Noel Baba Ve Türkiye




Noel Baba, dünyadaki bir çok çocuğun yılbaşı yaklaşırken mektup yazıp hediyeler istedikleri sevimli koca göbekli, beyaz sakallı, kırmızı giysili Santa Claus'ı. Hediyeler ve istekler mektupla bildirildikten sonra heyecanlı bir bekleme dönemine girilir. Acaba ne zaman ve nereden gelecek?

Ve beklenen gün geldiğinde Noel Baba ren geyiklerini çektiği uçan kızağı ile evlerin üzerinden dolaşarak istedikleri hediyeleri bacalardan evlerin içine atar. Teşekkürler Noel Baba:)

Hiç bir zaman gerçeği ile karşılaşamazlar, hayaldir Noel Baba çocuklar için ama yine de güzeldir ve özeldir. Onların geniş hayal dünyasının renkli bir karakteridir taa kii büyüyüp gerçeği öğrendikleri güne kadar.

Çocukların sevgisini kazanmış bu topraklarda doğmuş, yaşamış ve ölmüş tatlı ihtiyarcığı yıllardır yabancılar sahiplenmekte ve üstünden çok güzel gelir elde etmektedirler. İşin maddi yanı bir yana bir de manevi yanı var. Noel Baba'ya aslında en çok bizlerin sahip çıkması gerekirken kaptırıverdiğimiz değerlerden biri olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Madem bizim topraklarımızda yaşadı (isteyen aksini söyleyebilir ama) Noel Baba bizimdir:). Nasıl ağaç süsleme geleneği eski Türklerden çıkmışsa Noel Baba'da bu topraklardan çıkmıştır...

Santa Claus, Ayanikola nam-ı değer Noel Baba 4yy'da Lykia Myra'da (Antalya - Demre) yaşamış ve bugüne kadar yaşatılan efsanevi bir azizdir. O dönemde çocukların ve denizcilerin azizi olarak kabul edilmiştir. Ölümünden sonra Myra'da gömülmüş ve kemiklerinin bir kısmı İtalya Bari'ye kaçırılmıştır.

Vee sonunda Noel Baba'ya sahip çıkmaya karar verilmiş ve ABD'de Türkiye reklamlarında kullanılmaya başlanmış. Darısı diğer ülkelerdeki tanıtımların başına...

Bu konuyla ilgili haberi okumak isterseniz linki tıklayınız...

İçinizdeki çocuğu hiç öldürmemeniz ve Noel Baba'dan istediğiniz tüm hediyelerin gerçekleşmesi dileği ile:)


Suyun öte yanından Anadolu motifleri

Suyun öte yanından Anadolu motifleri

Yunan ressam Georgios Maroudas’un Rahmi M. Koç Müzesi’nde açılan sergisine verdiği ‘Büyüleyici Bir Gerçeklik’ adı, hem sanatçının tutkun olduğu kilimleri nitelerken kullandığı bir ifade hem de Maroudas’ın resimlerini yakından gören gözlerin eserler için yorumu.

