İçinde Yaşadığım Deri

"İçinde Yaşadığım Deri" Pedro Almodovar'ın Antonio Banderas'la yirmi yıl aradan sonra tekrar birlikte çalıştıkları ve şu anda vizyonda olan filmi.

Film Dr.Robert Ledgard'ın trafik kazası sonucunda tamamen yanan karısını iyileştirmek için yaptığı çalışmalarla başlıyor. Bu süreç içinde karısının kendini görmemesi için evdeki tüm aynaları kaldırıyor. Bir gün hasta yatağında kızının bahçede oynarken söylediği şarkıyı duyunca pencereyi açıyor ve cama yansayan aksini görünce kendini camdan atarak intihar ediyor. Annesinin intiharını gören kızları ise bunalıma giriyor.

Dr. Ledgard yaşadığı bu trajik olayın sonucunda araştırmalarına daha da hız veriyor. Baba kızın bir gece gittikleri parti genç kızın tecavüze uğramasıyla ve akıl hastanesindeki psikolojik tedavi sırasında annesi gibi intihar etmesiyle sonuçlanıyor.

Bu noktadan sonra olaylar hız kazanıyor ve Dr.Ledgard'ın kızına tecavüz eden genci bulup evine getirmesiyle devam ediyor.

Film Thierry Jonquet'in Tarantula isimli eserinden beyazperdeye uyarlanmış. Dr.Ledgard'ın deneğinin tecavüze uğrama sahnesi gibi insanın içini acıtan, rahatsız eden, seyirciyi koltuğa çakan sert sahneleri var. Çarpık aile ilişkileri, uyuşturucu, homoseksüalite gibi olaylarıda filmin içine serpiştirmiş Almodovar. Şiddeti film boyunca içinizde hissediyorsunuz. Sonlarına doğru artık böyle biter diye düşünmeye başladığınız anda olaylar birden yön değiştirmeye başlıyor.

Ve son sahne. Benim için en etkiliyici  sahneydi. İnsanın boğazına bir şey gelip tıkanıyor ve film bitiyor.


Yazarken içenler, içerken yazanlar: Bağımlı yazarlar

Şairler, yazarlar, müzisyenler, ressamlar... Onlar hayatı daha derin, duyguları daha yoğun yaşarlar. Normal insanlar korkularından, endişelerinden, ilkel dürtülerinden kaçarken onlar bunların içine balıklama dalarlar.

Eserlerini işte bu sayede yaratırlar ve işte tam da bu yüzden hayatı yaşarken zorlanırlar. Sonuç kaçınılmazdır: Nasıl kâğıda-kaleme sarılmak onlar için bir ihtiyaçsa alkol ve uyuşturucu gibi “teselli edici” maddelere sarılmak da o denli karşı konulmaz bir ihtiyaç halini alır. Edebiyat tarihinin en ünlü şair ve yazarları da ciddi bağımlılıklardan nasibini almış, bir çoğu, önce sığındığı, sonra da pençesine düştüğü bağımlılıklar yüzünden bu dünyadan ayrılmıştır. Bağımlılığın sanatçıların en büyük zaaflarından biri olduğu söylenebilir. Ama Chuck Palahniuk’un “Tıkanma” romanında bağımlılar için söyledikleri de pekala doğru olabilir. “Ben bağımlıları takdir ederim. Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderin kontrolünü biraz da olsun eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün sürpriz olmaktan çıkmıştır” diyor Palahniuk. Belki de haklıdır; belki onlar çevrelerinde herşey kontrolleri dışında akıp giderken en azından kendi ölümlerini kontrol altına almayı denemişlerdir... İşte bağımlılıklarıyla anılan şair ve yazarlar.

Jack Kerouac (1922-1969):
Beat kuşağının öncüsü, ünlü yazarı Jack Kerouac kendini “tuhaf, yalnız, çılgın, katolik, mistik” bir yazar olarak tanımlıyordu. “Öylece ölüp gidemeyiz, insanın en azından şarap ve şiire ihtiyacı var” diyerek Amerika’yı bir baştan bir başa katederken spontan bir şekilde yaşadığı çılgın maceraları yazarak herkesin aklını başından aldı. Ama yaşadığı sürece kendinin de aklı pek başında olmadı. Aşırı ölçüde alkol kullanan Jack Kerouac, 47 yaşında, sirozdan kaynaklanan şiddetli bir iç kanama geçirerek öldü. Ancak söylediği bir söz Palahniuk’un tezini doğruluyordu: “Ben bir Katoliğim, intihar edemem, ama kendimi öldürünceye kadar içmeyi planlıyorum.”

