ARGOL ŞATOSU'NDA

                                                                

Argol Şatosu'nda Julien Gracq'ın 1937 yılında yazdığı ilk romanı. Issız, görkemli bir ormanda bir o kadar görkemli eski bir şatoda Albert ve arkadaşları Hermenien,kadın, beden simgesi Heidi arasındaki ilişkilerini anlatıyor roman.

Sürrealist bir yazarın kaleminden çıkan romanda alışılagelmişin dışında bir anlatım tarzı var. Sayfalar ilerledikçe insanın da içi kararmaya başlıyor. Sıkıcı bir ıssızlık, sessizlik ve durağanlık hakim. Konu ne kadar sıkıcıysa betimlemelerde o kadar canlı. Kullandığı edebi dil romanı hem sıkıcı hemde okunamaz hale getiriyor. Betimlemeyle birlikte konuya biraz hareket katsaydı zevkle okunabilir bir roman olabilirdi ama beni sıktı okurken. Bitsin de kurtulayım dediklerimin arasında yerini aldı. Yazmayı sevenler için betimlemeleri nedeniyle okunabilecek örnek kitap diyebilirim ama yalnızca roman okumak isteyenler için vakit kaybı.

Bugüne kadar hep sevdiğim kitapları yazdım ama bugünden sonra sevmediğim, okuduktan sonra kütüphanenim en diplerine kaldırdığım kitaplarıda yazmaya karar verdim. Ve ilk olarak Argol Şatosu'nda ile açılışı yaptım. İçinizde bu kitabı okuyanlar var ise yorumlarınızı gönderirseniz sevinirim.

Kitaptan ufak bir tadımlık:

"Küçük kilise muhteşem bir harabe görüntüsü sunuyordu. Dua yerinin dinmez bir acıyla zaman tükeninceye dek gözyaşı döktüğü kilisenin zarif, taş kemer parçaları ihanete uğramış bir kahramanın beyaz kolları, bacakları gibi darmadağın olmuş, siyah çimenlerin içinde çeşitli yerlere devrilmişti. Yaprakları tuhaf bir biçimde dantelli savruk bitkiler, sert dikenli böğürtlenler, gri yulaf demetleri taşlara takılıyordu. Orman küçük kiliseyi her yanından, boğucu bir manto gibi sararak koyu yeşil yapraklarının altında belli belirsiz, uyuyan su kıpırtısızlığı gibi devinimsiz bir alacakaranlıkta dalgalanıyordu. Burası öyle sıkı sıkı kapalıydı ki içindeki hava ancak uzun süre kapalı kalmış bir odadakinden biraz fazla akım sağlayabilirdi. Donuk bir bulut olarak duvarların çevresinde dalgalanan, içine yosunun ve kurumuş taşların yüzyıllarca dayanan kokusu sinmiş olan bu hava, değerli kutsal kalıntıların içinde bekletildiği, hoş kokulu bir merheme dönüşmüştü. Ama bu sırada, zamanın, akışını sanki bir mucizeyle durdurduğu bu düş evreninde, demir bir saat, tehlikeli silahlarını çekiyordu. Bu ıssız yerlerde boş bir zaman ölçüsünde, ruha buraların özünden hiçbir şey vermeyip yalnızca cehennem silahının patlamaya hazır olduğunu haber veren düzeneğin gıcırtılı ve düzenli sesini Albert, Hermenien ırmağın kıyısında birden ortaya çıktığında duyduğu ürkütücü, büyülü seslerin açıklaması olarak hemen benimsedi..."

Argol Şatosu'nda            Julien Gracq         Ayşe Eziler Kıran çevirisi ile     YKY'den

Beraberdir adalılar!

Beraberdir adalılar!

“Sami Solmaz’ın gözüyle Adalılar Sergisi” Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu –Adalar Müzesi işbirliğiyle 25 Ocak’ta Sismanoglio Megaro binasında...

“Beraberdir adalılar! Dil, din, mezhep, ırk bilmezler. Aynı teknede gibidir onlar, beraber giderler balığa, yangına, düğüne, içmeye… Anakara karışmazsa yüzyıllarca daha yaşarlar burada, ada’da…” Serbest gazeteci ve fotoğrafçı Sami Solmaz’ın Beyoğlu’nda İstanbul Yunan Konsolosluğu’na ait Sismanoglio Megaro binasında gerçekleştireceği sergisinde tarihten izler barındıran ada topraklarında yaşayan insanlara dair çektiği kareleri sanatseverlerle paylaşıyor.
 