Zira, sanatçının Anadolu motiflerini resmettiği eserlerini ‘gerçek’ten ayırt edebilmek büyük mesele. Rahmi Koç’un Midilli Adası’nda keşfettiği Georgios Maroudas’la kilimlerle tanışmasıyla başlayan göçebe bir sanatçıya dönüşme hikâyesini konuştuk.
Kendinizi natürmorda meraklı sürrealist bir ressam olarak niteliyorsunuz. Peki, kilimlerle tanıştıktan sonra resminiz nasıl bir dönüşüme uğradı?- Bu kavramları sanatta ayrımlar yapabilmek için kullanıyoruz. Kendi sanatımı açıklarken kullandığım ifade ise, akademik gerçekçilik. Çünkü temelimi akademiye dayandırıyor ve objeleri resmederken buna dikkat etmeye çalışıyorum. Daha önceleri natürmort çalışırdım. Yine bir masa ve masa üzerinde bir örtü olurdu eserlerimde. O zamanlar masa örtüsü ve masanın düz bir görüntü olmasına dikkat ediyordum. Üstelik bu teknik, işimi de kolaylaştırıyordu. Şimdi de natürmort resimler yapıyorum. Ancak bu kez masanın üzerine dokusu olan bir örtü, yani kilim koyuyorum. Yakın zamana ait resimlerde, tam tersi söz konusu. Kilimler ilginç olan, etraftakiler ise dekoratiftir. 
Bu merak nereden geliyor?- Kilimlerle ilk başta dokuları sebebiyle ve sadece zorlayıcı bir çalışma resmetmek için ilgileniyordum. Ama ne zaman ki bir kilime dokundum, onun yarattığı his bende merak doğurdu ve zamanla bir tutku halini aldı. Ondan sonra Türkiye’yi dolaşarak kilim aramaya başladım. Hakkında öğrendiklerim kilime olan tutkumu daha da artırdı. Türkiye halkının da bilmesi gereken bir şey var ki, dünyanın hiçbir yerinde böyle kuvvetli bir miras yok. Yeni jenerasyonlar sentetik ipliklerden yapılan halılara aşina. Halbuki hiçbirisi bir Kapadokya kiliminin dokusuna sahip olamaz. Dünyanın her tarafında bu kilimlerden zevk alıp, onları toplayan insanlar var. Bu miras yalnızca Anadolu topraklarına özgü. Bunun iki sonucu var. Bir sürü koleksiyonluk parça yurtdışına, yani toprağından uzağa götürülüyor. Öte yandan, kim bir kilim alıp ülkesine götürdüyse onu saklıyor. Yani, kilimler korunmuş oluyor.
GÖÇEBE KADINLAR SAYESİNDE OLGUNLAŞTIM
Kilimler sizin için neden büyüleyici?- Bundan iki yüz sene öncesine gidelim mesela... İnsanlar çok zor koşullarda yaşıyor. Biz, Anadolu dağlarının birinde yaşayan bir kadın düşünelim. Bakması gereken çocukları, yapması gereken pek çok ev işi var. Ama o bir taraftan da dokuma tezgahında çalışıyor. Yaşantısını o kilime dokuyor aslında. Ortaya çıkan işin etkileyiciliğine ve bugün bir sanat eseri olarak değerlendiriliyor olmasına şaşmamak lazım aslında. Ben kilim resimleri çizmeye başladığımda ise, bende en derin saygıyı o göçebe kadınlar kazandı. Muhakkak beni renkler, dakiklik ve sabır konularında bir sanatçı olarak olgunlaştırdılar.
Aşık birinin heyecanıyla anlatıyorsunuz... İlk ne zaman göz göze geldiniz?- Kesinlikle! İlk görüşte aşktı bu. İkinci kez düşünmeme bile gerek kalmayan bir karşılaşmaydı. Bundan 50 ya da 60 yıl kadar önce halı toplayan kişilere aldıkları halılar, kilimlere sarılarak verilirdi. Halıyı kaplamaya yetecek kadar büyük kağıt nereden bulunacak tabii. Bu kadar değerli bir parçanın halıcının gözündeki kıymetsizliği bana çok çarpıcı geldi. Kilimleri incelerken benim için yeni bir dünya açıldı. Tabii ilk kez kilim koleksiyonu yapmaya başladığımda; semboller, tasarımlar, orijinler ve yaşları hakkında hiçbir fikrim yoktu. İçgüdüsel olarak alışveriş yapıyor, kitaplarda gördüklerimi hatırlamaya çalışıyordum. Çabuk öğrenirim ve doğru  kitapları alma ile doğru zamanda doğru yerde bulunma konusunda şanslıydım.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

BİR CUMARTESİ GECESİ YALNIZLIĞI






 Atilla Birkiye'den...

Yüzünüzdeki gizemin ardına dokunmak
                                                         olanaklı mı?
Kötü bir rüya, yalnızlık
Yarım kalmış kitapları bitirdim
Tozlanmışlardı
Bir trompet eşliğinde
Gizeminin ardına düştüm
Cazın ritmi yüzünü belleğimden silemedi.

Arkamı döndüğümde, sır olup yitivermiştin

Kapının önü bir cumartesi gecesi yalnızlığı
Kapının önünü bir lamba aydınlatıyor
Kapının önünde yalnızca ayak izlerin
Kapının önündeki söylenmemiş bir çift söz

Gecenin karanlığı yüzünü belleğimden
                                                         silemedi.


American Horror Story

TV ve dizi seyretmeyen ben bu aralar bir diziye fena halde takmış durumdayım. Tesadüfen tanıtımını gördüm, hadi bu akşam uyuyakalmazsam seyrederim belki diye işaretlediğim günden beri benden hiç beklenmeyecek bir şekilde dizinin müdavimi oldum.  Genelde dizi özürlüyümdür. Gününü kaçırırım, sıkılırım bir şekilde bırakırım devamını getirmem. Hele ki bölümler birbirini takip ediyorsa hiç katlanamam. En son izlediğim dizi Avrupa Yakası idi, onunda son bölümlerini izlememiştim. 