Stephen King (1947- ):
Korku ve gerilimin üstadı Stephen King de bağımlılıktan nasibini fazlasıyla alanlardan. Zira herkesin tüylerini ürperten hikayeler yazarken çoğu zaman alkol, kokain ve çeşitli ilaçlarla haşırneşirdi. Öyle ki, otobiyografik kitabı “On Writing”de açıkça dile getirdiği üzere, 35 yıllık karilerinde 63 kitaba imza atan ünlü yazar aralarında çok satan romanlarının da olduğu pek çok kitabını nasıl yazdığını bile hatırlamayacak kadar kendini kaybetmişti. King, kokain bağımlılığından dolayı sürekli kanayan burnunun çalışırken klavyesini kirletmemesi için burnuna özel tıkaçlar bile yaptırmıştı.

Dylan Marlais Thomas (1914-1953):
20. yüzyılın en etkili şairlerinden biri kabul edilen Galli şair Dylan Thomas, alkolikliğiyle övünürdü. Alkol tüketimi öyle üst düzeydeydi popüler kültüre “Dylan Thomas gibi içmek” deyimini kazandırdı. Elbette alkol bağımlılığı yüzünden sağlığı giderek bozuldu. Doktorunun uyarılarına rağmen içmeyi sürdürdü. 1953’te ünlü radyo oyunu “Under Milk Wood”un (Korunun Dibinde) yayımlanması nedeniyle New York’a giden Thomas, bir akşam kutlama yaparken, bir rivayete göre 18 tek viski içerek kendi rekorunu kırdı ve bundan iki gün sonra yine içmek için oturduğu White Horse Tavern adlı barda alkol komasına girerek öldü.

Charles Bukowski (1920-1994):
“Alkol kendini öldürüp tekrar doğmaya benzer” sözlerini sahibi ABD’li yazar Charles Bukowski bunu söylerken elbet bir bildiği vardı. Zira eserlerinde de genellikle toplum dışı insanları, uyumsuzları, düşmüşleri, sarhoşları anlatan Bukowski alkolle, alkoliklerle ve her türlü bağımlılarla hayli yakın bir ilişki içerisindeydi. Büyük ihtimalle çocukluğunda hakaretlerine ve dayaklarına maruz kaldığı babası yüzünden, 13 yaşındayken içmeye başlayan Bukowski, bu bağımlılığından ömür boyu vazgeçemedi. 35 yaşında mide kanamasından neredeyse ölüyordu. Ucuz kurtulduğu halde içmeyi sürdürdü. 78’inde lösemiden öldü.

Ernest Hemingway (1899-1961):

Amerikalı yazar ve gazeteci Hemingway, I. Dünya Savaşı’na ABD’nin de girmesinin ardından Kızılhaç’a gönüllü yazılıp ambulans şoförü olarak savaşa katıldı. İspanya İç Savaşı’na, II. Dünya Savaşı sırasındaki Fransa çıkartmasına ve Paris’in kurtuluşuna şahitlik etti. Savaşın anlamsızlığını anlattığı romanlarıyla Pulitzer ve Nobel ödüllerini topladı. Ancak “İnsan sarhoş olmadan var olamaz” diyen, deli gibi içen ve alkolizm yüzünden hem fiziksel hem zihinsel problemler yaşayan Hemingway’in içine çöken ağırlığı ne yazmak ne içmek hafifletti. Tutkulu bir yaşamın ardından 1961 yılında kendini av tüfeği ile vurarak yaşamına son verdi.