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

ÇİZMELİ KEDİ NEŞELİ AYAKLARI YEDİ:)

İki gündür çocuk filmlerine gidiyorum. Malum sömestr dönemindeyiz. Yeni bir film, yeni bir eğlence, yeni bir kitap sömestri geçirecek aktivite lazım:)

İlk filmimiz Çizmeli Kedi idi. Çizmeli Kedi'nin El Mariachi versiyonu:) Sevimli kedimiz bir aksiyon filmiyle çıkmış seyircilerinin karşısına. Yıllar öncesinden tanıdığı üç kağıtçı yumurta Humpy Dumpty ve hırsızlar kraliçesi seksi Kitty Yumuşak Pati ile altın yumurtlayan kazın peşine düşüyorlar. Humpy Dumpty binbir dümenle Çizmeli Kedi'yi bu maceranın içine sürüklüyor ve sonrasında içinde aşk, macera, dram,aksiyon karışımı müzikleriyle, esprileri ile nasıl geçtiği anlaşılamayan bir 90 dakika başlıyor. Çizmeli Kedi'nin koskocaman gözleri ve Kitty ile yaptığı dans görülmeye değer. Eğer görmediyseniz tavsiye ederim. Filmin 3D olması ki artık bütün çizgi filmler üç boyutlu yansıyor beyazperdeye filmi daha da zevkli hale getiriyor. TV'de çizgi film seyretmesini sevmeyen ben Çizmeli Kedi'yi severek izledim. Bu arada 2012 yazında Madagaskar geliyormuş:) Fragmanı gösterildi. Madagaskar ve Buz Devri... Benim kült animasyonlarım...Hele ki Madagaskar'daki penguenler ve Buz Devri'ndeki meşe palamutunun peşindeki sincap Scrat:))



Bugün ise Neşeli Ayaklar 2'ye gittik. Neşeli'den çok Sıkıcı Ayaklar deselermiş isim çuk otururmuş. İlk yarı baydı da baydı sıkıntıdan patladık. İkinci yarı nispeten daha iyiydi ama Çizmeli Kedi Neşeli ayakları yedi:) Filmde sözden çok müzik var. Şarkıyla ve danslarla filmi geçiştirmeye çalışmışlar ama olmamış. Ortaya çocukları bile sıkan sevimsiz bir film çıkmış. Çizmeli Kedi'yi ne kadar öneriyorsam Neşeli Ayaklar'ı da o kadar önermiyorum. Çocuklar bu filmde geçirecekleri zamanı daha farklı bir film veya aktiviteyle değerlendirebilirler.
Seçim sizin... İyi seyirler, iyi eğlenceler:)



Şehit komutanın kahve değirmeni 122 yıl sonra bulundu

Şehit komutanın kahve değirmeni bulundu

JAPON Kralı Meiji’ye yapılan ziyaretten dönerken 1890 yılında Pasifik Okyanusu’nda 550 denizcisiyle batan Ertuğrul Fırkateyni’nde yapılan kazı ve kurtarma çalışmaları sırasında geminin kazada şehit olan komutanı Osman Paşa’ya ait kahve değirmeni ile bir makineli tüfeğe ait mermiler bulundu.

Arkeolog ve konservatör Bertha Lledo Turanlı, "Kahve değirmeninin, geminin motorları İngiltere’de takılırken Osman Paşa’ya hediye edildiğini öğrendik" dedi.

