın  göl kenarında doğduğu, duvarlarında büyük portreler asılı, koridorlarında çocuk seslerinin çınladığı, oyun oynarken kayboldukları, sütunlu koskoca köşkü. Özel öğretmenlerden aldığı binicilik ve bale derslerini, aileleri geceleri davete gittiği zaman dadılarının tüm kardeşleri şömine ateşi karşısında toplayıp anlattığı masallarla süslenmiş mutlu çocukluk günlerini.
Lina’nın her pazar ailesi ile kiliseye gidişi, rahiplerin duvarlarda yankılanan sesleri, dönüşte aşçılarının içmeleri için hazırladıkları borsch çorbasını nasıl iştahla yediklerini, tüm gün kaynayan semaveri, içilen ev votkalarını, kızaklı atları, çan seslerini, ilk aşklarını hatta arkalarında bıraktıkları nişanlılarını.
Anlattıklarını dinledikçe kendimi Dostoyevski, Tolstoy, Gogol ya da Puşkin’in kitaplarının içindeymişim gibi hissediyordum. Yoksa Çehov mu?
Ufak bir farkla Tatiana’nın deyimiyle bizim kızların hikâyeleri hep aynı şekilde bitiyordu.
Bir gün uyandıklarında St. Petersburg’un ismi  Petrograd olarak değişmiş, 1917’de kanlı bir devrim dalga dalga yayılmaya başlamış, insanların evleri basılmış, kimileri tutuklanarak bilinmeyene götürülmüş, şanslı olup kaçabilenler yanlarına alabildikleri eşyaları ile trenler ve gemilerle yeni hayatlarına doğru endişeli bir yolculuğa çıkmışlardı. Lina, Tatiana ve Anna’nın aileleri kader birliği yaparcasına İstanbul Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi. Diğerlerine göre daha şanslı sayılırlardı. Tatiana İstanbul Opera ve Balesinde yıllarca piyanist olarak çalışmış, Lina aynı yerde bir süre balerin daha sonra ise eğitmen olarak birçok eserin sahnelenmesinde balerin ve baletlere yardımcı olmuştu. Anna ise İstanbul’lu bir beyefendiye aşık olmuş, bu aşklarını mutlu bir izdivaçla tamamlamışlar, çok istemesine rağmen kendi çocuğu olmamış ama açtığı bale okulunda yüzlerce minik balerin yetiştirmişti.
Anıları eşliğinde onlarla birlikte içtiğim Smirnoff’un ve tavşankanı semaver çayının tadı sohbetleri gibi damağımda kalmıştı. Onlardan ayrıldıktan sonra İstanbul’un renkli mozaiğinin parçaları diye düşünmüştüm. O günden sonra bu yaşlı kızlarla bir daha karşılaşmadım. Önce Lina’nın, sonra da Anna’nın sonsuzluğa intikal ettiğini öğrendim.
Geçenlerde yine Tatiana’yı aradım. Uzun uzun çalan telefonu açan olmadı. Kim bilir diye geçirdim içimden, belki de kaybolan son mozaik Tatiana oldu içlerinde…
Yeşim Kuşçu Ermutlu