MERMER ÇOCUK BAŞI

Türkiye 'mermer çocuk başı'nı geri istiyor

Türkiye 'mermer çocuk başı'nı geri istiyor

Türkiye, İngiltere’nin önde gelen kültür kurumlarından Victoria ve Albert Müzesi ile temasa geçerek yüzyılı aşkın süre önce Anadolu’dan Londra’ya kaçırılan mermerden oyma bir çocuk başını istedi.

Müze yetkilileri, başvuruyu değerlendirmeye aldıklarını açıkladı.
Independent gazetesi, İngiltere ile Yunanistan arasında anlaşmazlık konusu olan Partenon Mermerleri gibi, şimdi Türkiye ile de Sidamara Lahiti’nden kopartılan ve bir teoriye göre aşk tanrısı Eros’a ait olduğu düşünülen çocuk başının sorun çıkartabileceğini yazdı. Gazete, 1700 yıllık Sidamara Lahiti’nin bu türdeki arkeoloji eserleri arasında en nadide örneklerinden biri olarak bilindiğini aktardı. 1879 yılında zamanın İngiltere Konsolosu ve arkeolog Sir Charles Wilson tarafından Konya’nın Ereğli İlçesi yakınlarında yapılan bir kazıda bulunan lahitin, şu an mermerden çocuk başı eksik halde, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilendığı belirtildi.
Independent, mermer başı lahitten kopartan konsolosun, eserin bütününü bir başka zaman taşımayı planlayıp, mezarın üstünü yine toprakla örttüğünü aktardı. Eski konsolosun torunları tarafından daha sonra Victoria ve Albert Müzesi’ne bağışlanan kıvırcık saçlı çocuk başının Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi deposunda saklandığı kaydedildi. Independent’e konuşan Londra’daki Türk turizm yetkilisi Tolga Tüylüoğlu, Türkiye hükümetinin Victoria ve Albert ile geçen yıl irtibata geçtiğini, fakat şimdiye değin mermer oymanın İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne iadesinde başarılı olamadıklarını söyledi. Independent’a konuşan İngiliz müze yetkilileri, Türkiye’nin başvurusunu ciddiyetle değerlendirdiklerini bildirdi.

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18662603.asp


Yukarda okumuş olduğunuz haberi Hürriyet Gazetesinin bugünkü internet sayfasında okudum ve paylaşmadan duramadım. 1879 yılındaki bir kazıda bulunan lahitin eksik olan çocuk başını geri istiyorlarmış. Tamam da niye? Türkiye'den kaçırılan tarihi eserlerin geri istenmesine arkeoloji eğitimi almış biri olarak tamamen karşıyım. Niye mi? İki nedenden dolayı:

Birincisi Türkiye'den yurt dışına kaçırılmış (çıkarılmış) eserlere yurt dışındaki müzelerde bizden çok daha fazla değer verilerek korunuyor ve sergileniyorlar. Çünkü o eserlere Türkiye'de olduğu gibi değersiz 'çanak çömlek' gözüyle değil gelecek nesillere aktarılacak 'Dünya Mirası' gözüyle bakıyor ve koruyorlar. 

İkinciside aşağıdaki haber gibi, daha elimizdeki, eserleri onca güvenliğe rağmen koruyamazken yurt dışındakileri neden istiyoruz? Bir daha kaçırılsınlar diye mi? Yoksa müzelerin depolarında çürüsünler diye mi?

İşte buyrun; 10 Kamera 6 güvenlik İznik Müzesini koruyamadı ve eserler çalındı.

Daha geçen aylarda gazetelere bir başka trajikomik haber daha düşmüştü. Tonlarca ağırlığında lahit Atatürk Havalimanından plastik oyuncak kalıbı olarak yurt dışına çıkarıldı diye. Bu lahit giderken oradaki kimsenin aklına gelmedi mi bu koskoca lahit nasıl oyuncak kalıbı olur diye. Veya havaalanında lahiti anlayacak kimse mi yoktu. Hepsi mi kör cahil burada çalışanların. Hiç biri müzeye gitmemiş mi, resimde olsa  lahitin ne olduğu bilmiyorlar mı?  İMKANSIZ...

İşte bu yüzden bir arkeolog olarak yurt dışına kaçırılan eserlerin tekrar istenmesini son derece manasız buluyorum. Daha ellerindeki eserleri koruyamazken yurt dışına kaçırılanları niye isterler ki? Elin adamı demez mi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, sen önce elindekileri koru diye.

İsteyen kızmakta serbest ama ben böyle düşünüyorum...