35 METRE DERİNLİKTE 122 YIL SONRA BULUNDU / WEB TV

Pasifik Okyanusu’nda batan Ertuğrul Fırkateyni’nde 4 yıl önce başlayan kazı ve kurtarma çalışmalarında gün ışığına çıkarılan eser sayısı 8 bini aştı. Bodrum ve Karya Bölgesi Kültür Sanat ve Tanıtma Vakfı ile Sualtı Araştırma Enstitüsü (INA) işbirliğiyle yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarında son olarak 35 metre derinlikte bir kahve değirmeni bulundu. 1878 yılında İngiltere’deki T.& C. Clark & Company tarafından üretilen ve Paris’te aynı yıl düzenlenen ’En İyi Dizayn’ yarışmasında gümüş madalya kazanan, özel yapım, 5 kilogram ağırlığında ve iki parçadan oluşan kahve değirmeninin aynı yıl Ertuğrul Fırkateyni’nin motorlarının takılması nedeniyle İngiltere’de bulunan komutan Osman Paşa’ya hediye edildiği ortaya çıktı. Kahve değirmeninin yanı sıra Plevne Savaşı’nda kullanıldığı tespit edilen makineli tüfeğe ait 600 mermi ve porselen tabaklar da gün ışığına çıkarılarak konservasyonu yapılmak üzere Bodrum’a getirildi.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Konstantiniyye'den İstanbul'a

Konstantiniyye'den İstanbul'a
Xıx. Yüzyıl Ortalarından Xx. Yüzyıla
Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları

21 Ocak – 1 Nisan 2012
 

Pera Müzesi

XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyılın başlarında İstanbul’da faaliyet gösteren fotoğraf ustalarının karelerinden oluşan, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu ve bazı özel koleksiyonlardan derlenen sergi, bir devrin İstanbulu'nu eşsiz kıyıları, çarpıcı yapıları, gündelik hayatı ve ilginç kişikleriyle gözler önüne seriyor. Usta fotoğrafçılar Ali Sami Aközer, Félice Beato, Guillame Berggren, Abdullah Biraderler, Gülmez Biraderler, Ernest Edouard de Caranza, Sebah&Joaillier, Maurice Meys, Ali Enis Oza, James Robertson ve Elisa Pante Zonaro dönemin ağır ve zahmetli teknikleriyle çekilmiş fotoğraflarla İstanbul’un geçmişteki çehresini belgelemekle kalmıyor, bir sanayi merkezi, hatta büyük bir metropol haline gelmiş, silueti, mimarisi, taşıtları, köprüleri, rıhtımları, caddeleri ve meydanlarıyla bambaşka bir görünüme kavuşmuş olan bu kentin Anadolu yakası kıyılarında bizleri keyifli bir yolculuğa çıkarıyor

Karanlıkta Fısıldaşanlar / Stalin Rusya'sında Özel Yaşam



Rusya’nın her tarafından Stalin teröründen sağ kurtulanların gizli çekmecelerde ve döşek altlarında sakladığı mektuplara, günlüklere, fotoğraflara, kişisel belgelere ve sözlü tanıklıklara dayanılarak kaleme alınan Karanlıkta Fısıldaşanlar birçok Sovyet ailesinin gizli geçmişini açığa çıkarırken, Stalin’in zorba yönetimi altında yaşayan sıradan insanların iç dünyasına daha önce yapılmadığı ölçüde ışık tutuyor. Stalin terörünün kişisel ve ailevi yaşam üzerindeki etkisini derinlemesine inceleyen bir ilk kitap.
Karanlıkta Fısıldaşanlar, her sayfada varlığının hissedilmesine karşın, Stalin’le ya da rejimin siyasetiyle ilgili değildir; Stalinizmin bütün değerleri ve ilişkileri etkileyecek biçimde insanların zihinlerine ve duygularına girişiyle ilgilidir. Elinizdeki kitap terörün kökleri muammasını çözmeye ya da Gulag’ın yükselişini ve çöküşünü ortaya koymaya çalışmıyor; ama polis devletinin Sovyet toplumunda nasıl kök salabildiğini ve milyonlarca sıradan insanı nasıl suskun seyirciler ve işbirlikçiler olarak terör sistemi içine katabildiğini açıklamaya girişiyor. Stalinist sistemin gerçek gücü ve kalıcı mirası ne devlet yapıları ne de lider kültüydü; Rus tarihçi Mihail Gefter’in ifadesiyle, ‘hepimizin içine giren Stalinizm’di.”

Kitaptan tadımlık bir bölüm okumak için  linki tıklayınız...