American Horror Story'yi görünce tekrar dizi izlemeye başladım. Film üç kişilik Harmon ailesinin Boston'dan Los Angeles'a yerleşmesiyle başlıyor. Vivien psikiyatrist olan kocasını  bir kadınla yakaladıktan sonra olanları geride bırakıp yeni bir hayata başlamak için kızları Violet ile Los Angeles'ta benzerlerinden oldukça ucuza aldıkları eve taşınırlar. Evin ucuzluğu daha önceki sahiplerinin ölümü ve evde meydana gelen paranormal olaylardan kaynaklanıyor.

Evden çıkmayan garip komşular, bir görünüp bir kaybolan koşuşturup duran çocuklar, Ben'in hastaları, evin yaşlı ? hizmetcisi, Vivien'in beklediği bebeği, aile ilişkileri, hayaletler, gizemler, paranormal olaylarla örülmüş bir senaryo.

Oyunculara gelince evin babası Ben'i Dylan Mc Dermott canlandırıyor. Anne Vivien'i Connie Britton, kızları Violet'i ise Taissa Farmiga. Gizemli komşuları Costance rolünü ise benim sevdiğim oyunculardan Jessica Lange canlandırıyor.

Seyretmek isterseniz dizi FX kanalında yayınlanıyor. Bu türden hoşlanıyorsanız iyi seyirler:)

Türk resminin ilk çıplakları

Türk resminin ilk çıplakları

Sakıp Sabancı Müzesi’de ‘Bir Ülke Değişirken’ sergisi Türk resmindeki pek çok ilki günışığına çıkarıyor. Bunlardan biri de Halil Paşa’nın yaptığı çıplak eskiz çalışmaları.

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) bir salonunu bundan böyle kendi koleksiyonundaki eserlerden oluşturacağı tematik sergilere ayırıyor. Yarın başlayacak olan ‘Bir Ülke Değişirken - Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi’ bunlardan ilki. Osman Hamdi Bey, Fikret Muallâ, Halil Paşa, Şehzade Abdülmecid Efendi ve İzzet Ziya gibi, Türk Resim Sanatı’nın önemli sanatçılarının eserlerini içeren koleksiyon, yeni yapılan bu özel galeride bundan böyle sürekli teşhir edilecek. Bilimsel danışmanlığını Prof. Dr. Semra Germaner ve Doç. Dr. Ahu Antmen’in üstlendiği sergide 26 sanatçının 90 eseri yer alıyor.
RESİM HEYKEL'İN MİSYONU
Dün müzede gerçekleştirilen basın toplantısıyla tanıtılan sergide konuşan Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer; “Resimler, farklı modernizm görünüm ve eğilimleriyle, Osmanlı ve Türk resminde ortaya çıkan sanat anlayışları ve bakış açılarının anlaşılabilmesi için sağlam bir zemin oluşturuyor” dedi. Prof. Germaner ise Sabancı Müzesi’nin özel koleksiyonundan hazırlanan bu sergi aracılığı ile Resim Heykel Müzesi’nin misyonunu yerine getirdiğini söyledi. Ahu Antmen de serginin dönemin atmosferine ve anlayışına göre hazırlandığının altını çizdi.
BİR KOLEKSİYONERİN GÖZÜYLE

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız

CARLOS FUENTES - Bir kitap ne başlar ne biter...



HASAN ALİ TOPTAŞ

Bir metnin gerisinde neler olup bittiğini düşündünüz mü hiç? İşte size bunun en çarpıcı örneği: Carlos Fuentes ve "Aura".