Hunter S. Thompson (1937-2005):
Ünlü romanı “Fear and Loathing in Las Vegas” ile tanınan Amerikalı gazeteci ve yazar Hunter Stockton Thompson herkesi sollayacak uzun bir listeyle bağımlılar kervanına katıldı. Seks bağımlılığından uyuşturucu bağımlılığına her türlü alışkanlığının, kendisi deliliğe sürüklese de yazarlığını beslediğine inanıyordu. Bunu açıkça itiraf da etmişti: “Seksi, uyuşturucuyu ve deliliği herkese tavsiye etmem fakat bunlar her zaman benim işime yaradı.”

F. Scott Fitzgerald (1896-1940):
20. yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından biri olan S. Fitzgerald, 1890’larda doğan ve I. Dünya Savaşı sırasında yetişen “Kayıp Kuşak”ın yazarlarındandı. Lise yıllarından itibaren alkolizmin kıyısında gezen Fitzgerald, romanlarıyla hem ün hem para kazanınca kendini eğlence hayatına kaptırdı ve ağır bir alkolik oldu. Sonunda bu bağımlılığı onu ününden de, parasından da, sağlığından da etti. 1940’ta kalp krizi geçiren Fitzgerald ruhsal bunalım içinde 44 yaşında hayata veda etti. Bağımlılığı hakkında şöyle diyordu: “Önce bir içki alırsın, sonra içki bir içki alır ve sonra içki seni alır.”

William Faulkner (1897-1962):
ABD’li yazar William Harrison Faulkner ABD’nin güney bölgesi insanlarını anlatan eserleriyle edebiyat tarihine geçmiş bir yazar... “Ses ve Öfke” gibi pek çok önemli esere imzasını attı, 1949’da ise Nobel’i, ardından Pulitzer’ı kazandı. Alkol bağımlılığı herkesçe bilinse de Faulkner, kariyeri boyunca hiçbir zaman yazarken içki içmediğini söyledi. Ona göre alkol ilham kaynağı değil, sıkıntılarından kaçış biletiydi. “Kötü viski diye bir şey yoktur, sadece bazı viskiler diğerlerinden daha iyidir” diyor ve ekliyordu: “İnsan 50 yaşına gelene kadar kendini içkiye aptallaştırmamalıdır, 50’den sonrasındaysa içmezse aptaldır.”

Truman Capote
(1924-1984):
“Tiffany’de Kahvaltı” ve “Soğukkanlılıkla” romanlarına imzasını atan Amerikalı yazar, sabahtan bir duble martini ile güne başlar öğle yemeğinde ve sonrasında da içmeye devam ederdi. Alkol bağımlılığı yüzünden klinikte yattıysa da bağımlılığı yakasını bırakmadı. Sarhoş bir şekilde katıldığı bir televizyon programında dili dolanarak söylediği şu söz bağımlılığının altında yatanı açıklıyordu: “İçiyorum, çünkü ancak böyle dayanabiliyorum.”

Charles Baudelaire (1821-1867):
Hem alkol hem de afyon bağımlılığıyla bilinen ünlü Fransız şair Baudelaire durumunu şu dizelerle açıklamıştı: “Her zaman sarhoş olun, herşey burda. Tek sorun bu. Zamanın yükünü omuzlarınızdan atmak için toprakla olan bağlarınızı koparmak için sarhoş olun. Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle... Nasıl isterseniz? Ama sarhoş olun...” Belli ki şiir ile alkol Baudelaire’in üzerinde aynı etkiyi yapıyordu, yazmakla içmenin anlamı onun için aynıydı.

Dorothy Parker (1893-1967):
Kıvrak zekası, nükteli dili, keskin gözlem gücü ile tanınan Amerikalı satirist ve şair Dorothy Parker, zamanının en başarılı yazarlarından biri olmasına rağmen mutluluğu bulamayanlardandı. Zira onu yıkan özel hayatıydı. Sorunlu çocukluk yılları, başarısız evlilikleri, mutsuzlukla noktalanan ilişkileri onu depresyonun ve alkolün kollarına itti. Birkaç defa intihara kalkışan ve alkolsüz yaşayamaz hale gelen Parker son yıllarında kazandığını bütünüyle içkiye harcar haldeydi. 73 yaşında bir otel odasında tek başına öldü.