KGB'nin 300 yıl yasaklı kitabı Türkçe'ye çevrildi

300 yıl yasaklı kitabı Türkçe'ye çevrildi

Rus gizli servisi KGB tarafından basımı 300 yıl yasaklanan ve günümüzde edebiyat eleştirmenlerince 'Son Rus klasiği' olarak tanımlanan Vasili Grossman'ın 'Yaşam ve Yazgı' adlı eseri, Türkçe'ye çevirisiyle kitap marketlerde yerini aldı.

Kitabın yayımcısı Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Çağlıyor, yaptığı açıklamada, yazarın, Stalin rejimi altındaki Sovyet Rusya'da yaşananları, yüzyılın en büyük muharebelerinden biri olan Stalingrad savunması sonrasında parçalanan bir ailenin öyküsü üzerinden anlattığını söyledi.
Stalin döneminin ardından yaşanan yumuşamayla birlikte yazarın “Yaşam ve Yazgı”nın basılabileceğine inandığını ifade eden Çağlıyor, Sovyet Rusya gizli servisi KGB'nin 1959 yılında tamamlanan eseri, “Sistem için bir atom bombası” olarak tanımladığını ve romanın basımına 300 yıllık bir yasak getirdiğini kaydetti.
KGB ajanlarının o dönem eseri yok etmek için daktilo şeritlerinden karbon kopya kağıtlarına kadar yazım aşamasında kullanılan her şeye el koyduğunu belirten Çağlıyor, “Ancak KGB ajanları, 1200 sayfalık dev eserin iki kopyası olduğunu fark etmiyor. Grossman, 1964'te ölüyor. 1970'lerin sonunda Almanya'da Grossman'a ait birtakım parçalar ortaya çıkıyor. Daha sonra kitap, yazılışından 21 yıl sonra Saharov'un vasıtasıyla ilk kez İsviçre'de yayımlanıyor” dedi.
“Yaşam ve Yazgı”nın 1989 yılında Rusya'da, ardından da Avrupa ülkelerinde basıldığını ifade eden Çağlıyor, kitap satışlarının hemen patlamadığını, okurların kitabın farkına zamanla vardığını ve bugüne kadar Avrupa ülkelerinde kitabı 1 milyondan fazla kişinin okuduğunu söyledi.
Çağlıyor, günümüz edebiyatının 19. yüzyıl edebiyatı gibi üretken olmadığını vurgulayarak, şunları kaydetti:
“Edebiyattan bahsediyoruz ve bu çapta bir edebiyattan bahsediyoruz. Bütün dünyada ciddi edebiyat arayışı içerisindeyiz. Kitap, bir taraftan Stalingrad savunmasında Rus insanının nasıl kahramanca savaştığını, diğer taraftan da savaşın ardından Sovyet rejiminin o cephede oluşan birlik, beraberlik ruhunu ve umudu kısa sürede nasıl yok ettiğini, insanları nasıl darmadağın ettiğini anlatıyor. Ben iftihar ederek yayımladım.”

“20. yüzyılın 'Savaş ve Barış'ı”

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Evine hoş geldin Laterna


Ayvansaray'ı gezip eski İstanbul'u hayal etmemek mümkün mü? Laternanın güzel müziği ile geçmişte kısa bir gezintiye ne dersiniz?




Ayvansaray'dan geçtim dün

Şöyle bir Ayvansaray'dan geçtim dün. Hani şu eski İstanbul'un ruhunun yeni İstanbul'dan kaçıp saklandığı yerlerden. Ufak bir tur attım iki tarafı iki katlı birbirine omuz vermiş eski İstanbul evleriyle çevrili dar sokaklarında. Kimbilir belki de o zamanki İstanbul'u bulmak istedim umutsuzca. Ama o çoktan alıp başını gitmişti. Buraya da el atan kentsel dönüşümle başa çıkamadığını söylediler...


Büyülü bir yer burası.  Grilik hakim ama o griliği bir anda karşıma çıkan değişik renklere boyanmış kapı ve pencereler yırtabiliyor. Boyaları dökülmüş ferforjelerin arasından konserve kutusuna ekilmiş bir çiçek size gülümseyebiliyor. Her an karşınıza farklı bir şey çıkabiliyor.Mesela İstanbul'un en eski varsayılan Rum kilisesi, İstanbul surlarının taşları yunanca bir kelime fısıldıyor yıllar öncesinden kulağınıza, eski Galata köprüsünün bir kısmını çekmişler kenara, onunda söyleceği çok şey var ama sessizce duruyor sahilde küskün, üzgün eski şaşalı günlerini anımsıyor iç çekerek Haliç'te.