ZAMAN zaman bazı hikâyeleri, diğerlerine göre daha çok severiz. Durup dururken neden bizi o kadar derinden etkilediklerini, içimizde uyuklayan hangi karanlığı aydınlattıklarını ya da ruhumuzun yırtılan yerlerini nasıl tamir ettiklerini hiç mi hiç bilemeyiz ama eşsiz bir hazine bulmuşçasına, eşe dosta büyük bir heyecanla anlatır dururuz onları. Sadece anlatıp durmakla da kalmayız hatta, herkes tarafından mutlaka ve mutlaka okusunlar isteriz. Sonra, gün gelir heyecanımız balon gibi birdenbire söner ve dilimize dolanan bu hikâyeleri de atarız zihnimizdeki hikâyeler mezarlığına. Hem de öyle bir atarız ki, zihin denen o daracık genişliğin hangi parseline gömüldüler diye, bir kez olsun dönüp bakmak aklımıza bile gelmez. Böylece, geçmişte bizim iç denizlerimizde fırtınalar koparan bu hikâyecikler orada, unutuşun tozları arasında çürümeye başlar. Bir süre sonra, gözümüze ne adına kurgu denen iskeletlerinin cazibesi görünür ne de üslûplarının tadı. İnanılmaz bir hızla, bize feleğimizi şaşırtan derinlikleri de solar tabii bütün bunlarla birlikte, biçimleri miçimleri de ölür ve geriye kalsa kalsa, uzaklığın şeklini alan bir üfürümlük toz kalır. Uzun lafın kısası, adları bile hatırlanmaz artık.
Hiç kuşkusuz, gönlümüze hızla girip çıkıveren bu tür hikâyeler, bizi günlük koşuşturmalarımızın içinde gafil avlayan hikâyelerdir. Başka bir deyişle, bizim gelip geçici yanlarımıza seslenen hikayeler. Ya da, bizim bütün tellerimize değil de, o an hangi telimiz gerginse, sadece o telin en hassas noktasına dokunan hikayeler.
Bir de, geniş dokunuşlarla çocuksu yanlarımızı okşayarak içimizdeki ezeli tedirginliğin içine doğru seslenen, her daim baş tacı ettiğimiz hikâyeler vardır. Yirmi yıl, otuz yıl önce okumuş olsak da hiç unutamayız onları. Hatırladıkça varlığımızın temel taşlarını titreten, hatırladıkça gözlerimizdeki ışıltıları çoğaltıp yüreğimizi genişleten, hatta bizim dünyaya bakışımızı her defasında yeniden yıkıp yeniden kuran bu tür hikâyeler asla eskimezler çünkü; hayatımızdaki yerlerini ilk günkü gibi korurlar. Başkaları nasıl bakarsa baksın, onlar bizim hikayelerimizdir. Aramıza ne başka hikayeler girebilir, ne başka insanlar, ne de başka zamanlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, hayali damarlarla bu hikâyelere nasıl bağlandığımızı da bilemeyiz aslında. Biri kalkıp, bunlar benim hikâyelerim diyorsa, orada zınk diye durmak gerekir zaten; ötesine gitmemek, ayrıntılarını bilmemek, nedenini sormamak gerekir.
Okuduğum onca hikâyeye rağmen, benim hikâyelerim de neredeyse yirmi yıldan bu yana hiç değişmedi. Bu konuda bana bir soru sorulduğunda ya da cesaret edip eş dost meclisinde kendiliğimden konuşmaya başladığımda hep aynı hikâyelerin adını saydım: Gabriel Garcia Marquez'den, "Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı"; Borges'ten, "Yolları Çatallanan Bahçe"; Carlos Fuentes'ten, "Aura"; Kafka'dan, "Kanun Önünde", "İmparatorun Haberi", "Ceza Sömürgesi", "Kovalı Süvari", "Çiftlik Kapısına Vuruş" ve ille de "Avcı Gracchus"...
Hepi topu, dokuz hikâye.
Yıllardır, döner döner okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime şöyle doğru dürüst bir edebi ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum. Kimi zaman sırf kendi paşa keyfim için bu dokuz hikâyeyi, "Kendiceğizimin Bayıldığı Hikâyeler" adlı bir kitapta toplamayı düşünür, kimi zaman devasa kağıtlara onların fotokopilerini çektirip evimin duvarlarına yapıştırmayı hayal eder, kimi zaman da -ne yalan söyleyeyim- bu hikâyeler hakkında şöyle dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım. Bunları yapar mıyım, yapamaz mıyım bilemiyorum tabii. Benim bildiğim şu ki, olanaklar elverir de bir gün oturup hayalimdeki kitabı yazmaya kalkarsam, artık "Aura" adlı hikâyeyi bu işin dışında tutmam gerekecek.
Birkaç hafta önce, Carlos Fuentes'in "Kendim ve Ötekiler" adlı denemelerini okudum çünkü ve orada, dünyanın en güzel hikâyelerinden biri olan "Aura" hakkında tamı tamına yirmi bir sayfalık bir bölümle karşılaştım. "Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım" adını taşıyan (Calvino da, ünlü romanı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu"nun yazım serüvenini anlattığı, çizimlerle dolu küçük kitabına aynı adı vermişti) bu bölüm, itiraf edeyim, en az "Aura" kadar ilginç geldi bana.