Edgar Allan Poe (1809-1849):
ABD’li efsanevi şair ve kısa öykü yazarı Edgar Allan Poe, değeri öldükten sonra anlaşılan yazarlardan... Annesini erken yaşta kaybeden, babasıyla anlaşamayan, öğrenciliği sırasında tanıştığı alkol ve kumarla yaşamı uzun yıllarca altüst olan, bir oyuncu olan ünlü eşinin gölgesinde sıkıtılı bir hayat yaşadı Poe. İçindeki karanlık, gizemli olaylardan dem vuran karanlık şiir ve öykülerine da yansıdı. Ancak alkol ve afyon bağımlılığı Poe’yu yedi bitirdi, deliliğin eşiğine kadar sürükledi. Ryan’s Inn adlı bir meyhanede kötü bir halde bulunduktan 4 gün sonra, 7 Ekim 1849’da Baltimore’da, 40 yaşında öldü.

Mine Akverdi (Vatan Kitap)

Şehirden bir insan öyküsü

 

Gazeteleri karıştırırken rastladım ona. Elinde mumu, beyazlamış saçları, geçirdiği yılların  bıraktığı izlerle dolu yüzüyle gülümsemeye çalışarak poz vermişti kameraya.

İçimizden biri. Şehrin sokaklarını arşınlarken her an karşımıza çıkabilecek insanlardan biri. Bu şehrin insan öykülerinden biri...


Radikal'den Şenay Öztürk'ün haberini paylaşmak istedim yaşadığımız şehirden bir insan öyküsü olarak...

 

Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev Ateş'e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık!

"Bir 'Alev' gibi yandım söndüm"
Alev Ateş, 64 yaşında.
Tarlabaşı Bulvarı’nda ışıklar bir bir sönerken yağmurlu bir günde tanıştım Alev’le. Ben durağının yeri kim bilir kaçıncı kez değiştirilen otobüsün peşinden koşuyordum, o ise ayakta zor duran bir apartmanın brandalar ve öteberiyle kapatılmaya çalışılmış uzaktan ancak kömürlük penceresi sanılabilecek girişine paslı bir merdiven dayamaya çalışıyordu. Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev’e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık! En son kayıtlı kimseler de kim bilir ne kadar zaman olmuş orayı terk edeli... Birkaç kez daha gittim, etraftakilere, güvenlik görevlilerine sordum. Kimse böyle bir kadını ne görmüş ne de duymuştu, Alev adı gibi sanki sadece geceleri daha belirgin olan bir varlıktı artık benim için.
Fatih’te doğup büyümüş Alev. Annesi o üç yaşındayken, babası ise hemen ardından bir trafik kazasıyla yalnız bırakmışlar onu. Tek başına. Kardeşi yok. Ardından hatırladığı en net anı pavyonlar... Gerçek adını kendisi de unutmuş. Bitmek üzere olan muma bakarak “Alev Ateş” diye tekrarlıyor sahne adını. Boşluğa belki en çok bu kez yaklaştığını söylüyor. Yarın ne olacağına dair en ufak bir fikri yok. Çünkü hep sorgusuzca yaşamaya devam etmiş, boşluğu pek umursamamış halk müziği, potporiler ve aranjmanlar arasında. Derken aşık olduğu adamla evlenmiş; mahallenin berberi. İki çocukları olmuş. Sonra bir gün çocukları da alıp gitmiş “Tipi Orhan Gencebay gibiydi ama fena çok fena bir adamdı” dediği kocası. “Bıçaklara gelesice!” diye kapatıyor bu bahsi hızlıca, gözleri büyüyor, bakışları, nefes alış verişi değişiyor, astım ilacına uzanıyor.