Ayvansaray ismini Bizans Sarayından ve kapıdan alıyor. İstanbul'un kara surları ile deniz surlarının birleştiği yerde fetihten sonra yaptırılmış bir kapı varmış vakti zamanında. Bu kapının yakınında Bizans sarayına Büyükler Sarayı (Blakhernai) olarak söylenmesinden dolayı kapıya ve saraya aynı anlama gelen Ayvansaray adı veriliyor. Bugünkü Tekfur Sarayı ise Büyükler sarayının son kalıntıları olarak bilinmekte.

Yürüyüşüme devam ederken karşıma gri demir bir kapı çıkıyor. Aya Dimitri Kilisesi.



Ayvansaray Hagios Demetrios kilisesinin 1204 yılında Bizans imparatoru Nikolas Kanabes'e ithafen yakınları tarafından inşaa ettirilmiş olduğu kabul edilmekte. İstanbul'un fethi sırasında bölge tahrip edilmesine rağmen kilise büyük hasar görmemiş. 1640 yılındaki yangında hasar görmüş. 1729 büyük Balat yangınında ise tahrip olmuş. Patrik II Paisios zamanında 1730'da yeniden inşaa edilmiş. I ve II dünya savaşları arasında dini amaçlar dışında kullanılmış ve 1946'da yılında onarılarak 1947'de tekrar ibadete açılmıştır. İstanbul'un en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilmektedir. İçindeki kitabeler kilisenin tarihçesi hakkında bilgi vermektedir.



Çevreden biri kilisenin içinin çok güzel ve bakımlı olduğunu eğer kapıyı açtırabilirsem mutlaka bir mum dikerek dilek dilememi önerdi ama ben zili o kadar çalmama rağmen kapı açılmadı. Bazı kiliselerin güvenlik amacıyla ayin saatleri dışında kapalı tutulduğunu biliyordum ama yinede de şansımı denemeye çalıştıysamda olmadı bende yoluma devam ettim.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkınca tam karşıma Or-Ahayim hastanesinin muhteşem binası  çıktı. Hayat ışığı manasına gelen hastahane 1898 yılında doktorların ve hayırseverlerin yardımlarıyla Sultan II Abdülhamit fermanıyla sağlık ocağı olarak kurulmuş. I ve II Dünya Savaşları, Balkan Savaşı, İstanbul'un işgali, Rusya ve Polonya'dan gelen göçmenlerin ağırlanması gibi olaylara tanıklık ederek günümüze kadar gelmiş.



Fotoğrafını çekip oradanda ayrılıyorum bu arada önüme Çanak çıktı. Mangalda kuru fasülye:). Daha önce gitmeyenlere tavsiye ederim. Mutlaka deneyin çok güzel (ballandıra ballandıra yemek anlatmayı sevmeyen hatta tv yemek programlarına sinir olan biri olarak bu kısmı burada kesmeyi uygun görüyorum.) Duvarları Erol Evgin'den Issız Adam'a mekanda yemek yiyen bir çok ünlünün fotoğrafı ile dolu. Rağbet gören bir yer olmasına rağmen fiyatlarını oldukça makul tutmuşlar.

Biraz daha evlerin arasında dolaşıp fotoğrafladıktan sonra evin yolunu tutuyorum. Dönüşte yolum Tarlabaşı'ndan geçiyor ve içim acıyor. Eğer Tarlabaşı'nın bu halini hatırlamak istiyorsanız bugünlerde fotoğraf makinanızı alıp gidin. Çekeceğiniz fotoğraflar eski Tarlabaşı'nın (Dalan talanından geriye kalan) son fotoğrafları olacaktır çünkü kentsel dönüşüm çalışmaları başlamış ve tüm hızıyla devam etmekte:( Umarım aslına sadık kalınarak restore ederler ve geçmişin ihtişamını bize yaşatırlar.

Ve işte Ayvansaray turumdan ufak enstantaneler:)



























Son bir not, Aya Dimitri Kilisesi hakkındaki bilgiler Zafer Karaca'nın 'İstanbul'da Osmanlı Dönemi Rum Kiliseleri' adlı kitabından alınmıştır.