Daha ilk sayfalarda, "Aura"nın gerçek yazarının 17 Eylül l580'de Madrid'de doğmuş olan ve 8 Eylül 1645'te Villanueva de los Infantes'de öldüğü varsayılan Quevedo y Villegas olduğunu söylüyor Fuentes. Ardından da, "Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır?" diyerek, büyük bir alçakgönüllülükle, "Aura"nın yüzyıllar önce başka başka yazarlar tarafından kaleme alınan farklı biçimlerine değiniyor. "Aura"yı yazdıktan dört yıl sonra Roma'da, Rafael Alberti ile Maria Teresa Leon'un önerisiyle gittiği eski bir kitapçıda, Hiosuişi Şoun tarafından yazılıp 1666'da yayımlanan Japon masallarına değiniyor sözgelimi ve orada anlatılan "Fahişe Miyagino" adlı hikâyeyi görünce fena halde şaşırdığını söylüyor.
Bu arada, biz de şaşırıyoruz tabii. İtalyancaya çevrilen bu Japon masallarında rastladığı "Aura"nın ayak izlerini takip eden Fuentes, bu kez de, "erken Hıristiyanlık dönemi rahipleriyle Ortaçağ safsatacıları üzerine yazılan yüz seksen cildi okuyarak "Samanyolu" filminin senaryo hazırlıklarını yapmakta olan" kadim dostu Bunuel'e koşuyor çünkü ve ondan, Paris'teki Ulusal Kütüphane'de bulunan bibliyografi bölümüne girebilmesi için ne yapıp edip bir yol bulmasını istiyor. Bunuel, "bir 15. yy. Japon bakiresinin bekaretine ya da aynı çağ ve ulustan bir fahişenin cesedine nüfuz etmekten daha zor" girilebilen bu bölüme, bir gün karanlıkta gizlice sokuyor onu. Fuentes, Japon masallarının izini sürerek burada, hikâyenin asıl kaynağının "Ai'King'in Yaşamöyküsü" başlıklı bir Çin masalı olduğunu keşfediyor.
Ardından, Henry James, Charles Dickens ve Puşkin'in bazı yapıtlarıyla "Aura" arasındaki bazı bağlantılara geçiyor yazar ve 'Her şey aslını yitirmeksizin bir başkası oluyor,' dedikten sonra 1976'nın Eylül'üne dönerek, bir yemek masasında, opera sahnelerinin büyük sopranosu Maria Callas ile karşılaşmasını anlatıyor. Masada, bir efsaneyle yan yana oturmuştur ama sahnede en berrak ve en görkemli sesleri çıkaran bu efsane o sırada, Altıncı Cadde'deki Sam Goody's dükkanında Maria Callas plakları satan bir kızın sesiyle konuşmaktadır. Hatta, beyaz çiçek yapraklarıyla nemli zeytinlerin oluşturduğu bir fırtınada ışıl ışıl yanan iki siyah deniz fenerine benzeyen gözlerini çevirip konuşurken sesini yaşlı bir kadının sesine dönüştürmekte ve bu eskil sese, çılgınlığın iniş çıkışlarını da katmaktadır.
'O an "Aura"nın asıl kaynağını keşfettim,' diyor Fuentes.
Daha sonra da, oğul Alexandre Dumas'nın "Kamelyalı Kadın"ını yeniden okuyor ve romanda yer alan trajik bir sahneyle "Aura" hakkındaki bölümü bitiriyor.
Doğrusu, Fuentes'in bu baş döndürücü gezintiyi yapması, yazmadan önce ve yazdıktan sonra kendi hikayesinin tematik ve kurgusal geçmişini bu denli derinlerde arayıp bulması ve bulduğu her şeyi büyük bir titizlikle tek tek sergilemesi "Aura"nın tadını hiç mi hiç bozmuyor. Başka bir deyişle, ne artırıyor ne de eksiltiyor onun değerini. Gene de, bir metnin gerisinde neler olup bittiğine dair bize müthiş örnekler sunuyor.
Aynı zamanda, Mallarme'nin şu cümlesini bir kez daha doğruluyor: "Bir kitap ne başlar, ne biter; olsa olsa öyle görünür."
 
 Milliyet Kitap'tan alıntıdır...


Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu:)

Çocuk her yerde her dönemde çocuk...
Gülümseten haberlerden biri daha:)
"Sevgili Noel Baba..."

İrlanda'nın başkenti Dublin'de bir evin bacasında Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu.

Terenure mahallesinde yaşayan John Byrne'ın, evine merkezi ısıtma sistemi yerleştirirken eski şömine bacasının gizli bölmesinde yıllar önce bulup sakladığı mektup, 1911'de, biri kız diğeri erkek iki çocuk tarafından kaleme alınmış.
Mektup zaman içinde şömine dumanından biraz zarar görse de hala okunabiliyor ve çocukların hediye istekleriyle Noel Baba'ya iyi şans dileklerini içeriyor.
H. ve A. Howard, çizimlerle süsledikleri mektuplarında, "Noel Baba"dan oyuncak bebek, yağmurluk, eldiven, elma şekeri ile altın ve gümüş paralar istiyor.
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...