10 kamera 6 güvenlik İznik Müzesi’ni koruyamadı

Zeus ile Miken Kralı’nın kızı Alkmene’nin oğlu olan Herakles’in, Nemean Arslanı’nı mızrak ve kılıçla öldürdüğü anın işlendiği lahitin gece çalındığı tahmin ediliyor. Çevresi demir parmaklıklarla çevrili olan 10 güvenlik kamerası bulunan ve 6 güvenlik elemanı tarafından korunan müzedeki hırsızlık olayının ardından soruşturma başlatıldı. Müzede yapılan sayımda, bir eserin daha olmadığı tespit edildi. Durumu polise bildiren yetkililer, tarihi eserin Roma dönemine ait eğlence figürlerinin yer aldığı ve 100 kilo ağırlığında olduğunu bildirdiler. Bu eserin de 500 kiloluk lahitle birlikte çalındığı tahmin ediliyor.

DOSTOYEVSKİ'DEN PUŞKİN'E İSTANBUL

Dünya edebiyatçılarının gözüyle 'İstanbul'

Dünya edebiyatçılarının gözüyle 'İstanbul'

Ernest Hemingway'dan Panait Istrati'ye, Dostoyevski'den Puşkin'e geçmişin ve günümüzün en önemli edebiyatçıları, eşsiz güzelliklerin başkenti İstanbul'a eserlerinde yer verdi.

Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğünün “Sanat Eserleri Dizisi” kapsamında yayımlanan “Dünya Edebiyatında İstanbul”, farklı imparatorluklara başkentlik yapan kültür hazinesi kent üzerine yazan yazarların gözlemleri ve yorumlarını bir araya getiriyor.
Dünyanın en önemli edebiyatçılarının eserlerinde İstanbul'a yer veriş biçimini bir çok akademisyenin makalelerinden okuyucuya sunan “Dünya Edebiyatında İstanbul”un editörlüğünü Erol Ülgen, M. Metin Karaörs ve Emin Özbaş üstlendi.
Kitapta yer alan makalelere göre, dünden bugüne üzerinde dünya kültür mirasını barındıran ender şehirlerden biri olan İstanbul'u anlatan yazarlardan bazıları güzellikler karşısında aşk derecesindeki hayranlıklarını gizleyemezken, bazıları da bunları görmezden gelerek kentin bakımsız, çirkin yönlerini ve özellikle savaş yıllarında eski ihtişamından eser kalmadığını yazdı.
Dünya ve Rus edebiyatının önemli yazarlarından kabul edilen Mihail Fedoroviç Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” ve 1873-1881 yılları arasındaki günlüklerinin toplandığı “Bir Yazarın Günlüğü” eserlerinde İstanbul'dan bahseder. Rus halkının ve Rus toplumunun meselelerini konu alan “Karamazov Kardeşler”de 19. yüzyıl Rus toplumunu yakından etkileyen Osmanlı-Rus savaşlarının etkisi göze çarparken, yazar romanda İstanbul'u Ortodoksluğun merkezi olarak gösterir ve dünyanın en büyük patriğinin burada oturduğunu söyler.
Dostoyevski, dönemin siyasi, sosyal ve güncel meseleleriyle ilgili günlüklerinde ise Türk ve İslam karşıtı bir tavır alarak, Rus halkını Türkler aleyhine kışkırtır. Günlüklerinde, “İstanbul'un Rusların eline geçmesinin tarihin ve hadiselerin doğal sonucu olacağını” iddia eden yazar, “Rusya ister barışa yanaşsın, isterse geri adım atmaya niyetlensin, ben yine iddiamı sürdürmek istiyorum: İstanbul er ya da geç bizim olacaktır” ifadelerini kullanır.