2 bin yıllık miğfer İngiltere tarihini değiştirebilir

İngiltere'nin tarihini değiştirebilir

İngilizler, tarih kitaplarından 2 bin yıl önce topraklarını işgal eden Romalılara karşı atalarının kahramanca savaştığını öğrense de 10 yıl önce bulunan bir miğfer bu gerçeği tersine çevirebilir.

Sadece üst rütbeli askerlere verilen gümüş kaplı süvari miğferi, İngiliz kabile liderlerinin birinin mezarlığında bulundu. İngiliz arkeologlara göre, göz alıcı el işlemelerine sahip olan miğfer, tarihe bakış açısını önemli şekilde değiştirebilir.

Leicestershire kentinin eteklerinde bulunan ve parçaları 10 yıl süren ve 1 milyon dolara mal olan çalışmaların sonunda bir araya getirilen miğfer, işgal yıllarında bazı İngilizlerin Romalıların safında savaşmayı tercih ettiğinin kanıtı olarak görüldü.

Miğferin sergilendiği İngiltere Müzesi’nde yürütülen araştırmanın başkanı Dr. J.D Hill, “Bu miğfer, İngilizlerle Romalılar arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirmemiz gerektiğini gösteren çok önemli bir keşif. Bundan sonra Romalılarla ilgili tüm tarih kitaplarında bu miğferden bahsedilecek” dedi.

ASLANLARIN EŞLİK ETTİĞİ TANRIÇA

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

Yaşadığınıza dair dağıtabildiklerinizdir hayat...


HANIMLAR !!! Unutmayın... Bir toz tabakası, altındaki ahşabı korur. 
  
  'Bir 
ev  mobilyaların üzerine 'seni seviyorum' yazabildiğinde gerçek bir ev  olur .'  
  
  Yıllardır her hafta sonu, 'aman biri çıkıp geliverirse' diye  en az sekiz saatimi her şeyin mükemmel görünmesine harcıyordum. 
  En sonunda anladım ki, hiç kimsenin çıkıp geldiği filan yok; hepsi dışarıda hayatlarını yaşayıp eğleniyorlar !

 ŞİMDİ,  insanlar ziyarete geldiğinde, kendimi evimin durumunu izah etmek zorunda hissetmiyorum; 
 
İnsanlar, benim daha çok dışarda hayatımı yaşarken ve eğlenirken ne yaptığımla ilgililer.
 
 Bunu hala keşfedemediyseniz, lütfen tavsiyelerime kulak verin.
 
 Hayat kısa, tadını çıkarın !

  Mecbur hissediyorsanız temizlik yapın .......
 
 
 ama onun yerine bir resim yapmak, bir mektup yazmak daha iyi değil mi,  kurabiye ya da bir kek pişirmek, bir tohum ekmek toprağa, istemek ve gereksinim duymak arasındaki farkı keşfetmek ? 



 
Mecbur hissediyorsanız temizlik yapın,  ama bilin ki çok zamanımız yok . . . . 
 
 içilecek bir kahveyle, yüzülecek bir nehir, tırmanılacak bir dağ, 
dinlenecek bir müzik, okunacak bir kitap, dedikodu yapılacak arkadaşlar, sürdürülecek bir hayat .  
Mecbur hissediyorsanız temizlik yapın, 
 
 ama bilin ki dünya gözlerinizi kamaştıracak güneşle dışarıda,   saçlarınızın arasında gezecek rüzgarla, karla, sizi ıslatacak yağmurla... Bu gün bir daha yaşanmayacak.


 Mecbur hissediyorsanız temizlik yapın
  ,  ama hep aklınızda bulunsun,  
yaşlılık bir gün gelecek ve bu çok da hoşunuza gitmeyecek . . . 
 
 Ve bir gün bu dünyadan gittiğinizde - ki hepimiz mecbur gideceğiz - geride daha çok toz bırakacağız !
 

  Bunu hayatınızdaki kadınlarla paylaşın.
 
 Topladıklarınız değil, nasıl bir yaşam yaşadığınıza 
dair dağıtabildiklerinizdir hayat...  
  

 -Alıntı-