“Burada her yol var”
“Sokaklar...” diye devam ediyor; okuyuculuk dediği şarkıcılık işini icra ettiği mekanların yakınındaki otellerde uzun süre kalmış. Yaşı ilerleyip işler kesatlaşınca hep uğradığı esnaf lokantasının sahibi ona bugünlerde kaldığı evi göstermiş. O bina ki yenileme projesi kapsamında boşaltılmış fakat hemen ardından elbette dolmuş yine defaatle, “işe çıkan kızlar”, “dayıları”, “serbest meslekten çocuklar” ile. Belki de bu toplumsal sınıflandırmalar, “daha büyük adamlar” yüzünden sığındıkları birer göz odalardan, saçak altlarından, merdiven boşluklarından, çatı katlarından çıkarılmak istediklerini söylüyor. Buna inanmak istiyor çünkü yaptıklarının sadece en insani ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak olduğunu söylüyor; “Bize yatacak yer lazım, aş lazım. Bu kadarcık” diyor. “Bunun için burada her yol vardır, yaşamak istiyorsan bu işler böyledir.” “Ama sen hep gel” diyor. “Evin yakın olsa ben sana gelirdim” diyor saçlarımı okşarayak, “Gel saçını tarayayım dağılmış gene, seni deli kız!” diyor. Saçlarımı tarıyor, yatağının kenarına sapladığı ve dışarı çıkarken taktığı küpelerinden takıyor bana da. “İşte şimdi kıza benzedin hadi çıkar şu gözlükleri de” diyor. Onun da gözleri bozuk ama hiçbir sosyal güvencesi yok. 64 yaşında Alev Ateş. Bir gün gözünü karartıp gittiği Darülaceze ise geri çevirmiş kendisini, kefil istemişler, “Ne kefili, ben kendime kefil olamam, şu halime bak!” diyor. Tam ağlamaklı oluyor, bir kelimemi bahane ederek gözlerinden yaşlar gelesiye gülüyor. İçten içe de o denli güçlü ki!

“Ara sıra su lazım”
Alev, tam olarak Tarlabaşı Bulvarı’nı gören, şu sıralar önünde bariyerler, demirler, tahtalar olan bina topluluğunda kaçak göçek yaşayan kimselerden sadece biri. Gündüzleri genelde uyuyor ya da sokaklardan topladığı satılabilir ne varsa onları satmak için etraftaki hurdacılara ve geri dönüşüm işlerine hepimizden fazla haiz olan kimselere gidiyor. Evden çok çıkmamaya çalışıyor mesela gece “büyük adamlar”dan astım ilacı için istediği para ertesi güne çıkmaya yetecekse hemen eve gelip kuytuya sakladığı (ki şimdilerde o da çalınmış) merdiveni dayayıp girmeye çalışıyor tek göz, emanet odasına. “Kiminden bir lira, kiminden on lira istiyorum, astım ilacı almam lazım, bulmaca çözüyorum beynimi yitirmemek için, gazete almam lazım, ekmek arası kuru yaş ne varsa onlardan almam lazım… Elektrik yok, mum lazım, ara sıra su lazım” diye anlatıyor bu durumu da.
Sokağa çıkıyoruz birlikte, ben çok görünmüyorum; “Her gün yaptığım bu, sen varsın diye vazgeçemem! Bugün var, yarın yoksun, herkes öyleydi ama bilemedim…” diyor. Yoldan geçen kimselerden bazen para alabiliyor, bazen alamıyor, küfür yiyor, azar işitiyor, daha fazla soru soran olursa daha fazla para istiyor, lüks otomobiller kırmızı ışıklarda durunca gözleri parlıyor fakat onlardan pek para çıkmıyor, böyle olunca kiminin camına tükürüyor, kimine ise küfrediyor… Kilometrelerce yürüyoruz gecenin karanlığında; Beyoğlu, Elmadağ, Harbiye, Kurtuluş… Aradığı çok net, kimden gelirse gelsin biraz para ya da para edebilecek herhangi bir şeyler; kağıt, teneke, plastik, yenebilecek bir şeyler, sıcak tutacak bir şeyler...

Akıllarda hep aynı soru...
Bugün yarın yıkılıp yerine yepyenileri dikilecek binalarda akla hayale gelmeyecek hikayeler var. Her kırık camın altında bir kırık anı. Ve burada kimsenin kimseye güveni yok, belki dışardan gelen benim gibi katalizörlerden başka. Ben ki bir garip yolcu, hep sığındıkları şarkılarındaki gibi… Zira her gün biri eksiliyor hayatlarından; dün gözleri neredeyse hiç görmediği halde hamile haliyle köşebaşında yatan Meczup Hülya, bugün Ökkeş amca, yarın Korsan Adnan… Ve akıllarda hep aynı soru, şiddetle, uyutmayacak kadar yüksek sesli; “Buralar ne zaman yıkılacak, kim gelecek, ne diyecek, bir sonraki sığınak neresi, yarın hangimiz yok olacağız?”