PUŞKİN'İN ERZURUM'A SEYAHATİ
Ernest Hemingway, “İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar” eserinde İstanbul'u, 1. Dünya Savaşı'nın işgal yıllarındaki görünümüyle anlatır. Hemingway, eserinde kenti “bakımsız ve kirli” insanları ise “tembel” olarak ele alır.
Rus edebiyatında dahi olarak anılan şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, 1829 yılında Osmanlı-Rus savaşı sırasında Kafkasya'da bulunur ve oradan Kars ve Erzurum'a geçer. Şair, “Erzurum'a Seyahat” adlı eserinde gerek Türklere karşı sevgi ve saygısı, gerekse yaralı Türk subaylarına nasıl yardım ettiğini eserlerinde de anlatır. Kitapta, Puşkin'in Erzurum seferinden sonra İstanbul konulu 52 mısradan oluşan bir şiir yazdığına ilişkin bilgiye de yer veriliyor.
Hikaye ve roman yazarı Panait Istrati'nin Türk okuyucuyla tanışması, 1940'lı yıllarla başlıyor. Yazarın “Akdeniz” adlı romanının kahramanı Mısır yolculuğu sırasında İstanbul'a uğradığı için, bu kentten kısmen söz edilirken, “Kira Kiralina” romanının büyük bir bölümü İstanbul'da geçiyor. Stavro'nun yaşamının hikaye edildiği romanda, Stavro'nun gözünde İstanbul manzarası önce Galata ve çevresinden, sonra Boğaz'dan anlatılıyor.
Istrati'nin İstanbul'unda insanlar oldukça kalabalıktır. Türklerin yanında Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Romenler, Sırplar da mevcuttur. Boğaz, insanı her an çarpan güzelliğiyle mesire yeridir. Hanlar dar gelirli herkese açık mekanlardır.

BİR İSVEÇ ROMANI: İSTANBUL'A DOĞRU

İstanbul ve Türkiye'yi okuyuculara rehberlik ederek 1960'larda şehrin farklı bölümleri aracılığıyla yeni bir bakış açıcısıyla tanıtan ilk yazar Michael Lion sayesinde İstanbul'da hiç bulunmamış olan bir okuyucu, kente ilişkin pek çok konu hakkında bilgi sahibi olabilir.
Romanda yabancı bir ülkede yeni kültürler keşfedecek olan 10 yaşında İsveçli bir erkek çocuğunun deneyimleri aktarılırken, İstanbul hayatı roman akışında okuyucuya sunuluyor.
Avrupa Birliği Konseyinin İstanbul'u 2010 yılında “Avrupa Kültür Başkenti” olarak ilan etmesi dolayısıyla hazırlanan “Dünya Edebiyatında İstanbul” eserinde, yazarlara ve seyyahlara ilham kaynağı olan kentin bu ruhu ve hiç bitmeyen öyküsü okuyucuya zengin görsellerle sunuluyor.

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18646147.asp

SAHAFLAR TEPEBAŞI'NDA

Sahaf Festivali bu yıl Tepebaşı'nda

Sahaf Festivali bu yıl Tepebaşı'nda

Beyoğlu Belediyesi tarafından beşinci kez düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali bu yıl 6-18 Eylül tarihleri arasında Tepebaşı TRT binasının önündeki alanda gerçekleştirilecek.

Beylikdüzü'ndeki TÜYAP binasına taşınmadan önce TÜYAP Kitap Fuarı da bu sene Beyoğlu Sahaf Festivali'nin yapılacağı alanın altındaki binada gerçekleştiriliyordu. Ulaşım zorluğu nedeniyle pek çok okuyucu ve yayınevi kitap fuarının Tepebaşı'ndan taşınmasından halen şikayetçi.
6 Eylül Salı günü başlayacak ve 18 Eylül Pazar günü sonlandırlacak 5. Beyoğlu Kitap Fuarı her gün 11.00-23.00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek. Bu seneki festivale İstanbul'un değişik semtlerinden sahafların yanı sıra, Ankara'dan gelecek bazı sahaflar da katılıyor.
Bu sene 72 sahafın yer aldığı Beyoğlu Kitap Fuarı, geçen sene 74 sahafın katılımıyla Taksim Gezi Parkı'nda gerçekleştirilmişti.


İflah olmaz bir kitapkolik olarak ki bu hastalığıma tıp hala çare bulamadı, yolumun üstündeki her gördüğüm kitapçıya, sahafa girme gibi bir durumum var. Sanki farklı bir kitap bulacakmışım gibi dakikalarca raflara bakıp, kitapları incelemek, tanınmış yerli, yabancı yazarların yerine çok ta bilinmeyen yazarları ve  kitaplarını keşfetmek hoşuma gidiyor doğrusu. Aç tavuk buğday ambarı misali:)

Neyse sahaflardaki o eski kitap kokusu beni cezbeden kokuların başında geliyor. O kitaplardaki yaşanmışlık hissi ise beni bambaşka dünyalara götürüyor. Galatasaray'da sahaftan aldığım bir kitabın ilk sayfasında şöyle bir not vardı:
8.12.1996 ...... Seni seviyorum. (Yazının hepsini ve isimleri yazmak istemedim. Bende kalsın, aşklarına saygı olarak)   
Belli ki bu kitabı sevdiği bir kıza hediye etmişti. Kitap okundu ve sahafın raflarındaki yerini aldı. Belki de aşk bitti kitap gitti...O kitabı kıza nasıl verdiğini hayal ettim...(Burada herkes kendi hayalini kursun bi zahmet:) Okurken neler hissettiğini, neler düşündüğünü, nerede okuduğunu vs...