Gece

Okuduğum kitabı koltuğun üzerine bırakıp mutfağa kahve yapmaya gidiyorum. Çaydanlıktaki suyu ocağın üstüne koyup kaynamasını beklerken pencereden dışarıya bakıyorum. Karanlık ve ona eşlik eden puslu soğuk kaplamış ortalığı. Sokak lambaları aydınlatmaya çalışsa da nemli dar sokağı pek başarılı olamıyorlar bu konuda. Camı açtığımda önce soğuk çarpıyor yüzüme sonra is kokusu doluyor içeri. Işık huzmeleri ilerliyor cadde boyunca, kayboluyorlar karanlığın sonunda.

Sesler geliyor kulağıma, ellerine kabanının cebine sokmuş hızlı adımlarla yürüyen bir adamın ayak sesleri. Bir an önce gideceği yere varabilmek için koşarcasına dönüyor köşeyi. Uzaktan çok uzaktan bir ambulans sireni yetişiyor ayak seslerinin peşinden benimde acelem var dercesine. Peşinden bir araba geçiyor sokaktan, bir başkası cep telefonuyla konuşarak devam ediyor yoluna. Ne konuştuğu anlaşılmasa da sesi katları tırmana tırmana çıkıyor yukarıya. Bir uçak geçiyor, ses var görüntü yok. Bulutlar kaplamış gökyüzünü göstermiyorlar, saklıyorlar uçağı, yıldızları ve ayı.

Evlerden sarı, beyaz ışıklar süzülüyor dışarı. Kiminin perdeleri sonuna kadar açık, ekran tam görünmesede televizyonun ışığı görülüyor uzaktan. Kiminin perdeleri sıkı sıkıya kapalı. Kimi kapkaranlık, ışıksız, kimsesiz.

Daha uzaklara bakıyorum. Cadde boyunca ilerliyorum gözlerimle, ara sokaklara dalıyorum. Issızlık ve sessizlik çökmüş. 1945'lerden kalma casus filmlerinden bir sahne seyrediyor gibi oluyorum. Puslu bir hava, ıssız sokaklar. Başında şapkası, ağzında sigarası uzun paltolu yüzü görünmeyen adam eksik bu sahnede. Onuda ben yerleştiriyorum katran karası gecenin tam ortasına kendine eşlik eden gölgesiyle ve ikisinide orada bırakıp kaynayan suyu boca ediyorum kupanın içine.

Tekrar salona dönüyorum, kaldığım yerden devam ediyorum Prag Mezarlığının absent dumanlı çıkmaz sokağındaki eskicinin kalın toz tabakası kaplı vitrininden içeri bakmaya...

Yeşim Ermutlu

Gölgesizler


Hikaye muhtar seçimlerinin ertesi günü köyün sakinlerinden Çıngıl Nuri'nin karısının iki gözü iki çeşme Nuri'nin kaybolduğunu haber vermek için muhtarın kapısına dayanmasıyla başlıyor. Köy halkı Nuri'nin nereye gitmiş olabileceğini düşünürken ikinci bir kayıp haberi gelir muhtara. Bu kez kaybolan köyün genç kızlarından Güvercin'dir. O da Nuri gibi ardında hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur.

Güvercin'in ortadan yok olmasında, Cennet'in 'kaar neden yağaar kaaar' diye bağırarak, insanların korkarak kaçtıkları yılanlarla oyuncakmış gibi oynayan garip oğlundan kuşkulanırlar ve her fırsatta kızı nereye kaçırdın diyerek köşeye sıkıştırmaya çalışırlar.

Köydeki kayıplarla ilgili bilgi vermek ve yardım istemeye şehre giden muhtar ise dönene kadar köyü bekçiye emanet eder. Ve muhtar da kayıplara karışır. Hikaye kayıplarla devam ediyor ve süpriz bir sonla bitiyor.

'Cennet'in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. Bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına...' yazıyor kitabın tanıtım yazısında.