O yaşanmışlık duygusu. İşte bu yüzden sahafların ayrı bir yeri var benim için.

Geçen seneki Taksim Gezi Parkındaki Sahaf Festivaline gitmiştim ama ne yalan söyleyim hiç hoşuma gitmemişti. Nedense bana çok özensiz yapılmış gibi gelmişti. Ufacık kulübelere sıkıştırılan dip dibe sahaflar, sığdırabildikleri kadar kitabı sergiliyorlardı. Onlarda sanki dükkanlarında satamadıkları kitaplardı. Çok fazla çeşit olmayan, sevimsiz bir mekan olarak gözükmüştü gözüme.  Umarım bu seneki organizasyona daha fazla özen gösterirler de zevkle eski kitapların dünyasında dolaşabiliriz.

 http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/18626155.asp

POST-IT:))

 
Son günlerde içimi açan gülümseten haberlerden biride buydu. Camlardaki post-it ler. Düşünsenize ofisinizin camlarını sevdiğiniz bir karakter tarafından süslendiğini. Sıkıcı bir ofis gününe renk katmaz mı? Bence katar ama bir de bunu kabullenecek patron bulmak gerekir tabii. Bu da ne böyle çıkarın bunları diyebilecek bir patronunuz varsa hiç denemeyin. Bütün uğraşınız boşa çıkar ve zevkiniz kaçar.
 
Ben boş bir vaktimde denemek istiyorum. Evin küçük odasını gözüme kestirdim bile. Siz ne dersiniz. Denemeye değmez mi? Hayatımıza biraz renk biraz eğlence katmanın bir zararı olmaz...Haydi kolay gelsin...
İyi eğlenceler:))
 
 
Avrupa'nın son çılgınlığı

Son günlerde Paris sokaklarındaki ofislerin pencerelerinde sıra dışı bir hareketlilik ve renklilik var. Ofis çalışanları renkli yapışkanlı not kağıtlarını kullanarak pencereleri birer tuvale dönüştürmüş durumda.

Paris’in doğusundaki Montreuil’de oyun yazılım üreticisi Ubisoft ile BNP-Paribas bankasının IT çalışanlarının başlattığı “La Guerre des Post-it” (Post-it Savaşı) işyerlerinin yoğun olduğu La Défense mahallesine sıçradı.

Bilgisayar ekranındaki pikselleşmiş görüntüleri andıran Post-it’ten tablolar arasında yok yok. Bilgisayar oyunu karakterleri Super Mario, Angry Birds ve Worms, çizgi film karakterleri Pikachu, Snoopy ve Homer Simpson, hatta Mona Lisa ve Marilyn Monroe, Paris sokaklarındaki pencereleri süslüyor.

“Post-it Savaşı” çılgınlığı Avrupa’nın diğer şehirlerine de yayılmaya başladı. Yapılan çalışmaların fotoğraflarının yer aldığı postitwars.com sitesine şimdiden, Brüksel’den Londra’ya, birçok Avrupa şehrinden fotoğraflar yüklendi.

Planking, owling gibi hareketlerin Türkiye’de ne kadar hızlı yayıldığı düşünülürse, yakın zamanda buradaki ofislerde de böyle renkli tablolar görmemiz olası.

AZINLIKTA KALAN BİR DİNAZOR- MİNA URGAN


"Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum.

eğer yaşadığım...
çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse;

eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa;

eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa;

eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense,

ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım?

tam tersine baş kaldırırım,

direnirim böyle bir çağa karşı.

bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana.

çünkü ben dinozoru,

tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil;

geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınmaz değerlerini

yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan

bir yaratık olarak tanımlıyor,

dinozorluğumla övünüyorum."



Katılmamak mümkün mü? Mina Urgan'ın "Bir Dinazorun Anıları" adlı kitabında bu yazdığı satırlara. Yaşadığımız çağ köşeyi dönmek için yapılanları kolayca kabulleniyorsa, toplumsal adeletsizlik söz konusuysa, bayağılık ve çirkinlik egemense BENDE AZINLIKTA KALMIŞ ÇAĞA AYAK UYDURMAYAN BİR DİNAZORUM!



Bir Dinazorun Anıları - Mina Urgan - Yapı Kredi Yayınları