Roman Hasan Ali Toptaş tarafından kaleme alınmış ve filmi yapılmış.

'Metinlerini varoluş ve yokoluş üzerine kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, sade dilinden yükselen müzikle giderek hayatı yazıya, yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten yazar' diye tanımlıyorlar Hasan Ali Toptaş'ı.

Bir büyülü gerçeklik daha...Tavsiye ederim:)

Gölgesizler                                 Hasan Ali Toptaş                          İletişim Yayınları


Yine De İyimserlik

Günaydın:)

Yeni yılın ilk gününe günaydın, yeni seneye günaydın, yeni umutlara günaydın, yeni mutluluklara günaydın, yeni hüzünlere günaydın, yeni güzelliklere ve yeni kötülüklere günaydın, geleceğe günaydın, bilinmeyene günaydın...

Yeni yılın bu ilk sayfasına Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri ile başlamak istedim "Yine de iyimserlik"
Her şeye rağmen iyimserlik...Bazen karamsarlığa düşüp, ruhumun karalara büründüğü, gelecekten ümidimi kestiğim zamanlarda bile yin yang felsefesinde olduğu gibi her kötülüğün içinde bir iyilik vardır diye iyimserlikle düşünmeye çalışırımki her şey iyi olsun. Dönüşüm yaşansın. Safça olduğunu bile bile tür Pollyanna'cılık oynarım kendi kendime içim açılsın, ruhumdaki kara bulutlar dağılsın diye. Bazen amacına ulaşan bazende ulaşamayan bir tür terapi. Ve güzel şeyler seyretmeye, okumaya çalışırım Nazım'ın şiirindeki gibi sonu tatlıya bağlanan, iyi biten...

İşte Nazım Hikmet'in sihirli kaleminden çıkan mısralar...Yine de iyimserlik


kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
uçak sağ salim inebilsin meydana
doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri
delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken
birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de
susuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete
kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dediği çıkacak
eninde de sonunda da...


Nazım Hikmet Ran

Sevgi ve mutlulukla kalın:)








YENİ YILIN HERKESE SAĞLIK, MUTLULUK, HUZUR, BAŞARI VE BEREKET GETİRMESİ DİLEĞİ İLE....

MUTLU YILLAR:)




                                                                                                         

Geçen yıl neler yaptınız?


 
 
 
İyi Düşünün Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
... Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e
Bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... acele edin....
Er veya geç... çimenler yayılacak üzerinize...
Mutlu Yıllar!!!
 
-Alıntı-

Artık gidebilirsin...2011


 
 
 
 
Bu yıl, kendin için çok şey yap;
Bembeyaz bir sayfaya geç, al kalemi eline, her istediğini yaz..
Çekinme! “Olmaz ki” diye düşünme.. Sen yaz..
... Sonra her gün o sayfaya yeniden bak.. Olan isteklerinin yanına yıldız koy..
Sevdiklerinin ellerini, yüreklerini sımsıkı tut,
Yalnızsan, saltanatını sür ama 2’nin, 1’den daha zengin olduğunu unutma!
Gözündeki yaşları sil, çünkü yaşlı gözlerle geleceği göremezsin…
Dostlarına zaman ayır!
Belki kırgınlıklarını unutmayacaksın ama affetmeyi dene…
Sağlığına dikkat et!
Doğa’nın keyfini çıkart…
Kızılderililerin dediği gibi, “izin verme düne, taşmasın bugüne”…
Ve, arada nefeslen, nefeslen ki, ruhun sana yetişsin…
Ben kendi adıma şunları da ekliyorum beyaz sayfama;
Sevgili 2012, öncelikle insanoğlu bu yıl “insan” olduğunu hatırlasın..
Barış ve özgürlük kelimeleri anlamlarını bulsun.
Ayrımcılık, ırkçılık, ölümler son bulsun.
Adalet, adil olsun..
Hırslar, insan olmanın önüne geçmesin..
Ailem, yavrum, dostlarım sağlıklı, başarılı ve mutlu olsun. .
Yarınım bugünümü aratmasın…
Bi de… .. anladınız siz onu ☺
Hepinize mutlu, güzel bir yıl dilerim.
 
-Alıntı-